Ana SayfaÖZEL HABERRÖPORTAJ | “AP’nin başına kürtaj karşıtı biri seçilebilir; birkaç yıl önce bunu...

RÖPORTAJ | “AP’nin başına kürtaj karşıtı biri seçilebilir; birkaç yıl önce bunu diyene gülerlerdi”

NTV’nin Strasbourg temsilcisi Kayhan Karaca, Avrupa’daki aşırı sağ yükselişi Serbestiyet’e anlattı: “Ocak ayında Strasbourg’da AP’ye yeni başkan seçilecek. Kürtaj karşıtlığıyla ün yapmış Maltalı Hıristiyan Demokrat kadın aday Roberta Metsola favori konumunda. Kürtaj karşıtı bir siyasinin AP başkanı seçilmesi popülist akımların ne kadar güçlü hale geldiğinin göstergesidir... Nisan 2022’de Fransa’daki seçimlerin favori adaylarından Zemmour’un partisinin adı: "Reconquête". “Yeniden Fetih” demek. “Fransa’yı yeniden kurtarmaya geliyoruz, yeniden fethetmeye geliyoruz” diyor. Yani Müslümanlar Fransa’yı aldılar diye bir tezi var. Çok tehlikeli şeyler bunlar. 1930'ların Avrupası’nı anımsatıyor.

NTV’nin deneyimli Strasbourg temsilcisi Kayhan Karaca’yla, Avrupa’da aşırı sağcı akımların yükselişini, onların yükselişi sırasında Avrupa solunun durumunu ve yaklaşan Fransa Cumhurbaşkanlığı seçimlerini konuştuk.

Son yıllarda sıklıkla Avrupa’da yükselen aşırı sağ akımlardan bahsediliyor. Kimdir bu Avrupa’daki aşırı sağcılar? Siyasi kökenleri, gelenekleri nedir?

Avrupa’da aşırı sağ deyince Neonaziler, skinheads veya onlara benzer gruplar akla geliyor. Eskiden öyleydi ama artık öyle değil. Bugün karşımızda çok daha geniş bir spektrumda konumlanmış siyasi partiler ve oluşumlar var. Bunlara kimi ülkelerde popülistler, kimi ülkelerde aşırı muhafazakârlar, kimi ülkelerde aşırı sağcılar deniyor. Bazı ülkelerde milliyetçiler ya da ulusal egemenlikçiler deniyor.

Avrupa Birliği (AB) içindeki ülkelerde olanların hepsinin ortak bir paydası var: AB düşmanlığı. AB’yi milli kimlikleri yok ettiğini savundukları küreselleşmenin, liberal demokrasinin sembolü olarak görüyorlar. Bu nedenle bir anlamda karşısında alternatif oluşturmaya çalışıyorlar.

Bu partiler aşırı milliyetçi ve aşırı muhafazakâr kimliğe sahip. Liberal demokrasiye karşılar. Hıristiyan kültüründen ülkelerde faaliyet gösterdiklerinden, bu dinin gerekliliklerine bağlı kalmaya çalışıyorlar. Dolayısıyla ideolojinin yanında bir tür dinsel veya kültürel kimlik bunalımı da söz konusu.

Bu çevrelerin arkasında ülkeden ülkeye değişen güçler var. Mesela bazı ülkelerde Katolik Kilisesi var. Protestan kiliseleri daha liberal bir çizgideler ama Katoliklerin yoğun olduğu ülke ya da bölgelerde, özellikle gelenekçi ve köktendinci Katoliklerin çoğu bu tür partilere destek veriyor.

Bunların tarihçesine bakacak olursak; aslında 20’nci yüzyılın başından bu yana Avrupa’nın bütünleşmesine, Avrupa idealine karşı gruplar hep oldu. 20’nci yüzyıl başlarında bu gruplar tarafından geliştirilen söylemler 1920’lerde, 1930’larda İtalya’daki faşist hareket tarafından alınıp kopyalandı.

Nazi Almanyası’nda da benzer bir propaganda vardı ama onlarda şöyle bir değişiklik oldu: Naziler “Yeni Avrupa” diye bir kavram ortaya attı. Hitler Almanyası’nın kanatları altında yeni bir Avrupa ütopyası kurguladılar. Avrupa ülküsünü, Almanya’nın çıkarlarına hizmet eden bir Avrupa yaratmak için kullandılar. Buna “Yeni Avrupa Düzeni” adını verdiler. Onların “Yeni Avrupa”sı Nazi Almanyası egemenliği altında Avrupa’nın birleşmesi demekti. Resmi propaganda “Anglo-Sakson emperyalizmi ve Bolşevizme karşı Batı uygarlığı değerlerini savunma” üzerine kuruluydu.

Naziler buna karşı çıkan iki halka karşı “siz Avrupa’ya karşısınız” diye propaganda yürütüyordu. Bunlar İngiliz ve Sırp halklarıdır. İki ülkede de Nazilere karşı güçlü bir direniş vardı. Naziler İngilizlere “Avrupa karşıtı” diyor yani, çok bilinmez bu. Oysa İkinci Dünya Savaşı sonrası Batı Avrupa’yı, ABD ile birlikte İngilizler birleştirmeye başladı. Elbette bu ikilinin de bambaşka hedefleri vardı.

Soğuk Savaş döneminde Avrupa karşıtlığı görünür olmaktan çıktı. O dönem aşırı sağcı/milliyetçi gruplar için öncelikli düşman komünizm ve komünist rejimlerdi. 1950’lerde doğan Avrupa Ekonomik Topluluğu’na (AET) karşıtlık geri plana düştü. Sovyetler 90’ların başında dağıldıktan sonra, AET Orta ve Doğu Avrupa’daki eski Sovyetik ülkeleri bünyesine katarak yavaş yavaş bugün AB (Avrupa Birliği) olarak anılan oluşuma dönüştü.

AET döneminde siyasal entegrasyon ön planda bir konu değildi. Bu düşünce Sovyetik rejimlerin çöktüğü ortamda gündeme geldi. Sovyetler Birliği’nden boşalan yerin bir şekilde doldurulması ihtiyacı ortaya çıktı. Avrupa’daki eski Sovyetik rejimlerin yeniden Rusya’nın etrafında kümelenecekleri kaygısı hakimdi. 

AB’nin genişleme süreci kavramı da o dönemde bu ihtiyaçtan ortaya çıktı. Bu ülkelerin hepsi için AB üyelik süreçleri başlatıldı. Meşhur Kopenhag Kriterleri 1993 yılında kurumsallaştı. Eski Sovyetik rejimler AB rayına oturtuldu. Batı Avrupa liberal demokrasileri de buna paralel olarak daha fazla entegrasyon sürecine girdi. Schengen Anlaşmaları 1995’te yürürlüğe kondu. Sınırlar kaldırıldı, serbest dolaşım tamamen sağlandı. Maastricht ve Amsterdam Antlaşmaları hazırlandı.

2004’te Orta Avrupa ülkeleri, 2007’de Bulgaristan ve Romanya, 2013’te de Hırvatistan’ın girişleriyle entegrasyon süreci Avrupa’nın hemen hemen tamamını kapsamış oldu. Batı Avrupa ile Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri arasındaki liberal demokrasi anlayışı farkı dikkate alınmadan gerçekleşti bu genişleme süreçleri. Sonradan ortaya çıkabilecek, bugün gözlemlediğimiz türden sorunları kimse düşünmedi.  

Soğuk Savaş döneminde sessizleşen bu gruplar nasıl yükselişe geçti?

Aşırı sağcı akım ve partiler hep vardı. Ancak gerçek anlamda 1990’ların ikinci yarısından itibaren Batı Avrupa’da kurumsallaşmaya başladılar. Bu partileri eskiden herkes küçümserdi. Oy oranları yüzde 1-2 gibiydi. Hem oylarının az olmasından dolayı hem de seçim sistemleri sayesinde, hiçbir zaman iktidara gelebilecek potansiyele sahip olamamışlardı.

2008’de başlayan ekonomik krizle birlikte Avrupa’da aşırı sağcı/popülist partiler güç kazanmaya başladı. AB’nin zayıf yanları ilk defa su yüzüne çıktı. Avrupa bir barış projesidir; bu nedenle kriz dönemlerinde tökezlemeye başladı.

Yunanistan’daki kriz özellikle etkili oldu. Bir AB ülkesinin batmanın eşiğine gelebileceği görüldü. O zamana kadar hiç olmamış bir şeydi bu. Hem de 1981’den beri, İspanya ve Portekiz’le beraber AB fonlarından en çok yararlanmış üç ülkeden biri olan Yunanistan. 2004 ve 2007’de AB üyesi olan Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri bu kadar faydalanmadı fonlardan. Muhtemelen bu üç Güney Avrupa ülkesi kadar faydalanan da olmayacak bundan sonra.

Almanya, iflasın eşiğine gelen Yunanistan’ın euro bölgesinden çıkarılmasını dahi istedi. Atina’ya oldum olası ağabeylik yapan Fransa bunu zar zor engelleyebildi.

Krizden sonraki ilk Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerinde aşırı sağcılar o güne kadar elde edemedikleri oranda parlamenter çıkartmayı başardılar. AP içinde ilk defa özerk bir grup kurdular.

Trump’ı iktidara getiren fikirler Avrupa’da popüler oldu

Bu dönemde iki önemli gelişme daha oldu. Birincisi Brexit, yani Birleşik Krallığın AB’den çıkışı. Bu da bir ilktir. Çünkü o güne kadar bir üye ülkenin birliği terk edebileceği düşünülmemişti dahi. Birleşik Krallığın AB’den çıkmasında milliyetçiler, popülistler ve aşırı muhafazakârlar kilit rol oynamıştır. 

Diğer neden ise Avrupa dışı bir etmen olarak, ABD’nin başkanlığına bir popülistin, Donald Trump’ın seçilmesi. Trump’ı iktidara getiren fikirler Avrupa’da derhal yankı bulmaya, popüler olmaya başladı. Hatta ABD’deki popülist ve tutucu akım ve isimler Avrupa’da liberal demokrasiyle kavgalı hareketleri önce el altından, sonra da açıkça desteklemeye başladı. Trump’ın ilk siyasi gurularından Steve Bannon Avrupa turuna çıkarak, kendilerine benzer hareketlere ideolojik ve finansal destek vermeye başladı.

İtalya’da, Roma yakınlarında bir şato satın alıp, orayı Avrupa’daki aşırı sağcı/popülist parlamenterlerin eğitileceği bir seminer merkezi haline getirmeyi dahi tasarlamışlardı. Son anda bu iş olmadı.

Bannon’la Fransa’da görüşen, Fransa’nın aşırı sağcı lideri Marine Le Pen’in yeğeni Marion Marechal-Le Pen, Lyon’da bir enstitü açtı. Özel bir yüksek okul. O enstitüde kendi ideolojilerinde gençleri eğitiyorlar. Orada geleceğin aşırı sağcı/popülist liderlerini yetiştiriyorlar.


Steve Bannon ve Le Pen

Aşırı sağcıların çoğu, bir yandan Trump diğer yandan da Rusya lideri Vladimir Putin’e hayranlıklarını gizlemedi. Kimileri Moskova’ya davet edildi. Putin ile poz vermek neredeyse referans haline geldi. Hatta Kremlin tarafından finanse edildiklerine dair ciddi iddialar var.

Bu hareketler 2000’lere kadar kâğıt üzerinde partilerdi ama 2010’dan itibaren iktidara ortak olmaya başladılar. Mesela İtalya’da Lega (Kuzey Ligi) lideri Matteo Salvini içişleri bakanı oldu. Koalisyon ortağı olarak hükümete girdiler. Yine Avusturya’da koalisyon ortağı oldular. Fransa’da Le Pen’in aşırı sağcı partisi ana muhalefet partisi konumunda. Hollanda gibi liberal demokrasinin beşiği bir ülkede ana muhalefet partisi oldu aşırı sağcılar. Dünya genelinde sosyal demokrasinin beşiği gösterilen İskandinavya’da aşırı sağcı, yabancı düşmanı ve ırkçı partiler ana muhalefet partileri haline geldi. İsveç, Norveç, Danimarka, Finlandiya’ya bakın, hepsinde aşırı sağcı ya da popülist partiler son seçimlerde ilk üçtedir.

“Birkaç yıl önce AP’nin başına kürtaj karşıtı birinin seçilme olasılığı var deseniz gülerlerdi”

Avrupa’da bir de aşırı muhafazakâr bir akım var. Bunlar çok daha tutucu, Hıristiyanlık değerlerini daha ön plana çıkarıyorlar. Sırtlarını kiliseye dayayan bu akımlar özellikle Orta Avrupa ülkelerinde yaygın. Polonya ve Macaristan’da iktidardalar örneğin.

Bunlar da liberal demokrasiyle kavgalılar. Liberal demokratik değerleri ellerinden geldiği kadar baltalamaya çalışıyorlar. Batı Avrupa’daki liberal iktidarlar günümüzde özellikle Polonya ve Macaristan’ı “illiberal demokrasi”, yani liberal olmayan demokrasi olarak tanımlıyor.

Bu parti ve iktidarlar, üyeleri arasında Türkiye’nin de olduğu Avrupa Konseyi’nin değerleriyle çelişen politikalar yürütüyorlar. Bir Avrupa Konseyi organı olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) kimi kararlarıyla sorunları var. AİHM’i liberal değerleri temsil eden en kritik kurum olarak görüyor ve sert dille eleştirmekten çekinmiyorlar. 

AP’de aşırı sağcı parlamenterlerin grubu olduğu gibi, “Avrupa şüphecisi” ve ulusal egemenlikçi muhafazakâr parlamenterlerin de grupları var. Bu gruplar sık sık eylem birliği yapıyor, bazı dosyalarda ortak davranabiliyorlar. Hatta bazen yanlarına kimi Hıristiyan Demokratları da katabiliyorlar. Bu arada Macaristan Başbakanı Viktor Orban’ın partisi Fidesz, bu yıl mart ayına kadar AP’de Hıristiyan Demokrat grup içindeydi. Fakat hukuk devleti konusunda ideolojik uyuşmazlık nedeniyle bu grubu terk etti.

Ocak ayında Strasbourg’da AP’ye yeni başkan seçilecek. Kürtaj karşıtlığıyla ün yapmış Maltalı Hıristiyan Demokrat kadın aday Roberta Metsola favori konumunda. Seçilirse, Hıristiyan Demokrat, muhafazakâr ve aşırı sağcıların oylarıyla başkan olmuş olacak. Kürtaj karşıtı bir siyasinin AP başkanı seçilmesi popülist akımların ne kadar güçlü hale geldiğinin göstergesidir. Daha birkaç yıl öncesine kadar AP’nin başına kürtaj karşıtı bir parlamenterin seçilme olasılığı var deseydiniz, kimse inanmazdı, hatta gülerdi bu iddiaya.

Avrupa’daki aşırı sağcıların söylemleri arasında mülteci karşıtlığı geniş yer tutuyor. Son yıllardaki yükselişlerinde mülteci karşıtlığı yapmalarının etkisi oldu mu? Yine bununla bağlantılı olarak, Avrupa’da mülteciler hakkında kimi kesimlerde olan rahatsızlık gerçekten insanları bu akımlara yöneltecek kadar etkili mi?

Bu partiler 80’lerden bu yana yabancı düşmanlığı yapıyor. Fakat yabancı düşmanlığı kavramı zamanla kabuk değiştirdi. 1980’lerde Fransa’da en kalabalık yabancı topluluk Portekizlilerdi. Sokaktaki sıradan yabancı düşmanı Fransız, Portekizli göçmeni de sevmezdi. Portekizlinin Katolik olmasının önemi yoktu, yabancı göçmen olması yeterliydi. Portekizlilerle ilgili hoş olmayan fıkralar anlatılır, ünlü stand-up komedyenlerinin skeçlerinde aksanlarıyla alay edilirdi. Bugün yapsanız mahkemelik olursunuz. 

90’ların başlarından itibaren yabancı düşmanlığının yerini yavaş yavaş Müslüman düşmanlığı almaya başladı. Fransa örneğinde bunun en önemli etkeni, 90’ların ortalarında Cezayir kökenli İslamist örgütlerin Fransa’da gerçekleştirdiği bazı terör eylemleridir. Bu eylemler nedeniyle Avrupa’da Müslümanlara bakış değişmeye başladı.

Gerçek dönüm noktası 11 Eylül oldu elbette. 11 Eylül ABD’de meydana gelmiş olsa da, Avrupa’da sokaktaki vatandaş bunu Batı’ya, Hıristiyanlara yönelik bir saldırı olarak algıladı. ABD El Kaide’ye savaş ilan edince işin rengi tamamen değişti tabii.

O tarihten itibaren yabancı düşmanlığı kavramı Müslüman karşıtlığıyla neredeyse eşdeğer hale geldi. Bunu da siyasi planda en çok taşıyanlar aşırı sağcılar, aşırı muhafazakâr partiler ve bu partilere mensup siyasiler oldu.

Müslümanların şöyle bir zayıf yanı var. Çok eski bir göçmen kitlesi değiller. En fazla 60 yıllık bir maziye sahipler Avrupa’da. Son dönem gelenler arasında derdini anlatacak kadar dil bilmeyenlerin oranı oldukça yüksek. Yani entegrasyonunu tamamlayamamış bir kitleden söz ediyoruz. Mesela bugün 30-40 yıldır Almanya’da yaşayıp doğru dürüst Almanca konuşamayan Türkiye kökenli çok kişi var.

Dolayısıyla bu insanlar kendilerini savunacak donanımdan yoksunlar. Hakkınızı, hukukunuzu bilip, örgütlenip, kendinizi savunamadığınız zaman çok daha kolay bir hedef haline geliyorsunuz.

Zemmour fenomeni, Fransa’daki terör saldırılarının sonucu

Herhangi bir Batı Avrupa ülkesine gidin, bugün bir Latin Amerika ülkesinden veya Rusya’dan gelmiş bir göçmene karşı ırkçı tutum vardır ama bu, Pakistan’dan, Suriye’den, Irak’tan, Afganistan’dan gelmiş sığınmacıların yüzleştiği ayrımcılık ve ırkçılıkla kıyaslanamaz bile. Irkçılık olmasa bile Müslüman kimliğine sahip bireylere karşı genelde şüpheci bir yaklaşım söz konusu.

Fransa özelinde ayrıca bütün topluma travma geçirten iki tane büyük terör eylemi yaşandı. Bir tanesi Ocak 2015’de Charlie Hebdo dergisine yönelik terör saldırısı, diğeri ise 13 Kasım 2015’te Paris’in birçok noktasında eşzamanlı gerçekleştirilen ve 130 kişinin ölümüne yol açan terör saldırıları. Bu olaylar Fransa’nın toplumsal planda kimyasını değiştirdi.

Şimdi cumhurbaşkanı adayı olarak adını sıkça duyduğumuz Eric Zemmour denen fenomenin fitilinin ateşlenmesine de bu saldırılar neden oldu.

İspanya, Portekiz ve Yunanistan’da önceleri bu tip partiler yoktu. AB nimetlerinden en çok faydalanan bu ülkelerde dahi artık aşırı sağcı ve milliyetçi partiler prim yapıyor. Bunlar kaygı verici, çünkü AB politikalarını ister istemez etkileyen ve etkileyecek gelişmeler.

“Fransa’da bazı sol partiler LGBT haklarıyla uğraştıkları kadar işsizlerin sıkıntılarıyla uğraşmıyorlar”

Avrupa’da solun zemin kaybetmesinin bu partilerin yükselişinde rolü olabilir mi?

Tabii. Bu partilerin zemin kazanma nedenlerinden biri de Sovyetlerin dağılmasından sonra sol ideolojide ortaya çıkan boşluk. Sol genelde dar gelirlileri, emekçileri ama özellikle de işçi sınıfını temsil eder, savunur.

Soğuk Savaş sonrası solda oluşan ideolojik boşluğu sol kendisi dolduramadı. Dolduramayınca, solun temsil ettiği fikirlerin kimilerinin üstüne bu aşırı sağcılar yerleşmeye başladılar.

Fransa’dan bir örnek vereyim. 80’lerin ortalarına kadar Fransız Komünist Partisi’nin yüzde 15-20 oyu vardı. Gorbaçov döneminde azalmaya başlamıştı ama işçi sınıfının yoğun olduğu sanayileşmiş il ve ilçelerde yüzde 25-30’ları dahi görüyordu. Hatta Paris’in doğu, güney ve kuzeyindeki banliyölerin neredeyse tamamında belediyeler komünist partinin elindeydi.

Çok ilginç bir şekilde, Sovyetler çöktükten sonra, Komünist Parti’nin oy aldığı bu bölgelerde aşırı sağcıların oyları yükselmeye başladı. İşçi sınıfının oyları en soldan merkez partilere değil, siyasi yelpazenin diğer ucuna yöneldi.

Bugün herkesin unuttuğu bir şey var; sol her şeyden önce kolektif demek. Sovyetler Birliği çöktükten sonra sol kendisini daha ziyade bireysel haklara adamaya başladı. Oysa bireysel haklar liberal veya kapitalist partilerin öncelik verdiği bir başlıktır. Komünist ve sosyalist partilerin özellikle Soğuk Savaş dönemindeyken öncelik verdiği konular, kolektif haklardı.

Sol, Sovyetler çöktükten sonra kolektifi büyük ölçüde unuttu, bireysel hak alanına yöneldi. Oysa bireysel konuların zaten sahibi vardı. Sol çoğunluğu ve eski tabanını unuttu. Emek sendikaları zemin kaybetmeye başladı. Eski tabanı ise sandıkta solu unutmadı. Çoğunluk o arayışını unutmayınca aşırı sağcılar o boşluğu yavaş yavaş doldurmaya başladı. Şimdi neredeyse tamamen doldurdular. Fransız Komünist Partisi’nin yüzde 2 oyu yok bugün. Oysa anketler iki aşırı sağcı adayın oy toplamını yüzde 30 olarak gösteriyor. Fransa’daki tüm sol partilerin oy toplamı yüzde 25 etmiyor.

Bahsettiğiniz geçmişte solun tabanı olan ekonomik anlamda alt tabaka kesimler, “bu düzen değişsin” gibi bazı sloganları mı özlüyor?

Aynen öyle. Zaten sosyal demokratlardan da duyamadıkları için sosyal demokratlar da şu an Fransa’da çökmüş durumda. 1981’de iktidara gelip 1995’e kadar ülkeyi yönetmiş olan Sosyalist Parti şu an içler acısı durumda. Bir değişiklik olmazsa gösterecekleri adayları Paris Büyükşehir Belediye Başkanı Anne Hidalgo’nun, şu an göründüğü kadarıyla yüzde 5 oy alıp alamayacağı tartışma konusu. Yeşiller bunları geçmiş durumda ama Fransa özelinde Yeşillere de tam bir güven yok henüz, yüzde 10-12 bandındalar ama iktidar kapısını zorlayacak bir imaja sahip değiller. 

Tüm Avrupa’daki gibi Fransa’da da yoksulluk içinde yaşayan milyonlar var. O insanlar da karınlarını doyurmak istiyor ve onlar da oy kullanıyor. Bugün Fransa’daki bazı sol partiler LGBT haklarıyla uğraştıkları kadar işsizlerin sıkıntılarıyla uğraşmıyor. Fransa’da yaklaşık 6 milyon işsiz var. Sosyal yardımlar olmasa hepsi aç kalır. Bu 6 milyon solun doğal tabanıdır.

Mesela 2012’de Sosyalist Parti’den François Hollande Cumhurbaşkanı seçildi. Büyük bir hayal kırıklığı oldu ve kendisinden sonrası partisi için hezimetlere yol açtı.

Seçildikten itibaren bir yıl boyunca Fransa’nın neredeyse bütün gündemini eşcinsel evliliği konusu haline getirdi. Böyle yaparak aşırı muhafazakarları uyandırdı ve Paris’te 1 milyon kişiyle miting yapabilecek bir örgütlülüğe ulaşmalarına neden oldu. Zaten bir mazeret arıyorlardı, Hollande tepsiyle sunmuş oldu.

Bakıyorsunuz son yıllarda yılda ortalama 6 bin eşcinsel nikahı kıyılmış. Ama 6 milyon da işsiz var, sosyal hakları her geçen gün tırpanlanan milyonlar var. Elbette azınlık haklarıyla da uğraşılmalı ama solu sol yapan öncelikle kolektiftir. Batı Avrupa solu, Sovyetler sonrasında klasik kapitalizm aktörlüğüne soyundu. Böyle yaptığınız andan itibaren, sahibi olan şeylerin kopyasına kimse yönelmedi.

Bunları anlatınca son seçimleri kast ederek “Almanya’da sol kazandı” diyenler oluyor. Almanya’da sol kazanmadı. Birincisi, kurulan bir koalisyon. İkincisi, Almanya’daki sosyal demokrat parti esasen merkez bir partidir. Bu nedenle Hıristiyan Demokratlar ve liberaller ile çok rahat koalisyonlar kurabiliyor. Almanya sosyal demokrat partisi klasik bir sol parti değildir; Almanya’da aşırı sağcıların taraftar toplamaya başlamalarının nedenlerinden biri de burada. Bir de aşırı sağcılar en çok taraftarı Almanya’nın hangi bölgesinde topluyor? Eskiden komünist olan Doğu Almanya’da!

Fransa’da cumhurbaşkanlığı seçimlerinde iki aşırı sağ aday var. Aşırı sağın seçimlere etkisi nasıl olur?

Fransa’da Cumhurbaşkanı seçimleri Nisan 2022’de yapılacak. İki turlu bir seçim. Fransa tarihinde ilk kez bir cumhurbaşkanı seçimine iki aşırı sağcı aday birden giriyor. Daha doğrusu, girip girmeyecekleri 500 seçilmiş vekilden imza toplamaları durumunda belli olacak. O imzaları henüz daha bir araya getirebilmiş değiller.

Ana muhalefet lideri konumunda olan Marine Le Pen’in gireceği, partisinin oy oranı bakımından ortadaydı, onun aday olacağını biliyorduk. Eylül ayında bir aday daha çıktı: Eric Zemmour. Zemmour’un seçime gireceği sene başından beri konuşulsa da yaz aylarından itibaren ciddiyet kazandı. Zemmour aday olacağını da Aralık ayının başında kesin olarak açıkladı.

Le Pen 2017’de de adaydı. Emmanuel Macron’a karşı seçimi ikinci turda kaybetti. Aslında o seçimi Macron kazanmadı, Le Pen kaybetti. Fransız halkı aşırı sağcı bir ismin devlet başkanı seçilmesini önlemek için Macron’a oy verdi. Le Pen 2017’de seçimi kaybettikten sonra söylemlerini, partisinin radikal kanadını kaybetme pahasına yumuşattı. Mesela 2017’ye kadar, iktidara gelirse Fransa’yı eurodan çıkartacağını söylüyordu. Fransa’nın AB’yle ilişkilerini gerçekten sarsmak istiyordu.

2017 seçimlerini kaybedince kurmaylarıyla yaptığı görüşmeler sonucu AB konusundaki tutumunun seçmenin bir bölümünü ürküttüğü yargısına vardı. Le Pen şimdi eurodan çıkmak istemiyor, AB’yle bazı anlaşmazlıkları masaya oturarak, konuşarak içeriden değiştirmek istiyor.

Le Pen, Macaristan’daki Orban’la, İtalya’daki aşırı sağcı lider Salvini’yle, Polonya’daki Kaczynski’yle, Avusturya, İspanya, Portekiz, Hollanda ve Belçika’daki aşırı sağcılarla yakın temasta. AB ülkelerindeki diğer milliyetçi hareketlerin çoğuyla AP içinde eylem birliği yapmakta. 2017’den bu yana kendisini daha soft söylemlerle merkez sağ ile aşırı sağ arasında konumlandırmaya başladı. Yelpazenin en sağında doğan bu boşluğu şimdi Zemmour doldurmaya başladı.

Zemmour çok daha sert, İslam ve Müslüman karşıtı söylemler kullanıyor. Müslümanlar konusunda Fransa’nın bugüne kadar duymaya alışık olmadığı şeyler söylüyor. Müslümanların tamamen asimile olmaları, doğacak çocuklarına Fransız adları vermeleri, suç işlemiş çifte vatandaşlık sahiplerinin Fransız vatandaşlıklarının otomatikman düşürülmesi gibi şoke edici fikirleri var.

Kendisi de Cezayir’den göçmüş Yahudi ve Berberi bir ailenin çocuğu. Buna rağmen, İkinci Dünya Savaşı’nda Nazilerle iş birliği yapmış, binlerce Fransa Yahudisini Nazi toplama kamplarına göndermiş Vichy rejiminin Yahudileri “kurtardığını” iddia eden uçuk iddialarla gündem yarattı. Bu iddiaların alıcısı ne yazık ki toplumda var.

Anketlere göre Zemmour yüzde 12 ile 15 arasında gidip gelen bir oy potansiyeline sahip. Daha yeni siyasi parti kuran bir isim için inanılmaz bir oran. Kurduğu siyasi partinin adı: “Reconquête.” İspanyolcası: “Reconquista,” “Yeniden Fetih” demek. Tarihte İspanya’daki Hıristiyan baronların Endülüs’ü geri almaları, Müslümanlardan kurtarmaları anlamında kullanılan bir kavram.

Partisini “Yeniden Fetih” diye adlandırarak, “Fransa’yı yeniden kurtarmaya geliyoruz, yeniden fethetmeye geliyoruz” diyor. Yani Müslümanlar Fransa’yı aldılar diye bir tezi var. Çok tehlikeli şeyler bunlar. 1930’ların Avrupası’nı anımsatıyor.

Bunlar kimi insanları güldürüyor ama Fransa’da toplumun bazı kesimlerinde normal karşılanmaya başladı. Geçen yılki Karabağ savaşında “Hıristiyan Batı uygarlığını kurtarma” adına Ermenilerin safında savaşmaya giden aşırı milliyetçi kimi Fransızlar bugün Zemmour’un mitinglerinde boy gösteriyor. Esas tehlike, Zemmour’un düşüncelerinin merkez sağda yankı bulması.

Merkez sağ Cumhuriyetçiler partisinin cumhurbaşkanı adayı Valerie Pecresse, aşırı sağcıların yabancılarla ilgili, Müslümanlarla ilgili bazı fikirlerini dolaylı veya doğrudan kendi programına almaya başladı. Çünkü seçim öncesinde adaylar arasında münazaralar olacak. Münazaralar sırasında “İslamcılara” karşı, Müslümanlara karşı yumuşak aday görünmemek istiyorlar. Böyle görünürlerse muhafazakâr seçmeni kaçırmaktan korkuyorlar.  

Sol partiler ise bu fikirlere karşı olduklarını söyleseler de canlı bir şekilde dillendiremiyor. Fransa’da sol laik ve laikçidir. Müslümanlarla ilgili tartışmalar, Müslümanların ya da Müslümanlar adına hareket ettiğini iddia edenlerin laiklik karşıtı olduğu ekseninde dönüyor. 2015’teki terör saldırılarından bu yana sol ile dindar Müslümanlar arasındaki ilişki yıpranmış durumda.

Müslümanların kendi aralarında örgütlenememeleri ve yeterince eğitimli olmamaları gibi büyük handikaplar var. Ülkedeki Müslümanlar adına kimin konuşacağı da ayrı bir sorun. 

Aynı ülkeden gelmiş Müslümanların aynı camiye dahi gitmediği bir tabloyla karşı karşıyayız.  Avrupa’da Türkiye’den gelmiş birçok Müslüman var mesela. Hepsi siyasi görüşüne göre camilere gidiyor. Kimi Diyanet’in camilerine gidiyor, kimi Milli Görüş’ün camilerine gidiyor. MHP taraftarlarının kendi camileri var. Hatta kimi tarikatların ayrı camileri var. Bu Türkler için böyle olduğu gibi Cezayirliler, Faslılar, Tunuslular, Senegalliler için de böyle.

Müslümanlar kendi haklarını koruyacak durumda değiller. Bu durum aşırı sağcıların ekmeğine yağ sürüyor, merkez partileri de etkiliyor.

Önümüzdeki yıllarda Müslümanlarla ilgili olarak, başta Fransa, Hollanda, Belçika, Almanya, Danimarka ve Avusturya gibi ülkeler olmak üzere gerçekten çok zor tartışmalar meydana gelebilir. Bunlar Türkiye’den pek fazla görünmüyor ama bu toplumlar için ciddi sosyal ve siyasal tartışma konusu.

Fransa gibi bir ülkede 7 milyona yakın Müslümandan bahsediliyor. Tabii hepsi beş vakit namazını kılan Müslüman değil. Ama hepsi Müslüman olarak algılanıyor ve dolayısıyla hepsini de etkiliyor bu tartışmalar.

Sadece Türkiye değil Endonezya’dan da gelseniz, Afganistan’dan da Pakistan’dan da Suriye’den de, herkesi etkiliyor. Batı Avrupa’da Müslümanlar arasında eğitim düzeyinin düşük olması, ağırlıkla kalifiye olmayan işlerde çalışmaları, yeterince burjuvalaşamamış olmaları, bunların sonucu olarak yaşadıkları toplumlara tam anlamıyla uyum sağlayamamaları hâlâ büyük bir sorun. Ve öyle görünüyor ki önümüzdeki yıllarda Batı Avrupa ülkelerinde Müslümanlar böyle seçim malzemesi olmaya devam edecek.

- Advertisment -