Geçmişte YÖK başkanlığı yapmış bir bürokrat olarak biraz da akademiyanın durumundan bahsetmek gerekirse; mevcut rektör atama politikasını nasıl bulduğunuzu öğrenmek istiyoruz? Önceki atama şekli ile bir karşılaştırma yapmanızı istesek? Sizce rektör seçimi nasıl olmalıdır?
Soruyu tersten düşünerek cevap vermeye çalışayım. Rektör seçimleri uygun olsaydı hiç yayını olmayan ve hiç atıf almayan bu kadar rektörümüz olur muydu? Bugüne kadar akademimizde görülmeyen bir olaydır. Rektörler tamamen biat prensibiyle seçilmektedirler. Seçenin üniversite diploması şaibeli olursa seçtikleri de maalesef kendisi kadar liyakatli oluyor.
AKP gittiğinde YÖK olmayacak ve rektör seçimleri ister üniversite içerisinden isterse de dışardan gelen üyelerden kurulmuş heyetlerce seçilecektir. Seçici kurulun nasıl teşkil edileceğine her üniversite kendisi karar verecektir.
Türkiye’deki üniversiteleri, son 20 yıldaki yayın ve diğer bilimsel performans açısından nasıl buluyorsunuz? Üniversitelerimizin uluslararası indekslerde taranma, yayın sayısı, atıf sayısı, özellikle de Web of Science açısından akademik yayınlara, dergilerin niteliğine ve sayısına dair neler söylenebilir?
Ülkemizde garip bir durumla karşı karşıyayız. Bilimselliğin ölçüsü olan bütün parametrelerde bazen yükseliyor bazen de aşağı iniyoruz. Bu, hakemli dergilerde yayınlanan makale sayılarından yenilik indeksindeki sıramıza kadar geçerli. Scopus’a göre 2021 yılında 67.150 yayınla 17. Sıradayız. G. Kore 101.692 yayınla 13. ve İran 77.346 yayınla 15. sıradadır. Bu iki ülke hemen her karşılaştırmada kullandığımız ülkeler. Her iki ülke de hakemli dergi makalelerinde bizi geride bırakmış durumda.
Bilimsel dergilerin dünya sıralamasındaki yerine baktığımızda Scopus’da Türkiye adresli dergilerden en erken listeye giren derginin 4406. sıradaki Journal of Sports Science and Medicine olduğunu görürüz. Listeye en son giren Türkiye adresli dergi ise 14777. sıradaki Turkish Journal of Physical Medicine and Rehabilitation’dır. Yıllar içerisinde dergilerin sıralamasında değişiklikler olmuştur. 2019 yılında 3881. sırada olan bir dergi varken 2020 yılında 5901. sıraya gerilemiş bir dergi ve 2021 yılında 4406. sıraya çıkan bir dergi görünmektedir. İki Türkiye adresli dergi ise ilk 5 binin içerisinde yer almaktadır.
Üniversitelerin dünya üniversiteleri arasındaki sıralarına bakılırsa Times Higher Education (THE) sıralamasında Türkiye’den toplamda 66 üniversitenin bulunduğu ve 1000’nin üzerindeki sıralarda yer aldıkları görülür.
Türkiye, bir milyon nüfusa düşen 1775 AR-GE personeli ile 39. sırada yer almaktadır. G. Kore 8714 AR-GE personeli ile dünya birincisi ve İran 1659 AR-GE personeli ile 44’üncü sıradadır. En fazla AR-GE personeli olan ilk on ülke G. Kore’den sonra İsveç, Danimarka, Finlandiya, Singapur, Norveç, İzlanda, Hollanda, Yeni Zelanda ve Avusturya’dır. G. Kore’nin AR-GE personel sayısı Türkiye’nin AR-GE personel sayısının yaklaşık 5 katıdır.
2000 yıllarının başında Türkiye’nin AR-GE harcamasının GSYH içindeki payı 0,47 iken 2020 yılı itibariyle bu oran yüzde 1’i geçmiştir. Bu kısmî bir artışa işaret etmektedir. Son 20 yılda sağlanan % 113’lük artışa rağmen halen OECD ülkelerinin yaklaşık yüzde 2,3’lük ortalamasının gerisinde kalmaktadır.
2020 patent başvurularına bakıldığında Türkiye’nin 13. sırada yer aldığı görülür. Güney Kore 4. ve İran 10. sıradadır. Güney Kore’nin 188681 olan başvuru sayısına karşılık Türkiye’nin sadece 7893 başvurusu vardır. ABD ambargosu altındaki İran’ın başvuru sayısı 12030’dur. Patent başvuruları esas alındığında Türkiye’nin çok iyi bir yerde olduğunu söylemek zordur.
Türkiye Global Yenilik İndeksinde (GII) dünyada 37. sırada bulunmaktadır. Bir önceki yıl 65. sırada bulunmaktaydı. 2022 yılındaki yenilikçilik performansı ile Türkiye Kuzey Afrika ve Batı Asya olarak belirlenen bölgede İsrail ve Birleşik Arap Emirlikleri ile birlikte en iyi üç yenilikçi ülkeden biri olarak gösterilmiştir. GII 2022 raporunda Çin, Türkiye ve Hindistan’ın yenilik merkezi konumlarını muhafaza ettikleri ve Türkiye ve Hindistan’ın ilk defa ilk 40 ekonomi arasına girdiği vurgulanmaktadır. Ayrıca raporda Türkiye’nin Çin dışında büyüme kaydeden tek orta gelirli ekonomi olduğu ve 2020’de toplam AR-GE’nin yüzde 4,2 ve ticari AR-GE’nin yüzde 5,2 arttığı belirtilmektedir.
Ülkemizin bilim performansının kısa bir özeti bu. Bir türlü devamlı artan bir gelişme doğrusunu yakalayamadık. Yaşadığımız bu deprem felaketi de inişli çıkışlı gelişmemizi olumsuz yönde etkileyecektir.
Son 20 yıla bakıldığında nicel olarak yükseköğretime erişim açısından ciddi imkânlar sağlandı. Peki, yükseköğretim kurumlarının sayısının artmasına karşın nitelikte bir yükseliş oldu mu? Dünyadaki ilk 500 üniversite içine girme tartışmaları yapılıyor. Türkiye’deki üniversiteler dünyada kullanılan parametreler (Times Higher Education (THE) ve Shanghai Sıralama Danışmanlığı tarafından yapılan Dünya Üniversiteleri Akademik Sıralaması (Academic Ranking of World Universities, ARWU gibi) açısından neden istenen düzeyde değil?
Son yıllarda gerçekleşen niceliksel büyüme çok ani ve plansız yaşandığı için beklenen kalite yakalanamadı. Dünya sıralamalarına girmek için eğitime daha çok yatırım yapmamız gerekmektedir. Bu sadece okul binaları yapmakla olmuyor. Her ile bir üniversite ideali ile yola çıkarsanız dünya listelerinde ilk sıralara tırmanamazsınız. Ama ideali dünya üniversite listelerinde ilk sıralar olarak belirler ve ona göre üniversitelere yardım ederseniz hedefinize ulaşmanız mümkün olur. YÖK’ün yaptığı gibi üniversiteleri suni olarak gruplar ve araştırma üniversitesi dediğiniz üniversitelerden başarı beklerseniz, hiçbir zaman o hedefe ulaşamazsınız. Ülkemizde kendiliğinden başarılı olan üniversiteler var. Bu üniversitelere yapılacak fazladan yardımlar o listelere girmemizi sağlayabilir.
“Doktoraların kalitesi ile ilgili ciddi endişeler vardır”
Lisansüstü eğitim ve öğretim elemanı yetiştirme politikasını nasıl buluyorsunuz? Buna ilişkin varsa modelinizi veya çözüm adımlarınızı dinlemek isteriz?
Ülkemizin bir gerçeği de şudur ki, yeteri kadar lisansüstü mezunumuz bulunmamaktadır. Bu özellikle doktoralı elemanlar için geçerlidir. AR-GE faaliyetlerinde ileri gitmek istiyorsanız önce gerekli doktoralı elemanları yetiştirmeniz gerekir.
Çözüm daha hak eden üniversitelerde fazla doktora programı açıp mezun vermektir. Bilindiği gibi ülkemizde yapılan doktoraların kalitesi ile ilgili ciddi endişeler vardır. Yeterli akademisyeni olmayan küçük üniversitelere doktora programları açma izni verildi. Yeterli ve yetkin akademisyenlerin olmaması AR-GE’de görev alacak istenilen sayıda ve kalitede elemanların yetişmemesine neden oldu.
“Pedagojik formasyon derslerine müfredat içinde yer verilmesi faciadır”
Yapılan son bir düzenleme ile tüm yükseköğretim öğrencilerinin 2. 3. ve 4. sınıftan başlayarak seçmeli pedagojik formasyon dersi ve sertifikası almasının önü açıldı. Dileyen her öğrenci bu dersleri alabilecek ve öğretmen olarak atanma hakkına sahip olacak. Hem öğretmen yetiştirme politikası hem de MEB açısından bu durumu nasıl değerlendirirsiniz?
Bu öğretmenlik mesleğine yapılmış en büyük kötülüktür. Zaten atanmamış yüzbinlerce öğretmenimiz varken bu kapıyı neredeyse herkese açmak çok yanlış bir karardır. Hele pedagojik formasyon derslerine müfredat içinde yer verilmesi başlı başına bir faciadır. Öğretmenlerin en fazla ihtiyaç duydukları uygulamalı derslerdir. Formasyon derslerinin müfredata dâhil edilmesi uygulamanın daha az yapılması anlamına gelecektir.
Bu son düzenleme dediğiniz gibi sayıları 350 bin-400 bin arasında olduğu tahmin edilen atanamayan öğretmenler sorununu daha bir katmerleştirecek gibi. Her yıl ortalama mezun olan 45 bin, emekli olan 15 bin ve atanan 40 bin öğretmenin olduğu ülkemizde, yıllardır biriken bu soruna yönelik sizin MEB-YÖK işbirliği ekseninde bir çözüm modeliniz vardı. Bize bu çözüm modelinizden biraz bahseder misiniz?
Aslında iki çözüm modelimiz var. Birisi uzun erimli diğeri ise hemen başlanabilecek bir çözüm. Önce uzun erimli ve milli mutabakat gerektirecek çözümden bahsedeyim. Bu özü itibariyle 8 yıl Eğitim Fakültelerine sembolik sayıda (fakülte başına 18 öğrenci) öğrenci almayı ve dışarıda bekleyen aday sayısını büyütmemeyi hedeflemektedir. Bugün fakültelerde okuyan öğrenciler 4 yıl içerisinde mezun olacaklar. 5. Yıldan itibaren eğitim Fakülteleri 40-45 bin arası mezun vermeyecektir. Öğrenci almayan fakülteler yeni atanmış öğrencilere ve atanmamış yeni mezunlara yüksek lisans vereceklerdir. Bundan böyle konusunda tezli yüksek lisans derecesi olmayanlar öğretmen olarak atanamayacaklardır.
MEB her yıl normalde atadığı 20 bin adaya ilaveten 20 bin daha bekleyenlerden atama yapacaktır. Her yıl atanan 40 bin öğretmenle 8 senede 320 bin öğretmen adayı atanacak ve aynı şekilde 320 bin öğretmen yüksek lisans derecesi almış olacaktır. 8. yıldan sonra Eğitim Fakülteleri sayısı yarı yarıya indirilecek ve toplamda 25 bin öğretmen adayı mezunu sağlanacaktır. Bu tedbir ihtiyaçtan fazla öğretmen adayı yetiştirmemek amacıyla alınmalıdır.
İkinci çözüm aslında silahlı kuvvetlerde uygulanan bir yaklaşımdır. Kurmay olamayan personele en son ulaşacağı noktadaki hakları verilerek erken emekli olmaları sağlanmıştır. Aynı çözüm öğretmenlerimiz için de uygulanabilir. Sorun daha kısa zamanda çözülmek istenirse iki çözüm aynı anda kullanılabilir.
AKP’nin iktidarı bırakmasıyla birlikte YÖK kaldırılacak
Bildiğiniz gibi YÖK’ün kaldırılmasından yeniden yapılandırılmasına kadar birçok yaklaşım söz konusu. Üniversitelerin özerkliği, şeffaflığı ve işlevi açısından YÖK gibi bir üst kurula sizce ihtiyaç var mıdır? Eğer varsa mevcut halinden hemen hemen her kesim rahatsız ise sizce YÖK yeniden nasıl yapılandırılmalıdır? Dünyada YÖK benzeri yapılar var mı? Varsa bu yapı ilgili ülkelerde nasıl işlemektedir?
AKP’nin iktidarı bırakmasıyla birlikte YÖK kaldırılacak ve üniversiteleri temsilen bir üst kurul oluşturulacaktır. YÖK’e benzer kuruluşları olan ülkeler de var hiç olmayanlar da. Avrupa’da en yaygın olan bizim üniversitelerarası kurula benzeyen üniversitelerin ortak sorunlarının tartışıldığı ve hepsini ilgilendiren konularda tavsiye kararları alan kuruluşlardır. Kararların bağlayıcı bir yanı yoktur.
Yükseköğretimi bir de sosyo-politik açıdan değerlendirmeye tâbi tutacak olursak, sizce demokratik işleyiş, düşünce özgürlüğüne verdiği önem, akademik özgürlük ve akademik ahlaka biçtiği konum ve hesap verilebilirlik açısından karşımıza nasıl bir tablo çıkar?
Üniversitenin bu konulara verdiği önemden çok üniversiteye istediği kadar özgürlük tanınıyor mu? sorusu tartışılmalıdır. Mali açıdan tamamıyla devlete bağlı olduğu için siyasiler hiçbir zaman üniversite özgürlüğüne gereken önemi vermemişlerdir. Onların gözünde üniversiteler devletin gözetimi ve denetimi altında bilimsel çalışmalar yapan ve bilgiyi gelecek nesillere aktaran kuruluşlardır. İktidarlar, istedikleri zaman üniversiteye müdahale edebilir ve akademisyenlerin işlerine son verebilirler. 1961 Anayasası en özgürlükçü 120. Maddeyi içinde barındırırken 1970’lerin öğrenci hareketleri sonucu iktidar üniversiteleri kontrol amacıyla YÖK’ü kurmuşlardır. O tarihten beri üniversiteler gerçek özerklikten uzaktır.