1 Temmuz’dan beri çok şey değişti; İstanbul Sözleşmesi’nden çekildik. Kadına Şiddetle Mücadele Ulusal Eylem Planlarının dördüncüsü açıklandı. Dördüncü Yargı Paketi tüm tartışmalara rağmen Meclis’te kabul edildi. Hepimizin ama en çok kadınların ve çocukların hayatını etkileyecek.
Bu arada kadınlar ve sivil toplum da ileriye dönük düşünmeye, planlamaya, çalışmaya ve toplumu dönüştürmeye devam ediyor.
Avukat Serpil Balat, 1 Temmuz öncesinde hem Meclis komisyonunda bir sunum yaptı hem de birçok kadınla birlikte Külliye’de Cumhurbaşkanı ile istişare toplantısına katıldı. Kendisiyle İstanbul Sözleşmesi’nden şiddetin kodlarına, oradan da istişare toplantısı izlenimlerine uzanan bir söyleşi gerçekleştirdik.
Kadına Yönelik Şiddet Komisyonu’nda kendi tabirinizle “Bir AK Parti yandaşı olarak” çok net ifadelerle İstanbul Sözleşmesi’ni savundunuz, feshini eleştirdiniz, LGBTİ+’ların hukuklarını savundunuz. Burada sormak istediğim, Sözleşme’den çekilmeyi savunanlarla sizi ayıran noktalar neler?
İstanbul Sözleşmesi’ne karşı çıkanlarla aslında ortak endişelere sahibiz. Biz de aile kurumunun çok önemli olduğunu ve korunması gerektiğini düşünüyoruz. Biz de çoluk çocuğumuzun cinsiyet kimliği gelişimi sağlıklı olsun istiyoruz. Aile yapımızın içinde bulunduğu sorunlar konusunda herkes hemfikir ama sebepleri ve çözümü konusunda farklı düşünüyoruz. Biz de gençlerin 20’li yaşlarda evlenmesinin teşvik edilmesi gerektiğini savunuyoruz ama kesinlikle evlilik yaşının 17 yaş altına inmesini tasvip etmiyoruz.
Biz de anneliğin çok önemli bir rol olduğuna inanıyoruz ama babalığın rolünün de en az annelik kadar, hatta daha fazla önemli olduğuna inanıyoruz. Anneliğin kadının mesleğini icra etmesinin önünde bir engel olmadığını savunuyoruz. Kadın istihdamı arttırılmalı diyoruz.
Gençlerdeki farklı cinsiyet yönelimlerinin sebepleri konusunda da ayrışıyoruz. Yapılan araştırmalar gösteriyor ki çocuklardaki ve gençlerdeki cinsiyet kimliği hoşnutsuzluğunun en büyük sebebi İstanbul Sözleşmesi veya LGBT aktivizmi değil, 0-6 yaş arasındaki çocukların maruz kaldığı hatalı anne-baba davranışlarıdır. Ya da başka deyişle hatalı ebeveyn modelleri veya bozuk aile dinamiğidir.
Mesela İstanbul Sözleşmesi aileyi yıkıyor diyorlardı. Bir sözleşme ne aileyi yıkar ne de aileyi kurtarır. Bizim aile yapımız sağlam temellere dayanmıyor mu ki bir sözleşme aile yapımızı dinamitlesin. Yine güçlü kadın aileyi yıkıyor diyorlar, biz de tam tersi güçlü kadın aileyi toparlıyor, aileyi güçlendiriyor diye düşünüyoruz. Ayrıştığımız bir nokta da kadına yönelik şiddeti genel şiddet olaylarından ayırmamak gerektiğini düşünüyorlar. Bunu doğru bulmuyoruz.
Yine yapılan araştırmalar gösteriyor ki ülkemizdeki kadınların yüzde 30’u en yakını bir erkek tarafından, yani eşi veya eski eşi, babası veya kardeşi tarafından şiddete uğruyor. Siz hiç eşi tarafından veya kız kardeşi ya da annesi tarafından öldürülen erkek duydunuz mu? Birkaç istisna dışında yok böyle bir şey. Aile kurumunu kutsamamız maalesef aile içinde erkekten kadına bir şiddetin var olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Şiddetin temel sebepleri nerede gizli sizce, kodlarını nerede aramalıyız?
Kadına şiddetin temelinde sosyo-kültürel ve ekonomik faktörlerin, farklı sosyal çevrelerden gelmenin, ikili ilişkilerden kaynaklı sorunların, toplum baskısının, psikolojik faktörlerin, alkol ve madde bağımlılığının yer aldığı görülmekle birlikte gerçek sebebin kültürel kodlarla ilgili olduğunu düşünüyoruz. Kadına yönelik şiddeti genel şiddet olaylarından ayıran özellik cinsiyet temelli olmasıdır. Dışarıda bir karıncayı incitmekten çekinen bir erkeğin evdeki eşine şiddet uygulaması başka nasıl açıklanabilir.
Kadına karşı şiddetin, kadını insan olmada kendiyle eşit görmeyen; hâkimiyeti altında, tasarruf edilebilecek bir şey olarak gören bir zihniyetin ürünü olduğunu görüyoruz. Biyolojik farklılıklar, kültürel cinsiyet rolleri ile daha keskin bir yapıya bürünmüştür. Halbuki kadın ve erkek insan hakları bağlamında eşittir. Huzurlu ve mutlu ailelerde kadın ve erkek rolleri hakkaniyete uygun belirlenmiştir.
Karşı çıkanların argümanlarını da biraz açabilir misiniz; nerelerde yanlış anlaşıldı, nasıl manipüle edildi?
İstanbul Sözleşmesi’ni de ayrıntılı çalışılmış, ev içi şiddeti tüm yönleriyle ele alan çerçeve bir metin olduğu için çok önemsiyorduk. Kadına yönelik şiddetin ve ayrımcılığın önlenmesi konusunda taraf devletlere önemli görevler yüklüyordu. Ama sözleşmenin içinden bazı kelimeler seçilerek tüm metin manipüle edildi.
Aslında bütün sözleşmelerde olduğu gibi İstanbul Sözleşmesi’nde de tanımların nasıl anlaşılması gerektiği açıkça belirtildiği halde bazı kimseler bu tanımları kendi zihin kodlarına göre yorumladılar. Kanunların yorum yöntemleri arasında bulunmayan batıni yorum yaptılar. Öyle iddialarda bulunuyorlar ki, metinde nerede yazıyor diye sorduğumuzda “Metnin lafzında olmayabilir ama bagajında çok tehlikeli şeyler taşıyor” diyorlardı. Batı’nın bizim göğsümüze soktuğu bir hançer, ifadesini bile kullandılar. Sanki Batı ile etkileşimimiz ilk bu sözleşme ile başladı.
Ne hazindir ki Batılılaşma karşıtlığına, onlarca sözleşme ve kanun dururken kadına şiddetin önlenmesi için hazırlanmış bir sözleşmeden başlamayı uygun buldular.
Örneğin sözleşme tanımlar kısmında toplumsal cinsiyet eşitliği kavramından kadın ve erkeğe toplumun yüklediği rollerin anlaşılması gerektiğini söylerken, sözleşme karşıtları toplumsal cinsiyet eşitliğini üçüncü cinse kapı aralayan bir tanım olarak yorumladılar.
Dördüncü maddede geçen ‘cinsel yönelim’ ifadesinin eşcinsel evliliklere geçit veren bir madde olduğuna inanıyorlar. Cümlenin başındaki ‘mağdur’ kelimesini görmezden geldiler. Mağdur kelimesi ceza hukukuna aittir. Aile hukuku ile bir ilgisi yoktur. Cinsel yönelimi farklı bireylerin de şiddetten korunması gerektiğini söyleyen bir cümle, nasıl olur da eşcinsel evliliklere kapı aralar hiç anlamadık. Toplumsal cinsiyet kavramını cinsiyetsizlik teorisi olarak, LGBT bireylerin şiddetten korunma hakkını da evlenme hakkı olarak yorumladılar. Hiç ilgisi olmamasına rağmen evden uzaklaştırma, süresiz nafaka ve erken evliliği bile bu sözleşme çerçevesinde tartıştı İstanbul Sözleşmesi karşıtları. Hatta absürt bir şekilde ensest ilişkiyi meşrulaştırdığını bile savundular.
Yine sözleşmede geçen ‘şiddete onay veren gelenek, görenek örf ve adetin kökünü kazıyın’ ifadesini kırparak sözleşme gelenek göreneğimizin kökünü kazıyacak diye korku dağıttılar. “Sözde namus” kavramını, namus anlayışını reddediyor diye genellediler. Sanki bizim töre cinayetleri gibi bir sorunumuz hiç yokmuş gibi davrandılar. “Kol kırılır yen içinde. Kızını dövmeyen dizini döver. Kocandır, sever de döver de. Gelinliğinle çıktın kefeninle geri dönersin. Bir tokattan bir şey olmaz…” Daha da çoğaltabileceğimiz bu örnekler bizim zihin yapımızı oluşturmuyor mu? Bu zihniyetle mücadele etmemiz gerekmiyor mu?
İstanbul Sözleşmesi’ni tümüyle savunurken temel dayanağınız neydi?
İstanbul Sözleşmesi’ni, herhangi bir maddesinin milli ve manevi değerlerimiz için tehlike oluşturacağına inanmadığımdan dolayı savundum. Genel olarak hukuk sosyoloji yaratmaz ama sosyoloji hukuk yaratır. Bir kişinin dahi ayağına değecek taşı kaldırmayı düstur edinmiş, kimden olursa olsun, kime olursa olsun her türlü şiddetin karşısında olan bir dinin mensupları olarak; 2011 yılında İstanbul Sözleşmesi’nin imzalanmasını ev içi şiddetle mücadelede çok önemli bir adım olarak görmüştük. Tam da beklentimiz doğrultusunda ev içi şiddetle mücadeleyi bütüncül bir yaklaşımla ele almıştı sözleşme. Bir Avrupa Konseyi sözleşmesi olmasından da rahatsızlık duymadık.
Doğru ve hakikat, bir mü’minin yitik malıdır. Nerede bulursa alır. Kötülüğü önleyici her türlü tedbirin yanında olmak aynı zamanda insani bir vazifedir. Kadına şiddet gibi evrensel bir sorunun çözümü için uluslararası işbirliği yapılması anormal bir şey midir? Bir insanın başına gelen bir sorun tüm insanlığın başına gelmiş bir sorundur. Hele ki bir kadının başına gelen bir sıkıntı, etkisini kuşaklar boyu sürdürecektir. Avrupa Konseyi genel sekreterinin açıklamaları da İstanbul Sözleşmesi’nin ev içi şiddetin ve her türlü ayrımcılığın önlenmesi dışında herhangi bir arka planının olmadığı yönündeydi. Kısacası İstanbul Sözleşmesi çok sağlıksız bir zeminde tartışıldı ve günah keçisi ilan edildi.
Sunumunuzdan sonra soru cevap kısmında tabii partili komisyon üyelerinden tatsız eleştiriler aldınız. AK Parti’yle ilgili düşüncelerinizi, yaklaşımınızı etkiledi mi?
Büyük tabloya baktığımda AK Parti hükümetleri Cumhurbaşkanımızın liderliğinde cumhuriyet tarihinin en özgürlükçü, en icraatçı, en demokrat ve en çoğulcu hükümetleri olmuştur. Bu ‘en’leri daha da çoğaltabiliriz. Kimseyi ötekileştirmeden her kesimi kucakladığı için de toplumun yarısının oyunu alabilmiştir. Hiçbir toplumsal sorunu görmezden gelmediler. Hayalini bile kuramadığımız yasal düzenlemeler yaptılar. Vesayetin her türüne karşı dik durdular.
Hayati öneme sahip bu mevzulardaki tüm gelişmelerin devam etmesi ve bir nebze bile olsun geriye dönülmemesi için de değerli vekillerimizin eleştirileri dikkate alması önem arz etmektedir.
Komisyonun işleyişini nasıl buluyorsunuz? 2015’ten beri düzenli olarak neredeyse her yasama yılında kadına şiddetle ilgili bir komisyon kuruluyor. 2015-2016 raporu dışında rapor çıkmamış. Onca zaman ve emeğin sonucunu insan merak ediyor doğrusu.
Kadına şiddetin önlenmesi ile ilgili kurulan komisyonlar önemli. Birbirinden farklı düşünen insanların davet edilmesinin sorunun çözümünü kolaylaştıracağını düşünüyorum. Komisyondaki tüm milletvekillerinde bir savunma içgüdüsü hakimdi. Açıkçası bu beni şaşırttı. Benim konuşma yaptığım gün CHP milletvekilleri komisyonda yoktu. Komisyonu terk etmişler. Komisyonun terk edilmesini de çok garip buluyorum.
Ülkemizin en önemli sorunlarından birinin birbirimizi dinleyemememiz olduğunu düşünüyorum. Düşünce özgürlüğü var diyoruz. İstediğini düşün ama konuşma. Maalesef pratikte konuşma özgürlüğü yok. Tektipçilik her kesimin sorunu. Herkes kendi fikrini onaylayan fikirlere özgürlük tanıyor. Kimse ezberi bozulsun istemiyor. Bir de linç kültürü oluştu. Benim gibi düşünmüyorsan yok olmalısın. Çok tehlikeli bir gidişat bu. Böyle giderse hakikate nasıl ulaşacağız bilemiyorum. Toplumsal barış için ortak paydalarımızı arttırmamız gerekiyor. İlkemiz, her sözü dinleriz ama sözün güzeline uyarız, olmalı.
Çeşitli kadın örgütleri başkanları, akademisyenlerle birlikte Cumhurbaşkanı ile istişare toplantısına katıldınız: Toplantıya dair izleniminizi nedir ve hangi duygularla ayrıldınız?
Cumhurbaşkanımız ile yapılan istişare toplantısına katılan STK yöneticileri ile akademisyenler İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılmasını doğru bulmadıklarını, bu durumun kadınları korunmasız kaldığı doğrultusunda kötü bir algı oluşturduğunu ve bunun giderilmesinin elzem olduğunu belirttiler.
Cumhurbaşkanımız her zamanki gibi çok samimi ve mütevazıydı. Konuşulanları dikkatle dinledi ve not aldı. İnteraktif bir toplantı oldu. Herkesin karşılıklı olarak özgürce konuşabildiği, fikirlerinden dolayı tepki görmediği çok rahat bir ortam vardı. Konuşmasında ‘kadına şiddetle mücadelede geri adım atılmasının mümkün olmadığını, 6284 sayılı yasanın uygulama hatalarını gidereceklerini, yasadan taviz verilmeyeceğini’ anlattı.
Cumhurbaşkanımız, bakanımız ve vekillerimiz İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılmasının kadına şiddetle mücadeleye ket vurmayacağı teminatını verdiler ve gerçekten ikna olduk. Takipte olduğumuzu belirttik.
1 Temmuz’da (sözleşme akdinin bittiği tarih) Cumhurbaşkanı Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele 4. Ulusal Eylem Planı’nı açıkladı. Katıldığınız istişare toplantısı sonrasındaki beklentilerinize uygun bir eylem planı mı açıklandı sizce?
Evet, 4. Ulusal Eylem Planı, Cumhurbaşkanlığında katıldığımız istişare toplantısı sonrasındaki beklentilerimize uygundu. İstanbul Sözleşmesi feshedilmiş olabilir ama ruhu yaşıyor diye düşündürdü.
İstanbul Sözleşmesi’yle ilgili geri dönüş yok gibi görünüyor. Fakat sözleşmenin içeriğini uygulamak yönünde hem kamu hem de sivil alanda neler yapılabilir, yapılmalı?
Özellikle sivil toplumda kadın örgütlerinin bir diğerini ayırmadan bir araya gelerek iş birliği yapmasının, devletle pazarlık edilmesinin şart olduğunu düşünüyorum.
Ben de STK’lar arası işbirliğini önemsiyorum. Zaten İstanbul Sözleşmesi yürürlükte olduğu süre içinde, kadınların şiddetten korunması, şiddet gördülerse tekrar görmelerinin önlenmesi ve şiddet vuku bulduysa faillerin cezalandırılması ile ilgili genel mevzuatımızda gerekli düzenlemeler yapılmıştı. Bu düzenlemelerde herhangi bir geri adım olmayacağı kanaatindeyiz. Önemli olan uygulama hatalarının asgariye indirilmesi.
Son olarak 4. Yargı Paketi kabul edildi. Oradaki bazı maddeler, özellikle “cinsel istismarda somut delil” içeriği çokça tartışılıyor. Sizin düşünceniz nedir bu konuda?
4. Yargı Paketinde getirilen yeni düzenleme ile katalog suçlarda tutuklama kararı için ‘somut delil’ aranması kuralı, cinsel saldırı ve cinsel istismar suçlarını istisna tutarak düzenlenmeliydi. Bu yanlıştan en kısa zamanda geri dönüleceğini umut ediyorum. Cinsel istismar suçları işleniş niteliği açısından zaten zor delillendirilebilen suçlardır. Failler kimsenin bulunmadığı, tenha veya kapalı yerlerde iz bırakmadan bu suçu işlemekteler. Bu suçların genellikle hiç tanığı olmaz. Ayrıca genellikle hem kadın hem de çocuk mağdurlar istismara maruz kaldıkları anda bunu şikâyet konusu yapamayıp belli bir süre geçtikten sonra şikâyette bulunmaktalar. Geçen süreye bağlı olarak fiziksel ve biyolojik deliller ortadan kalkabiliyor. Daha önce olduğu gibi mağdurun beyanı somut delil kabul edilmelidir. Aynı zamanda psikolog raporları ve adli tıp raporları da somut delil kabul edilmelidir.
________
Serpil Balat: İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu, AYSİT Vakfı Başkanı. Yıllardır çeşitli STK’larda İnsan Hakları ve Hukuku alanında aktif çalışmalarda yer aldı. Aynı zamanda ceza yargılamasında uzlaştırmacı avukat olarak çalışıyor. Balat Hukuk Bürosu kurucuların.
Hukuk alanındaki çalışmalarının yanı sıra sivil toplum bilincini geliştirmeye, güçlendirmeye yönelik çalışmalarına devam etmektedir.