Mabetler, her din mensubunu bir şekilde kendine çağıran veya inananlarını çatısı altında toplayıp birleştiren mekânlardır. Bu anlamda kilise, havra ya da camiler ve diğerleri ait oldukları dinlerin inananları için bir uğrak yeri olmaktan ziyade, onların kimliklerini ‘ötekilik’ hissine kapılmadan ortak duygularla geliştirip ifade edebildikleri mekânlardır; hem sembolik hem de yaşamsal değeri haizdir. Ancak esasta her inanan için kabul edilen bu değer, farklı kesim veya durumlarla ilintili olarak pratikte çeşitli gerilimleri de içkindir. Farklı dinlere göre bu gerilimin biçim ve derecesi değişse de bilhassa kadın inananların mabetlerdeki varlıkları ve var oluş biçimleri hep bir ‘sorun’ olarak belirginleşmektedir.
Kur’ân’daki Meryem kıssası, kurulu ruhban düzenine karşı Meryem’in mabede kabul edilmesi yönünde bir ilk örnekliği temsil eder. Yüce Allah, annesinin adağını güzel bir kabul ile karşılayarak Hz. Meryem’in bir mabet içerisinde şahsiyet bulmasını murat etmiş ve orayı onunla onurlandırmış; bu durumu, mevcut toplumsal cinsiyet kalıplarının değişimi için bir imkân kılmıştır. Hz. Muhammed (s.a.v.), kadınların mescitlerdeki varlığını tartışmasız bir gerçeklik olarak hep teşvik etmiş, ömrü boyunca karşıt tutum ya da temenni içindekileri ikazdan geri durmamış; ancak tarih vefatının hemen ardından aksi yönde gelişmiştir.
Her ne kadar İslam dünyasında, Müslüman kadınlar için cami ve mescitlerde yer açılmış olup farklı coğrafyalarda değişik uygulamalarla karşılaşılsa da esasta tıpkı diğer dinlerdeki gibi sanki erkeklere tahsis edilmiştir. Bugün için bilhassa Türkiye’deki camiler ve mescitler, kadınların namaz için olsun bir uğrak yeri olarak görülmeye hemen hiç elverişli değil gibidir. Birçok kadının camide namaz kılma ve toplanma konusunda karşılaştığı güçlüğe dair benzer hikâyeleri ve yaşanmışlıkları olduğunu söylemek, abartılı ya da temelsiz bir kabul olmasa gerek.
Yıllar önce Anadolu’nun tarihî eser ve yapıtlarıyla öne çıkan küçük bir şehrinde, vakit dışı bir zamanda namaz kılmak için avlusuna adım attığımız bir camiden, bastonlarını yere vuran yaşlılarca azarlanarak kovulduğumuzu unutmak mümkün mü? Değerli bir ilim insanının cenaze namazına bir grup kadınla iştirak etmek istediğimizde -ki bu namaza katılmak isteyenler arasında rahmetlinin eşi ve yakınları da vardı- yine benzer tipteki yaşlıların bastonlu tehdidine bu kez pabuç bırakmamışken, “Siz çıkmazsanız biz gideriz!” diyerek cami avlusunu terk eden bu yaşlı insanları anlayışla karşılayıp hoş görmek de kadınlardan mı beklenmeli?
Marmaray’ın Üsküdar çıkışındaki camide, okunan ezanla birlikte farzı olsun eda edip toplantıya yetişme telaşındayken kadınlara ayrılan daracık bölümde, neredeyse birbirinin üstüne secde etme pozisyonunda bir kalabalığı görüp bomboş olan diğer bölümde sohbet eden birkaç erkeğe namaz kılabilmek için olsun bir şey diyememek; imam odasının kapısını çalıp o alanın boşaltılması talebine karşı “Üst kata çıkın!” cevabıyla şaşırmamak; sekiz on saf dışında, ana kubbe altının boş olduğunu görüp kendisine bir sütunu siper ederek namaza duran bir kadını namaz esnasında “Burada kılamazsınız!” diyerek taciz eden görevliye hasbelkader cemaatten bir erkeğin “Rahatsız etmeyin!” müdahalesine derin bir minnet duymak; dahası imam efendinin o birkaç erkeği boş bölmeden uzaklaştırmayarak mikrofonla “Genç kadın cemaat mensupları, üst kata çıkın; hastalara, yaşlılara yer açın!” uyarısının kendisi için yapıldığını bilerek namaz kılmak nasıl sarsıcıdır anlayabilir misiniz? Peki, ya vakti çıkmak üzere olan namazını kılabilmek için girdiği bir mescitte, tam orta sahada tek başına namaz kılan bir er kişiyi görerek en arka ve köşe bir noktayı gözüne kestirip namaza duran bir kadının, selamıyla birlikte “namazını bozduğu için (!)” olmadık lâflarla hakaret eden bu er kişiye, böyle bir cesareti kimden aldığını namazda olduğu için soramayarak yaşadığı ruh hâlini tasvir edebilir misiniz?
Bunlar gibi birçok anı cami ya da mescitlerde namaz kılmak mecburiyetinde (!) kalan her kadının zihnine üşüşmüştür; daha bir iki gün önce sosyal medya gruplarında paylaşılan genç bir kadının feryadını duyunca: “Kadınlar camide namaz kılamaz, şunu yapamaz bunu yapamaz… Siz kim oluyorsunuz?” Evet, aslında sorulması gereken tam da buydu ve aslında bu genç ilahiyatçı kadın, yaşanan onca acı tecrübeyle yorulup ya gün içindeki namazlarını kazaya bırakan ya da çalıyı dolanmayı tercih edip belli vakit namazlarını cemetme (birleştirme) usulüyle hareket eden binlerce kadın için sormuştu: “Siz kim oluyorsunuz?”
“Siz kim oluyorsunuz?” bir türlü sorun çözücü bir cevap bulunamayan pek çok soru gibi uzayın boşluğunda kaybolup gitti. Bu feryat gibi soruya ne hemen her ilde yer alan bir İlahiyat/İslami İlimler Fakültesinden ne de camilerin düzen ve işleyişinden sorumlu resmî kurum hüviyetindeki Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan bir cevap geldi. Kim bilir belki de vak’a-i âdiyeden sayarak kulak üstüne yatmak, sorumluluk makamlarının günü kurtarma metodu olarak epeyce işlevseldir.
Aslında bu ülkede çok uzun olmayan bir süre önce, toplumsal birçok sorun ve kanayan yara konusunda heyecan verici ve umut yeşertici şeyler oluyordu. “Karşılaşmalar güzeldir” diyebileceğimiz buluşmalar gerçekleşmekteydi; “Gelin tanış olalım işi kolay kılalım” diyen Yunus’un ruhu bu buluşmaları diri kılıyordu: Kadın Buluşmaları, Doğu Konferansları, Alevi Çalıştayları, Türkiye-Ermenistan karşılaşmaları, Türkiye–Suriye Bakanlar Kurulu Ortak Toplantısı, Diyarbakır Meydanlarında “Barış” görüşmelerinin farklı tezahürleri ile coşkulu buluşmalar… Ve tabii uluslararası bir buluşma neticesi İstanbul Sözleşmesi, ayırt etmeksizin bütün şiddet mağdurlarını korumaya söz verişler… Camilerimizde de bir coşku vardı; aileler, kadınlar ve çocuklar, yıllarca neredeyse yalnızca yaşlılara hizmet sunan mekânlar olmaktan çıksın diye yayınlar, çağrılar ve davetler yapılmaktaydı. Tıpkı bahar gibiydi; bütün bir toprak harekete geçmiş, türlü renkleri, kokuları ve güzellikleri ile kıpır kıpır her karıştan hayat fışkırıyordu. Umut ediyorduk, bu kez oluyor diyorduk: Yaşam ölüme, barış düşmanlığa, kardeşlik ayrılığa ve nifaka galip gelecekti.
İstanbul’da İl Müftü Yardımcısı Kadriye Avcı Erdemli, bütün İstanbul camilerini kadınlar için kaygısız, korkusuz gidip toplanabilecekleri, ibadet edebilecekleri, yeri geldiğinde farklı ihtiyaçlarını sağlıklı görebilecekleri mekânlar hâline dönüştürebilmek için projeler hazırlamıştı. Denetimler sıklaştırılmış, kadınlardan gelen her türlü şikâyet sıkı bir biçimde takip edilir kılınmıştı. Ve bu projeler Türkiye genelinde bütün camiler için uygulanma seyrindeydi…
‘Cami ve Kadın’ temalı bir kitapçık hazırlanmıştı. Bu kitapçık, toplumsal sorunlara bir şekilde dikkat çekip en azından kurumsal din öğretisinin resmî temsilcisi olarak Diyanet’in, halkı bilgilendirip bilinçli bir amel/tavır sahibi kılma yolunda bir sorumluluk üstlendiğine dair yaklaşımının bir tezahürüydü; en azından böyle değerlendirilmeyi hak eder nitelikte bir yayındı.
Ancak nasıl oldu ise büyü bozuldu, güzel rüyalarla bezeli uykulardan yeniden karabasanlarla uyandırıldık. Artık Türkiye, bütün sınırlarıyla yeniden düşmanla çevriliydi; kadim şehir Diyarbakır meydanları panzer ve buldozerlerin mekânı, Suriyeliler istenmeyen göçmenlerimiz, Ermeniler yeniden göze kestirilenler, Aleviler gözden ıraklarımızdı! İstanbul Sözleşmesi kaldırılmış, şiddet mağdurları artık insafa terk edilmiş gibiydi. Peki, ya kadınların camilerdeki yeri neresiydi? Yeri mi dediniz, o da ne demek? Hele de “Kadınların camide ne işi var?” diyenlerin orada ne “iş (!)” yaptıklarını merak etmek de ne haddinize!..
Kim bilir, okuyucu “Bu yazı da neyin nesi? Mabet, cami deyip, kadın deyip karşılaşmalar, buluşmalar sözleriyle nasıl da işleri siyasete hatta moda deyişle “terör”e sarıyor, hem de sınır içi-sınır dışı, özel alan-kamusal alan demeden her şeyi bir potada topluyor” diyerek, yazana itiraz edebilir; hakkıdır da. Ancak inanın dostlar, evimizin, camimizin, mabetlerimizin kısacası ülkenin sorunları hiçbir biçimde birbirinden bağımsız değil. Öznelerin ve mekânların yerini çapraz değiştirin, kökende nasıl da aynı sorunların olduğunu görmemek işten bile değil.
Gelin hep birlikte veya tek tek düşünelim ya da hayal edelim. Karşılaşmalar, buluşmalar olmadan, bir “diğer”i bulunmadan “ben”imi inşa mümkün mü? Ben; öteki, diğeri olmadan var olabilir miyim? Kadınlar-erkekler, Türkler- Kürtler- Ermeniler-Rumlar-Suriyeliler-Afrikalılar, Sünnîler-Aleviler, Müslümanlar-Hıristiyanlar-Yahudiler, dinliler-dinsizler karşılaşmaksızın, ortak mekânlarda buluşmaksızın kendi oluşunu nasıl tanımlar ve tamamlar? Üstelik hangi mekân olursa olsun “Şerefü’l-mekân bi’l-mekîn/Mekânın değeri içindekilerledir.” Bu mekânlar ister bir mabet ister yurt ister yeryüzü olsun!
__________
Fatma Akdokur
İlahiyatçı. İnsan hakları ve kadın hakları alanında, Başkent Kadın Platformu gibi farklı STK’larda kurucu ve üye olarak bulundu. Öğretmenlik, Kur’an Kursu Öğreticiliği ve Öğretim üyeliği görevlerinde bulundu. Şu anda emekli ve Adalet Zemini gönüllü üyesi.