Muhafazakâr kesim, en başından beri kültürel faaliyetlerde zayıf olduklarını, genelde siyasi olarak iktidarda olmalarına rağmen kültürel etkiye sahip olamadıklarını yazar konuşur. Merkez sağ iktidarlarında hükümetler gerçekten de sağ kesimin kültür insanlarına pek yönelmedi, görmezden geldi, ilgilenmedi. Aksine solun fikir adamlarına yaranmaya çalışan bir kompleks içinde oldu. Üstelik onlardan itibar görmek için uğraştılar ve onlara imkanlar sağladılar.
Turgut Özal döneminde muhafazakârların kültür faaliyetleri Demirel dönemine oranla biraz teşvik gördü. Çünkü Özal bu konuyla ilgilenen bir liderdi. Onun sayesinde bazı ödüller düzenlendi, yeni gazeteler kuruldu, yayınevleri, yazarlar destek aldı. Özellikle cemaat ve tarikat ağırlıklı yapılar bu dönemde ciddi yatırım yapma fırsatı buldu. Ancak o yapılar sadece kendi gruplarına yönelik etkiye önem verdiği için, genel bir kültürel ortam oluşamadı.
Ak Parti iktidarı muhafazakârların tam anlamıyla ülke yönetimine sahip olduğu bir iktidar oldu. Ancak Türkiye’nin en uzun ömürlü iktidarı olduğu halde, 21 yıllık süreçte kültürel iktidar olmayı başaramadı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan da, kendi iktidarları döneminde kültürel yönden zayıf kaldıklarını “Her konuda başarılı olduk, ekonomide G-20’ye girdik, IMF’nin borçlarını sıfırladık, Üçüncü Köprü, Marmaray, Adalet sarayları, hızlı tren gibi devasa işler yaptık ama ne yazık ki kültürü ihmal etik” sözleriyle bazı toplantılarda dile getiriyor.
“SAĞ İKTİDARA GELİYOR SOLCULAR İTİBAR GÖRÜYOR” MU?
Muhafazakârların genelinde bu konularda şikâyetler, hayıflanmalar, kırgınlıklar elli yılı aşkın var. Sağ kesimin kültür adamları, yazarları, sanatçıları o zamanlardan beri dertli. Çoğuna göre, sağ iktidara geliyor ama solun kültürdeki hâkimiyeti bitmiyor, tersine kültür-sanat dünyasına daha çok hâkimler.
1950’li yıllardan beri “Sol’a karşı bir kompleks duyulduğundan” ve “yüzde seksenle iktidara bile gelinse Sol’un kültür hâkimiyetinden kurtulunamadığından” dem vurulur. “Bugüne kadar hangi sağ iktidar olursa olsun, Kültür Bakanları hep solculara şirin görünmüş, hep sol yazarlara itibar göstermiştir” sözleri çok söylenir sağ kesimde. “Sağcı Kültür Bakanları, sağcı kültür adamlarını adam yerine koymamıştır” iddiaları da çok yaygındır.
Sağcı kültür adamları, yazar, sanatçı, gazeteci bilinenlerin hemen hepsi, “sol sanatçılara gösterilen itibarı göremediklerinden” bahsediyorlar. “Bizimkilerin gözüne girebilmek için sol gazetelerde yazmak, sol yayınevlerinde kitap yayınlatmak gerek” diye sitem edenler az değil.
Bu sitemlerin dışında farklı şikâyetler de var. Birincisi, “Benim değerimi bilmiyorlar, bana ödül vermiyorlar, sahip çıkmıyorlar. Sol’da olsaydım bugün şöhreti yakalardım, el üstünde tutulurdum” duygusundan kaynaklanan öfkeli sitem.
Diğeri, “Solcular, komünistler, ateistler, Yahudiler, masonlar, tapınakçılar, sabetayistler kadar birbirimize sahip çıkamıyoruz” anlayışından kaynaklanan genel değerlendirmeler. “Biz Allah, Din, Ahlak dediğimiz için bizi görmezden geliyorlar” mantığı güdenler de var.
Oysa, “Sağ iktidara geliyor, sol itibar görüyor” görüşü geçmişteki sağ iktidarlar için geçerli olsa da, Ak Parti iktidarında uzun süredir sol artık itibar görmüyor. Tersine sol bu dönemde ana akım medyasını, yazarlar köşesini yitirdi, itibarsızlaştırıldı. Bazıları tutuklanıp hapse bile düştü. Bir dönem Ak Parti’ye çeşitli gerekçelerle destek veren kimi solcular, liberaller bile uzaklaşmış olmasına rağmen, solun itibar gördüğü görüşü bu kesimde hala yaygın.
Sağ kesimde kültürel faaliyetlere yönelik kurum sayısı çok fazla değil. Bu kurumlar da genelde bugün yaşamayan Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Cemil Meriç, Nurettin Topçu, Rasim Özdenören, Cahit Zarifoğlu, Erdem Bayezıt gibi isimlerle İsmet Özel, Nuri Pakdil, Mustafa Kutlugibi yaşayan isimler anılır, gündeme getirilir, yaşayanlara ödül verilir. En büyük faaliyetler bu anmalardır. Ancak bu tarz anmaların dışında yeni yetişenler için edebi ortam sağlanabildiği söylenemez. Eskisi gibi gazeteler kültüre değer vermiyor, artık o eski edebi dergiler de yok.
Muhafazakâr kesimde Necip Fazıl ve Sezai Karakoç diğerlerinden farklıdır. Ancak onlara gösterilen itibar ve saygı, hem en zor zamanlarda sol görüşten dönüp sağ kesimin fikir dünyasına öncülük etmesinden, hem de en çok Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuşmalarında sık sık o isimlerin şiirlerine yer vermesinden kaynaklanıyor.
Fakat onca saygıya rağmen bu iki öncü yazarın eserlerinin belediyelerce satın alınmasının dışında raflarda yer alması, okura ulaşması yirmi yılı aşkın iktidar olan muhafazakâr bir hükümet döneminde hâlâ zayıftır.
MUHAFAZAKÂR SANATÇILAR YAN YANA GELEMİYORLAR
Muhafazakârların iktidarda olunmasına rağmen kültür-sanat dünyası olarak zayıf olduğu kabul edilen bir görüş. Oysa, bu da çok da doğru değil. Uzun zamandır kültürel araçlar yönüyle güçlüler, medyanın yüzde 90’ı ellerinde ama dağınık oldukları için zayıf ve silik görünüyorlar.
Çünkü muhafazakârlar bir araya gelemiyorlar, yan yana duramıyorlar, tek başına gezmeyi seviyorlar. Herkes kendi camiasının, fikir dünyasının, cemaatinin, tarikatının, meşrebinin, sevdiği yazarın, yayınevinin, gazetesinin, derginin kültürel faaliyetlerinin peşinden gidiyor. Diğerlerini beğenmiyor, görmüyor, duymuyor. Birbirlerine kör ve sağırlar. Oysa onlar da kendi zihin dünyalarının bir parçası. Sadece tarzları, ekolü farklı.
Sanatçılar, yazarlar, yayınevleri de bu zamana kadar tek başına olmayı tercih etmiş. O yüzden 1970’li yıllardan bu yana varlık gösteren Nuri Pakdil, Rasim Özdenören, Cahit Zarifoğlu, Erdem Beyazıt, Yaşar Kaplan, Mustafa Kutlu, Arif Ay, Turan Koç, Ebubekir Eroğlu, Hüseyin Su gibi isimler, her biri değerli isim olmasına rağmen “zayıf yayınevlerinde” kitapları yayınlandığı için kitapları uzun yıllar çoğu kitapçı mağazalarının rafında yer alamadı, okuyucuya yeterince ulaşamadı. Sadece onları sevenler, yazdıkları dergilere abone olanlar, üç-beş bini geçmeyen gönüllü okurlar kapalı devre kitaplarını edindiler, etraflarına tavsiye ettiler. Bu yazarlar bu yüzden belki de, bir kuşak kaybettiler.
Nuri Pakdil, Rasim Özdenören, Cahit Zarifoğlu, Erdem Beyazıt gibi isimler ancak TRT’de Yedi Güzel Adam dizisi yayınlanınca daha geniş kesim tarafından tanınabildi. Belki on yıllarca pek satılmayan kitapları o diziden sonra biraz hareketlendi. Kendine özgü tavra ve tarza sahip Nuri Pakdil bile, geçmişteki talebeleri Hakan Fidan ve Hulusi Akar’ın ziyaretleri sonrası daha çok bilinir oldu.
Muhafazakârlarda, “Bizim camiada güçlü bir yayınevi yok” görüşü hep hâkim oldu. Oysa o kesimde oldukça güçlü birkaç yayınevi var ki, biri 1980’li yıllardan beri Türkiye’nin en güçlü yayınevi. Fakat o güçlü yayınevleri, edebiyatçıları yeterince okunmuyorlar diye değerlendirmek istemedi. Değerlendirmek istedikleri birkaç isim ise, başka yere kitaplarını vermeyen yayınevi sahipleri yazarlardı. Bunların dışında kalan entelektüel muhafazakâr bazı yazarlar ise, güçlü de olsa hidayet romanları yayınlayan bir yayınevinde kitap yayınlatmayı itibar düşürücü buldu.
Türkiye’de kitapları en çok satan yazarlar aslında muhafazakâr kesimde. Hekimoğlu İsmail’in Minyeli Abdullah romanı ile Şule Yüksel Şenler’in Huzur Sokağı romanı milyonu aşan tirajıyla Türkiye’nin en çok okunan ve satılan romanlarıdır. Yavuz Bahadıroğlu, Ahmed Günbay Yıldız, Emine Şenlikoğlu, Halit Ertuğrul gibi onların ardından gelen yazarların romanları da, toplamda milyonu aşan rakamları görmüştür. Bu hidayet romanları yazanlar halktan destek gördüler ama bu kesimin edebiyatçıları tarafından bile pek itibar görmediler. Dahası yayınevlerinin de, büyümelerine önemli katkısı olan o yazarlarına çok vefalı olduğu söylenemez. O yazarlar ve eserleri bugün gündemde değil, unutulmaya yüz tuttu. Buna karşı sol, yıllarca unutulmuş Sabahattin Ali’yi yeniden popüler etti, eserleri yüz binlerce sattı.
ETKİYE TEPKİ VERMEKLE MEŞGUL OLMAK
Bahsettiğimiz bu yan yana gelememe, organize olamama büyük eksiklik olmasına rağmen, muhafazakâr kültür dünyasının zayıf görünmesinin tek sebebi değil.
Muhafazakâr kesim uzun yıllar boyu içerikle değil, tepki ve özentiyle meşgul oldu. Herkes kendi içinde bulunduğu dar alandan düşman ve yabancı, hatta ajan gördükleri karşı çevreyle kendince mücadeleye girip kendi alanına taraftar toplamaya öncelik verdi.
Bu tarz bir mücadeleye rağmen Muhafazakâr kesim “sakın okunmasın” tavsiyelerine rağmen kendi dünyasının yazarlarından fazla karşı taraf gördüğü kesimin yazarlarını takip etti. Nazım Hikmet, Yaşar Kemal, Kemal Tahir, Aziz Nesin, Attila İlhan, Selim İleri, Edip Cansever, Orhan Pamuk, Elif Şafak vs gibi yazarları okuma ihtiyacı hissetti. Seksenli yıllarda muhafazakâr gençlik Kemal Tahir, Oğuz Atay, Selim İleri ve Atilla İlhan tutkunuydu. Çünkü onlar solun bunalımlarından, yanlışlıklarından bahsediyor, kemalizmi eleştirebiliyordu.
Şu da bir başka gerçek: Her gruptaki Muhafazakâr kesimin ortak üstadları kabul edilen Necip Fazıl ve Sezai Karakoç’a duyulan hayranlığın temelinde bazıları belki farkında olmasa bile onların “soldan dönüş yapmış olmaları” yatar. Yani Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Cemil Meriç, İsmet Özel gibi isimler, eserlerinden çok soldan (süfli hayattan, komünizmden, din düşmanlığından) döndükleri için kıymetlidir. Ve onlar en güzel şiirlerini, yazılarını aslında solcuyken, aşıkken, muhafazakârlar için pek de uygun olmayan hayat tarzı içindeyken yazmışlardır.
Bazıları da, sola karşı solun diliyle antitez geliştirip çekim merkezi olmayı tercih etmiştir. Nuri Pakdil’in ve ona ait Edebiyat dergisi yazarlarının anlatım tarzı, kullandıkları dil tam bir sol dildir. Öyle ki, Pakdil’in kullandığı dil solun dilinden öte bir sol dildir. Muhafazakârların çoğunun uydurukça dedikleri dille, devrimci islamcı içerikler üretmiştir. Gerek Edebiyat dergisi, gerek Mavera dergisi yazarlarının çoğunun geçmişinde de solculuk vardır.
Yani sağın kültürel kitlesi, solun izinde gitmekten, takip etmekten (komşu evi gözetlemekten), onlara karşılık vermeye çalışmaktan kaynaklı bir “kutsal mücadeleyle”, bir savaşla meşgul olduğu için, kültürel eser anlamında üretim kısıtlı kaldı.
Ortaya konulan çalışmalarda çoğunlukla belli kalıpların dışına çıkılamadı. En aydın denilebilecek kişilerin eserlerinde bile muhafazakâr dünyanın doğal sonucu olarak evrensel sorunlara değinilemedi. Genelde din ve milliyetçi odaklı bakışa sahip olunduğu için, insan hakları, kürt sorunu, adalet, aşk gibi meselelere uzak durma gereği hissedildi.
Aslında eserlerde dinden, ahlaktan bahsedilmesi, bir eser için eksiklik değil. İnsan ve hayat için din doğal olarak yer alabilir. Ancak vaaz verir gibi anlatım veya onların dışındaki hayatı görmezden gelme, hayat biçimleri yönüyle yargılama, başka insanları anlamama eleştiri konusu.
Tolstoy, Dostoyevski, Victor Hugo muhafazakarların dine ve ahlaka değer verme yönüyle en beğendikleri yazarların başında gelir. Dünyanın en çok okunan romanı Tolstoy’un Anna Karenina romanı gerçekte bir hidayet romanı sayılır. Anna Karenina ile Kont Vronski’nin yasak aşkından çok bir ateist olan Konstantin Levin’in Hristiyan oluşu romanın temelini oluşturur. Keza Dostoyevski de eserlerinde dine önem verir, Hristiyanlığı yüceltir. Ancak hayran olunan yazarların eserlerinde dönemin sıkıntıları, ülkeye dair sorunlar da dile getirilir. İnsanların ruhsal gelgitleri, psikolojileri, yani insan ve hayat yer alır. Muhafazakâr yazarlarda ise ister istemez bazı kısıtlamalar söz konusudur.
Çünkü devlet muhalefetken düşman, iktidarken kutsaldır. Hükümet bizimse iktidarın hataları dile getirilmez. Yanlış yapan dindar biri eleştirilemez. İyi kalpli bir sarhoş yoktur varsa da mutlaka hidayete erer. Kürt sorunu meselesi, adaletsizlik konusu görmezden gelinir. Dönemin tanıklığı yapılmaz. İnsan ve hayat eserlerde “olduğu gibi” değil, “nasıl olması gerektiğine” dair yer alır. Bu durum aslında Türk edebiyatının genel eksikliğidir. O yüzden ülkemizde gerçek anlamda eser üretenlerin sayısı çok değildir.
Muhafazakâr kesimde elbette bu kısıtlamaları aşabilen nitelikli eser verenler var, onlar da muhafazakârların genel anlamda kültüre olan ilgisizliğin neticesi gün yüzüne çıkmakta zorlanmaktadır.
Kendisi kültüre ilgisiz kesim hükümetten kültüre destek bekliyor. İktidarın yirmi bir yıldır bu konuya bir türlü fırsat bulamadığını ama bu dönemde iktidarın kültür sanat dünyasına el atacağını düşünüyor.
Ancak kültür sanat sivildir, devlet desteğiyle gelişmez.