Borsa İstanbul eski Yönetim Kurulu Başkanı, Merkez Bankası eski Başkan Yardımcısı ve Gelecek Partisi YK üyesi ekonomist İbrahim Turhan, fahiş fiyatlarla mücadelede iktidarın kullandığı yöntemleri, Merkez Bankası’nın açıklayacağı olası faiz indirimi kararının etkilerini, Naci Ağbal’ın sosyal medya paylaşımını, Dünya ekonomisinin girdiği darboğazı ve Türkiye ekonomisini Serbest TV’ye değerlendirdi.
Röportajın tamamını izlemek için:
- Son günlerde marketlerdeki, kiralardaki fahiş fiyatlar, hayat pahalılığı gündemde. Bu fahiş fiyatların sebebi olarak stokçular gösteriliyor, market sahipleri gösteriliyor, satıcılar gösteriliyor ve hatta iktidara yakın medya organları tarafından dış güçler bile gösteriliyor. Peki bu fahiş fiyat artışı neden yaşandı, bunun gerçek sorumlusu kim?
Fiyat artışı dediğimiz şey enflasyon diye isimlendirdiğimiz durum iktisatta. Bu genellikle hayat pahalılığı ile karıştırılır.
Mesela İsviçre’yi düşünelim: Fiyatlar artmıyor ve hatta zaman zaman fiyatlar düşüyor. Bir enflasyon sorunundan bahsedemeyiz. Ama İsviçre hayatın pahalı olduğu bir ülke. Orada iyi bir geliriniz yoksa geçinemeyebilirsiniz. Oysa mesela Afrika ülkelerinden Zambiya çok ucuz. Biz Türk Lirası ile bile gitsek orada bir hayli yüksek bir satın alma gücüne sahip olabiliriz ama fiyatlar çok hızlı artıyor. Dolayısıyla bu iki kavramı birbirinden ayırarak başlayalım.
Türkiye’de iki sorun birden yaşanıyor: Hem fiyatlar çok hızlı artıyor hem de aynı zamanda toplumun özellikle düşük gelir gruplarındaki ya da sabit gelirli kesimlerin satın alma gücü fiyatların çok gerisinde kaldığı için alım gücü düşüyor ve bir hayat pahalılığı yaşanıyor. Peki bunun sebebi ne?
Bu durumun çok basit şekilde sebebi; herhangi bir ekonomide bir mala ya da hizmete olan talep fazla, o malın ya da hizmetin arzı talebi karşılayacak seviyede değilse onun fiyatı artar. Bu çok erken dönemlerden beri insanların keşfettiği, Aristo’nun değindiği, İbn-i Haldun’un değindiği açık bir gerçek. Buna müdahale edilebilir mi? Zaman zaman edilebiliyor. Buna eskiden “narh” ismi veriliyordu yani fiyatlar üzerinde otoritelerin kontrol oluşturması.
Bazen de üreticiler bir araya gelerek, örgütlenerek fiyat kontrolü yapmaya çalışabilir. Mesela OPEC buna bir örnek. Petrol üreticileri bir araya geliyorlar ve petrolün fiyatını kendi aralarındaki bir anlaşma ile belirlemeye ve etkilemeye çalışıyorlar.
İnsanlığın tarihsel deneyimi şunu göstermiş ki; herhangi bir rekabeti aksatıcı durum yoksa ortada, OPEC örneğinde olduğu gibi, ya da bir doğal tekel durumu yoksa fiyatların piyasa mekanizması içerisinde serbestçe oluşmasına izin vermek en sağlıklı, en sürdürülebilir olan şey.
Fiyatlara müdahale ettiğiniz zaman ne olur? Diyelim ki Sayın Cumhurbaşkanı çıktı ve bir malın fiyatı hakkında “Yav nedir bu böyle, zincir mağazalarda fiyatlar farklı farklı, biz bunu önleyeceğiz, yüksek fiyatla mal satılmasına izin vermeyeceğiz” dedi. 2018’den beri bu Türkiye’de sık sık gündeme gelen bir şeydi. İlk 2018 krizinde patates soğan depolarına baskın yapmakla başladı, ondan sonra da hızla yayıldı.
Burada bir parantez açalım; ne yazık ki insanlar genellikle kısa dönemli yararlar ya da çıkarlara çok fazla ağırlık verdikleri için yakına çok değer veriyorlar ama uzağı, geleceği çok önemsemiyor. Oysa tabii bu doğru değil.
Bir insanın yaşamında belki o süreler çok önemli olmayabilir ama toplumların yaşantısı açısından orta ve uzun dönem sürdürülebilirlik önemli. Buna müdahale ettiğiniz zaman, bu sefer o malda kıtlık yaşanmaya başlayabilir. O zaman tekrar müdahale etmeniz gerekebilir. Bunların her birisinde devlet, giderek ekonomide gereksiz ve anlamsız bir ağırlık kazanır.
Devletin ekonomide yerinin ve ağırlığının olması gerektiği durumlar vardır, mesela bu son yaşadığımız pandemi gibi. Ya da gelir dağılımı düzeltmek için alt gelir gruplarındaki insanların da fırsat eşitliğine sahip olması için eğitim, sağlık gibi hizmetlerde devletin müdahale etmesi benim görüşüme göre doğru ve gereklidir. Ama devletin böyle, adeta hafiye gibi fiyat peşinde koşması, fiyatlara karışması bir süre sonra ekonomide verimsizliklere yol açar. Kaynak dağılımını bozar. Ekonomide, üzerine en çok önemle durulan konu kaynak dağılımının optimal olmasıdır. Çünkü kaynaklar kısıtlı ve doğru yere yönlendirilmediklerinde ne oluyor?
Devletin ekonomik gücü, kaynakları belli, bununla ne yapsın devlet? Mesela bununla bütün öğrencilerin önümüzün çağının gerekliliklerine uygun eğitim almasını mı kolaylaştırsın, yoksa insanların sağlık hizmetine kolayca erişmesini mi sağlasın, yoksa gösterişli büyük binalar, saraylar, köşkler, çok fazla kullanılmayan yollar, çok fazla yolcusu olmayan havaalanları mı yapsın? Bunlar arasında tercih yapması lazım çünkü bunların hepsini birden yapamıyoruz. Yok o kadar para.
Bu kaynakların doğru bir şekilde dağıtılmasını bozan en önemli şeylerden birisi fiyatlara yapılan müdahaledir.
Esas olan demek ki fiyatların piyasada belirlenmesini sağlamak. Peki devlet burada ne yapacak? Okuyucularımız da şimdi şunu söyleyebilir, “İyi güzel hocam sen kitaptan konuşuyorsun ama gerçekten de geçinemiyoruz” diyecekler.
“Çözüm basit: Rekabet ortamını sağla ve enflasyonu düşür”
- Tam bu noktada; iktidar temsilcileri de marketlere müdahale ederek, hafiyelik yaparak bunun çözülmeyeceğini bilmiyor mu? Biliyorlarsa neden bunda ısrarcılar? Sizce fahiş fiyatlarla nasıl mücadele edilebilir ya da edilmeli?
Öncelikle, bu yaptıklarının işe yaramayacağını bildiklerini hiç sanmıyorum.
Ne yazık ki AK Parti bir süredir zehirlendi. O devletçi, güvenlikçi, merkeziyetçi anlayış tarafından zehirlendi. İktidarın diğer bileşenleri zaten öyleydi. Ama AK Parti içinden çıktığı nokta itibariyle bu zihniyet ile kavgalıydı ve onunla savaşarak, çarpışarak bir yere gelmişti.
Şimdi oradan 180 derece geri döndü. En katı, en koyu merkeziyetçi, devletçi uygulamalara döndü. Her şeyi denetleyebileceklerini, kontrol edebileceklerini ve hatta yönlendirebileceklerini düşünüyor olabilirler.
Peki çözüm ne? Devlet bu fahiş fiyatlara müdahale etmesin mi? Etsin tabii. Ama nasıl etsin? Birincisi, rekabeti aksatan yani üretici ya da satıcıların kendi aralarında anlaşarak fiyatların gerçekten piyasa koşullarının üstünde oluşmasını sağlamaya çalıştıkları tespit edilirse devletin buna izin vermemesi gerekir. Bununla ilgili de zaten devletin yetkili ve görevli bir organı var: Rekabet Kurulu. 2001 krizinden sonra yapısal dönüşüm programı içerisinde gerçekten çok isabetli bir kararla ortaya çıkarılan Rekabet Kurulu’nun görevi işte tam olarak bu: Piyasada etkin rekabet koşullarının sağlanması.
Dolayısıyla devletin fiyatlara müdahale etmesi yerine, rekabetin tam ve eksiksiz işlemesini sağlaması gerekiyor. Çünkü rekabet olduğu zaman üreticiler, satıcılar kendi aralarında anlaşamıyorlarsa, hepsi kendi kârını maksimize etmek için gayret edeceği için fiyat ve ciro dengesi optimal düzeyde oluşacaktır. Türkiye’nin 40 yıllık bir deneyimi var bu konuda. Dün öğrendiğimiz bir şey de değil. Ondan öncesine de gidebilirsiniz; Anadolu’da pazar ekonomisi çok güçlü bir geleneğe sahip.
Başka ne yapacak devlet? Sadece mal ve hizmet takası ile çalışıyor olsa ekonomi çok fazla bir problem çıkmaz. Sorunu çıkaran şeylerden birisi de paranın devreye girmesi. Para; devlet tekelinde üretildiği ya da bankacılık sektörü üzerinden üretilerek dağıtılan bir mal olduğu için burada işler karışıyor.
Diyelim ki biz 10 kişiyiz. Hepimizin de cebinde 100 lira var. Hepimiz bir malı almak istiyoruz ve o maldan da sadece 10 tane üretilmiş. Bu durumda piyasanın dengesi o malın fiyatının 100 lirada oluştuğu bir şekilde ortaya çıkar. Çünkü hepimiz almak istiyoruz, hepimizde 100 lira var, herkes cebindeki parayı tamamen harcayıncaya kadar o malı talep edecek dolayısıyla da o malın fiyatı 100 lira olacak.
Düşünün bir an için, devlet hepimizin cebine “Alın sevgili vatandaşlarım, ben sizi çok seviyorum, zaten yakında da seçim var, hepinizin cebine de 100’er lira para koydum” desin. Ama üretim değişmiyor kısa vadede. Para üretimi kolay ama üretimin değişmesi kolay değil.
Bu sefer her birimiz daha fazla para koyacağız o malları alabilmek için. Bu durumda da daha evvel piyasada tanesi 100 lira olan malın fiyatı artık 200 lira olacaktır. Bu sebeple biz iktisatçılar olarak diyoruz ki; enflasyon parasal bir olgudur. Yani para miktarı ile ilgilidir.
İzleyicilerimizden şöyle bir tepki gelebilir, “Hocam sen dünyada olup bitenden habersiz misin? Bak elin oğlu kaç aydır para basıp dağıtıyor, ABD Merkez Bankası’nın bilançosu 8 trilyon doları aştı, Avrupa Merkez Bankası’nın bilançosu 12 trilyon doları aştı. Para basıyorlar ama enflasyon da senin dediğin gibi olmuyor.”
Paranın dolaşım hızı düşerse, yani kredi mekanizması işlemezse, insanlar ve kurumlar birbirine borç vermekten vazgeçerse o zaman aynı miktar parayla gerçekleşen işlem miktarı düşer. Bu durumda da Merkez Bankası’nın gerçekten o para miktarını artırması gerekir ki ekonomi derin bir durgunluğa girmesin pandemide olduğu gibi. Ama böyle bir durum yoksa ortada, üretim zaten canlıysa mesela Türkiye’de durum şu anda o. Üretim gayet canlı, iktisadi faaliyette bir sıkıntı yok. Kredi mekanizmasında bir aksaklık yok ve hatta biraz fazlalık olduğundan şüphe ediyor kamu otoritesi ki kredilerle ilgili arka arkaya bazı kararlar alıyor. Şimdi böyle bir durumda para miktarını çoğaltmak ya da fiyatını düşürmek paranın, ki ona da faiz diyoruz, işte bu faizi alevlendiren bir şeydir.
Dolayısıyla devletin birinci görevi rekabetin düzgün işlemesini sağlamakken, ikincisi ise enflasyonu düşürerek fiyat istikrarını sağlamaktır.
Ama bunlar yerine getirilmiyor. Yani cebimizdeki paranın satın alma gücünün biz fark etmeden aşındırılmasına adeta tırtıklanmasına şahit oluyoruz. Bizim devletimiz de ne yazık ki bir süredir tırtıkçılık yapıyor. Sen cebinde para var zannediyorsun. Cebindeki para miktarı aynı oysa o parayla satın alabileceğin mallar ve hizmetler sürekli azalıyor. Yani birisi adeta cebindeki parayı azar azar aşırıyor. Bunu yapan da devlet ne yazık ki.
Bu iki yapılması gereken kalemin dışındaki şeyler biraz göz boyamadır, biraz seçmen avlamaktır. Biraz da kerameti kendinden menfur, her şeye kadir, merkezi bir üstün aklın organı olarak görmektir kendini ki bunun olumsuz etkileri başka şeye benzemez. Sosyal medyada paylaşırken o ifadeyi kullandım; bu hamaset retoriği yapmaya, “Eyy!” diye başlayan nutuklar atmaya benzemez, iktisadi faaliyeti bozduğunuz zaman, kaynak dağılımını bozduğunuz zaman öyle bir çarpılırsınız ki, ne olduğunuzu ve nereden geldiğinizi anlayamayabilirsiniz.
“Önümüzdeki iki aylık dönem ne yazık ki çok sorunlu geçecek”
- Enflasyonun düşürülmesinin önemine değindiniz. Bu hafta, 23 Eylül’de Merkez Bankası faiz kararını açıklayacak. Tüm gözler o toplantıya çevrilmiş durumda. Bu toplantı öncesinde faiz indirimi olacağına dair çeşitli söylentiler, iddialar dolaşıyor. Bazı somut gelişmeler de yaşandı bununla ilgili. Daha önce sizinle yaptığımız programlarda Merkez Bankası’nın faiz kararlarını noktasına, virgülüne kadar doğru tahmin etmiştiniz. Siz bu haftaki toplantıdan nasıl bir karar çıkmasını bekliyorsunuz? Doğru olan, alınması gereken karar ne?
Faizin işlevine kısaca değinmek lazım ilk önce. Neden Merkez Bankası’nın faizi ile bu kadar ilgileniyoruz? Şimdi, paranın bir kısmını biz biliyoruz ki Merkez Bankası basıyor, cebimizdeki banknotları mesela. Ama aslında ekonomideki para miktarının çoğunluğu Merkez Bankası’nın bastığı para değil, kredi sistemi içerisinde bankacılık tarafından yaratılan paradır.
Banka birisine kredi verdiği zaman, ben diyelim ki banka olayım, 1000 lira mevduatım olsun ve sen geldin benden 1000 lira kredi kullanmak istedin. Ben şimdi o 1000 lirayı sana verdim. Normal koşullar altında cebinde para taşımak istemeyeceğin için sen, o parayı yine bir bankada mevduat olarak kullanacak ya da tutacaksın. Oradan havale yapacaksın, EFT yapacaksın, ödeme yapacaksın, döviz alacaksın vs. O para aslında bankada kalacak. Adeta ikinci bir bin liralık mevduat yapmış gibi olacak banka. Sonra banka onu tekrar bir başkasına kredi olarak verebilir ve bu böyle sürer gider. Bu şekilde de Merkez Bankası’nın bastığı bin liraya karşılık yine Merkez Bankası’nın belirlediği ölçüler çerçevesinde sistem para yaratır.
Bu sağlıklı bir şeydir. Bununla ilgili de ne komplo teorileri var aman Allah yani. Yok böyle bir şey. Orta Çağ’da Venedikli tüccarlar bunu ilk kez uygulamaya başlamış. Çin’de uygulanmış, Anadolu’da uygulanmış. Yani bu durum son derece normal. Şimdi, burada demek ki paranın miktarını yani satın alma gücünü bu kredi verme gücü ve müşterilerin de kredi alma iştahı belirliyor. Kredinin fiyatını arttırırsanız, bankaların kredi verme gücü azalır çünkü mevduata da bir şey ödemek zorunda aynı miktarda.
Dolayısıyla ekonomide yaratılan para miktarı azalır, para azalınca da enflasyon bu şekilde frenlenmiş olur. Tersine, iktisadi faaliyette bir gerileme hatta fiyatlarda bir düşme eylemi görüyorsanız da tersini yaparsınız. Faizi düşürürsünüz.
Bazen faiz sıfır olsa bile insanlar kredi almak istemeyebiliyor. Ya da o parayı harcamayı tercih etmeyebiliyorlar. Getirip yeniden bankaya yatırıyorlar vs.
Dolayısıyla Merkez Bankası’nın belirleyeceği faiz bizi doğrudan ilgilendirmiyor. Ama bankacılık sistemi üzerinden talebi etkiliyor bu karar. İnsanlar diyor ki o kadar tüketmeyeyim, bu kadar borçlanmayayım. Ya da, “Ne kadar ucuz, hadi borçlanalım” diyorlar.
Merkez Bankası’na fiyat istikrarı sağlama görevini yasa koyucu Meclis verir. Anayasa’dan bu görülebilir: Para basma yetkisi münhasıran TBMM’ye aittir ve savaş kararı alma ile yan yana, aynı cümlede geçer. Çünkü bu egemenliğin unsurlarından biridir. Cebinizdeki paranın tabiri caizse namusunu koruma görevidir. Meclis de münhasıran kendisine ait olan, hükümetle paylaşmak istemediği bu yetkisini bağımsız Merkez Bankası’na vermiş ve demiştir ki “Bu benim yetkim. Sana veriyorum. Bu yetkiyi düzgün bir şekilde kullan. Fiyatlar bozulmasın. Satın alma gücü düşmesin. Hayat pahalılığı yaşanmasın. Ama bunun karşılığında da dönemsel olarak geleceksin ve benim ilgili komiteme, Plan Bütçe Komisyonu’na ne yaptığını, ne ettiğini anlatacaksın. Hesap soracağım ben sana.”
Güzel bir mekanizma var ama tabii her şeyde olduğu gibi Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi denilen bu çarpık, garip sistem devlet yönetimine, devlet mimarisine, toplum yaşamına zarar veren bu sistem bu mekanizmayı da bozdu. Çünkü artık Merkez Bankası başkanları doğrudan hükümetten emir alır hale geldi. “Alsın canım, hükümeti de biz seçmedik mi?” diyebilirsiniz. Ama hükümete bu görevi vermedik biz. Hükümete verdiğimiz görev, bizden vergi toplayabilmesidir ki bunun için de yasa çıkartmak gereklidir, o vergileri nereye harcadığını da bize göstereceksin. Oysa Merkez Bankası’na talimat vererek faizler üzerinde böyle bir güç kullanmak ve enflasyon kanalıyla para tırtıklamak kanunsuz vergi toplamaktır aynı zamanda. Anayasa’ya aykırı bir durumdur. Dolayısıyla konunun önemi bu. Hepimizi doğrudan olmasa da dolaylı yoldan etkiliyor.
Şimdi gelelim, Merkez Bankası’nın enflasyon hedefi yüzde 5. Enflasyon yüzde 20. Yüzde 20 enflasyon, her şeyin fiyatının 4 yılda iki katına çıkması demek. Böyle bir ekonomide nasıl öngörülebilirlik olur? Nasıl insanlar o paraya güvenip yatırım yapar? Nasıl üretim yapılır? Büyük bir tahrip bu. Çok zararlı bir durum. Her şeyi bozan, ahlaksızlığı yaygınlaştıran, borç ödeme kültürüne zarar veren bir durum.
Anadolu’da bir söz vardır, “Ağzını büzüşünden Ömer diyeceğin belli” derler. Normalde Merkez Bankası bir süredir kımkımlanıyor. Bir şey yapmaya niyeti var da “Nasıl yapsam, nasıl becersem” diye kıvranıyor. Çünkü hükümet, sayın Cumhurbaşkanı faizin düşmesini istiyor. Peki düşürelim faizi. Ama nasıl düşüreceğiz? Faizi düşürdüğümüz zaman zaten Türk lirasına güven olmadığı için hem bireyler hem firmalar ellerine geçen parayla hemen koşup döviz alıyorlar. Faiz düştüğü zaman insanların borçlanma imkanı artacak, paranın fiyatı ucuzlayacak ve bu katmerlenecek. Türk parasından kaçış başlayacak. Kur üzerinde baskı oluşacak. Aynı zamanda da tüketim talebini karşılayacağı için bu, enflasyonu da azdıracak. Enflasyon ve kur arttığı için bir döngü oluşacak ve enflasyon biraz daha artacak. Bu da kuru biraz daha ittirecek. Böyle bir kısır döngü yaşanacak. Bu sakıncayı da gördükleri için açıkça yapmak istemiyorlar.
Diyorlar ki, “Evet bu genel enflasyon biraz yüksek ama aslında bunun önemli bir kısmı gıda ve enerji fiyatlarından kaynaklanıyor. Ne yapalım biz şimdi, kuraklık var ve bütün dünyada bu sorun yaşanıyor. Gıda fiyatları almış başını gitmiş. Şimdi biz ne yapalım? Petrolün fiyatı 75 dolar olmuş. Biz faiz arttırdım diye petrol fiyatı düşmeyecek, buğday ucuzlamayacak. Dolayısıyla ben bunları dikkate almayacağım. Gıda ve enerji dışındaki fiyatlara bakacağım. E o da yüzde 16 zaten. Dolayısıyla ben faizi bir miktar düşürebilirim çünkü şu anda bizim faizimiz yüzde 19.”
Böyle şeyler söylemeye başladılar şimdi. Burada, bir faiz indirimi yolu aradıkları çok net olarak görülüyor. Zaten piyasada şahit olduğumuz tepki de bunun yansıması. Doğrusu şu son iki gündür, yani Cuma ve Pazartesi günleri piyasalarda yaşanan dalgalanma, küresel piyasalardaki risk algısındaki bozulma, Amerikan Merkez Bankası’nın da Çarşamba günü açıklanması olası olan kararın yaratabileceği olumsuz etkiler, Çin ekonomisinden arka arkaya gelen olumsuz haberler, bütün bunlar birleşince biraz gözlerini korkutmuş olabilir. Bu durumda da ne yaparlar? Benim tahminim, faizi şimdilik indirmezler ama biliyorsunuz ki en az faiz kararı kadar önemli olan bir şey var: Faiz kararının hangi değerlendirme sonucunda alındığını anlatan bir sayfalık Para Politikası Kurulu karar metni. O neden önemli? Çünkü Merkez Bankası’nın bundan sonra atacağı adımlarla ilgili de bir şeyler sezinliyoruz o metinden. Orayı bence değiştirecekler. Asıl değişikliği orada yapacaklar. Piyasayı kendi düşüncelerine göre bir faiz indirimine hazırlamış olacaklar.
Ben bunun da en az faiz indiriminin kendisi kadar bir olumsuz etki yaratacağını düşünüyorum. Biz kurda bir yükseliş göreceğiz. Bu iki gündür başlayan hareketin sebeplerinden birisi de piyasa oyuncularının bundan endişe etmesi. Enflasyonun biraz daha arttığını göreceğiz ne yazık ki. O faiz indirimini yaptıkları zaman tabii daha da kötüsünü göreceğiz.
Önümüzdeki 1 buçuk 2 aylık dönem ne yazık ki biraz sorunlu geçecek gibi gözüküyor.
“Naci Ağbal, gelmekte olanı görüp uyarmak zorunda hissetti”
- Eski merkez bankası başkanı Naci Ağbal, dün sosyal medya hesabından görevden alınmasının ardından ilk kez bir paylaşımda bulundu. Ağbal paylaşımında bu yılın Mart ayında Merkez bankasının internet sitesinde kendi imzasıyla yayınlanan “Kalıcı fiyat istikrarı için kararlı ve öngörülebilir para politikasının önemi” başlıklı yazısı yer alıyordu. Ağbal, aylar sonra neden sessizliğini bozarak bu paylaşımda bulunmayı tercih etti sizce?
Ben Naci Bey adına konuşamam elbette ama benim kendi okumam Naci Bey’in Merkez Bankası başkanlığı yaptığı dönemde gerçekten ülkeye büyük hizmet verdiği yönünde.
Ben siyasete takım tutar gibi yaklaşmanın doğru olmadığını düşünüyorum. İktidarı eleştirebilirsiniz ama doğru olduğunu düşündüğünüz şeyleri de desteklemek gerekir.
Naci Bey’in Merkez Bankası başkanlığı dönem, biraz iddialı konuşacağım, o Kasım-Mart arası yaşanmamış olsaydı, Türkiye tarihinin en derin ödemeler dengesi krizi yaşanabilirdi. Naci Bey’in orada yaptıkları bunu bir süre öteledi. Bakın hala, Naci Bey’in o dönemde yaptığı faiz artırımlarının sağladığı istikrardan istifade ediyoruz biz. Bugün faiz yüzde 19 olmasa, döviz kurları ile ilgili bambaşka şeyler konuşuyor olabilirdik. Ya da enflasyonla ilgili daha yüksek bir rakam konuşuyor olabilirdik. Gerçekten bunu bir defa söylemek lazım.
Sanıyorum son dönemde kamuoyunda çokça yer alan Merkez Bankası’nın bir parasal genişleme arayışı içerisinde olduğunu Naci Bey de sezimlemiş olsa gerek ki, zamanında başkan iken kamuoyu ile de paylaştığı bu vurguları yeniden gündeme getirme ihtiyacı getirmiş.
Tabiri caizse karar alıcılara diyor ki; “Bakın arkadaşlar, siz niyeti bozmuş gibi gözükürsünüz. Sanki bir şeylere kalkışacaksınız. Bu çok yanlış olur. Ben yıllarca bu ekibin bir parçası olmuş biriyim, kötü niyetim olmadığından herhalde şüpheniz yoktur, hiçbir şekilde siyasi bir angajmanım da yok. Sizi bir dost olarak, ekonominin güvenliğini kendine dert edinmiş, devlet hizmetinde yıllarını geçirmiş bir bürokrat olarak uyarıyorum.”
Ben bu şekilde okudum Naci Ağbal’ın paylaşımını.
“Türkiye, 2018-2020 arasında çok tehlikeli bir yola girmişti”
- Son sorum biraz daha genel bir konu üzerine. Siz de değindiniz, Türkiye’nin 40 yılı aşkın bir serbest piyasa ekonomisi tecrübesi var iyisiyle kötüsüyle ki bunun tarihsel kökleri çok daha eskiye dayanıyor. Türkiye’nin son yıllarda atılan adımlar doğrultusunda serbest piyasa ekonomisi yolundan çıktığını ve tamamen bir kapalı ekonomiye, kapalı rejime geçiş yoluna girdiğini söylemek mümkün mü?
Bu elbette çok kapsamlı bir konu. Bu durumu sadece Türkiye’den ibaret görmek doğru olmaz. Bütün dünyada bir süredir giderek piyasa ekonomisinden, piyasa ekonomisinin yerleşmiş kurallarından ve uygulamalarından uzaklaşma eğilimi görülüyor. Gelişmekte olan piyasa ekonomilerinde bu durum biraz daha fazla görülüyor; Brezilya, Filipinler, Hindistan, Türkiye gibi.
Gelişmiş ülkelerde de bu böyle. Bu durum; genel olarak gördüğümüz mülteci düşmanlığı, yabancı nefreti, çok kültürlülükten uzaklaşma, daha küreselleşmeden geri adım atıp düşmanca rekabet, sıkıntılı dönemlerde hep görülüyor.
Star Wars filminde Usta Yoda’nın söylediği bir söz vardır: “Korku nefreti doğurur. Nefret öfkeye yol açar. Öfke de karanlığa giden yolun ilk adımıdır.”
Bu gerçekten doğru. Şimdi, küresel ölçekte bir korku var ve korku olduğu zaman insanlar içe kapanma refleksi gösteriyor. Bu bir süre sonra kendisi gibi olmayandan nefrete dönüşür, bir süre sonra çatışmaları alevlendirecek gelişmelere gebe olabilir. Bunun ne yazık ki çok örneği var dünya tarihinde.
Ekonomideki durumu da bununla birlikte değerlendirmek lazım. Çünkü bizim iktidar ve iktidarı destekleyen çevreler açısından çok hoşlarına gitmeyecek bir bilgi vereyim: Türkiye’de yer alan toplumsal ve siyasal dinamikler dünyanın geri kalanı ile hep çok yoğun bir etkileşim içerisinde olmuştur. Bu son beş bin yıldır böyledir.
Çok yakın dönemden örnekler vermek mümkün buna. Örneğin 1940’lı yıllarda dünyada yükselen faşist uygulamaların burada yansıması görülebilir. Arkasından 2. Dünya Savaşı’nın sonunda Batı İttifakı’nın savaşı kazanması sonucunda Birleşmiş Milletler sistemi ile birlikte hemen çok partili hayata geçmiştir Türkiye. Takrir-i Sükun yasasını çıkartan da aynı hükümettir, çok partili hayata geçişi sağlayan da aynı hükümettir. Burada değişen ne peki? Çünkü dünya değişti. 1648’de Vespalya Barışı vardır dünya sistemini etkileyen bir değişim. Osmanlı hemen bu değişime tepkide bulunarak Köprülü Restorasyonu ile kendini ona uyarlamaya çalışmıştır. Bunun birçok örneği var.
Özetle Türkiye, dünyadaki gelişmelerden tarih boyunca çok etkilenmiştir. Bunlara hep reaksiyon vermiştir. Bazen uyum sağlama bazen ise ona karşı kendine bir koza örme şeklinde.
Günümüzde de bir kere bunu göz ardı etmemek gerek.
Türkiye’de ne yazık ki 2016’dan itibaren etkili olan ama 2018-2020 döneminde çok daha belirginleşen şey bir fikir hakimdi. O fikir, Türkiye’nin Batı ittifakı içerisinde yer alarak tarihsel bir yanılgıya düştüğü, aslında Türkiye’nin Çin-İran-Rusya ekseninde yer alması gerektiği yönünde bir görüş egemen oldu iktidara. O dönemde bu sorduğun olasılık çok yüksek bir risk, yakın ve açık bir tehdit olarak bulunuyordu. Kıyısından döndük. Çok şükür ki döndük çünkü çok büyük bir facia olurdu bu. Etkisi kuşaklar boyu sürerdi. Bir işe de yaramazdı.
Ama şu anda ben açıkçası Türkiye’nin çok fazla içe kapanabileceğini, dünyanın geri kalanından kopacağını, kumanda ekonomisine geçeceğini düşünmüyorum. Daha ziyade gördüğüm şey benim, bunun retoriğinin kullanılması.
Ne kadar içten yapıyorlar, ne kadar farkındalar bilmiyorum ama birçok farklı konuda olduğu gibi söylemde çok uç birtakım ifadelere yer verip uygulamada onun çok çok daha gerisinde bir tutum sergiliyorlar. Bunun da çok örneğini gördük yakın zamanda.
Dünya bence geçen yıl kasım ayında çok büyük bir tehlikenin kıyısından döndü. ABD’de Trump’ın seçimleri kaybetmesi, kimin kazandığından bağımsız şekilde dünya için bir fırsat.
Trump zihniyetinin, anlayışının tamamen sona erdiğini de düşünmüyorum, dipdiri ayakta ama biz dünya olarak bir zaman kazandık. ABD’deki bu gelişmenin şimdi tüm dünyadaki yansımalarını görüyoruz. Almanya’dan Brezilya’ya kadar. Bence Türkiye’deki siyasi akıl da bunu gördü ve değişen koşullara kendini uyarlamak istedi.
Zaten bu Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nden memnun olan kimse yok. Yapanlar da kendilerine soruyorlardır eminim ki bunu neden yaptıklarını.
O dönemde Medyascope’ta katıldığım bir programda dedim ki, “Benim anladığım kadarıyla iktidar, Erdoğan, manevra yapmaya çalışacak. Reform yapmaya çalışacak. Çünkü durumun çıkmaza girdiğinin farkında. Hele de bu sistem içerisinden, tek parça olarak iktidar yapısında çıkmak çok kolay görülmüyor. Zorlu bir dönem bekliyor onları da. Çünkü onları Türkiye şöyle ya da böyle Türkiye bir seçim ortamında.”
Dolayısıyla ben gerçekten siyaseti de iyi okuyan ve durumun da farkında olan Sayın Erdoğan’ın kendisini ve AK Parti hükümetini kurtaracak birtakım girişimlerde bulunmaya çalıştığını düşünüyorum. Ama ülke için ne yazık ki diyeyim, girilmiş olan birtakım bağlantılar, oluşturulmuş olan ittifaklar, iş birlikleri, verilmiş olan sözler ve taahhütler, o zamana kadar yapılmış birtakım işler sebebiyle buradan çıkış ne yazık ki mümkün olmadı. Ne içeride ne dışarıda bu mala müşteri bulamadık biz.
İçerideki ve dışarıdaki muhatapların istememesi sebebiyle bu reformlar gerçekleştirilemedi. Dolayısıyla da şu anda orada bir ricat hali söz konusu. Ama dediğim gibi ben bunun söylemlerde etkili olacağını, eylemlerde kısmen göreceğimizi düşünüyorum ve öyle büyük, açık ve yakın bir tehdit olduğu konusunda biraz daha iyimserim 2020 sonuna göre.