NTV’nin deneyimli Strasbourg Temsilcisi Kayhan Karaca, aşırı sağcıların birçok ülkede güç kazandığı Avrupa Parlamentosu seçim sonuçlarını ve Fransa’nın erken seçime gitmesini Serbestiyet’e değerlendirdi.
“Ana akım medya bu partileri seçmeni korkutmak için aşırı sağ olarak tanımladı”
Avrupa Parlamentosu seçimlerinde birçok ülkede aşırı sağcı partiler oylarını arttırdı. Avrupa Parlamentosu’nda popülist ve aşırı sağ partilerin bulunduğu iki grup öne çıkıyor: İtalya Başbakanı Meloni’nin başını çektiği Avrupalı Muhafazakarlar ve Reformistleri (ECR) ile Le Pen’in ön plana çıktığı Kimlik ve Demokrasi Grubu (ID). Ayrıca Almanya’nın güçlü aşırı sağ partisi AfD ile Macaristan’da Viktor Orban’ın partisi Fiidesz’in de aralarında olduğu herhangi bir gruba bağlı olmayan partiler de var. Bunlar arasında iş birliği olup olmayacağı, olursa ne tür modellerde ve hangi konularda olabileceğiyle ilgili tartışmalar var. Sizin gözlemleriniz nelerdir?
Öncelikle aşırı sağ kavramını biraz açmakta fayda var. Bizde aşırı sağ ya da aşırı sağcı dendiğinde akla hemen Neo-Naziler, dazlaklar ya da skinhead’ler geliyor. Batı Avrupa’da ana akım medya bu partileri bugüne kadar bilinçli olarak aşırı sağ olarak tanımladı. Amaç elbette seçmeni korkutmak ve bu partilerden soğutmaktı.
Bu partiler esasen 19’uncu yüzyıldan bu yana var. Ancak II. Dünya Savaşı’nın temelinde yatan aşırı sağcı ya da aşırı milliyetçi ideoloji nedeniyle savaş sonrasında yani 1945’ten sonra Soğuk Savaş döneminde büyük ölçüde bastırıldılar.
Ancak Soğuk Savaş’ın bitmesiyle, 1989-90’ın başında ve Avrupa’da Sovyetik rejimlerin çökmesiyle birlikte sol, ideolojik bir krize girdi. Kendini güncelleyemedi. Daha doğrusu solu sol yapan ana unsur olan kolektifi unutup kendini bireysel haklara, azınlık haklarına ve kimlikçi politikalara verdi. Solun en önemli dayanağı olan işçi sendikalarını, sosyal hakları, toplu sözleşmeleri, kolektifi ikinci plana itti. 90’ların başlarından itibaren küreselleşme süreci nedeniyle kenara itilen kesimler; işçi sınıfı, çiftçi, köylü, sol tarafından terk edildi. Bu, Avrupa genelinde böyle oldu.
90’lardan itibaren bu boşluk, kabaca aşırı sağ dediğimiz aslında popülist söylem kullanan milliyetçi, muhafazakar tabanlı partiler tarafından doldurulmaya başlandı. Bu partiler önce küçümsendi ancak yavaş yavaş başta Avusturya, Fransa, Belçika, Hollanda, Danimarka gibi Batı Avrupa ülkeleri olmak üzere zemin kazanmaya başladılar.
Zemin kazanmalarında solun yarattığı boşluk kadar küreselleşme sürecine ve siyasal kültürel liberalleşmeye muhalefetleri ile geleneksel merkez/merkez sağ partilerin toplumsal ve ekonomik sorunlara çözüm üretmedeki beceriksizlikleri de rol oynadı.
Avrupa Birliği de ekonomik küreselleşmenin ve liberalizmin sembolü olarak ortaya çıkmış bir birlik. Bu nedenle popülist partiler, Avrupa Birliği’ne ve Avrupa Birliği’nin politikalarına da karşı çıkmaya başladı. Özellikle 2000’lerin başlarında Avrupa Birliği genişleme sürecine ve bu kapsamda -bir dönem neredeyse sembol haline gelen- Türkiye’nin üyelik sürecine muhalefet de bu partilerin en önemli seçim malzemelerinden biri haline geldi.
Bu partiler New York’ta 11 Eylül 2001 terör saldırılarının ardından İslam ve Müslümanları doğrudan hedef alan söylemler üretmeye de başladılar. 2010’dan sonra Batı Avrupa ülkelerinde gerçekleşen terör eylemleri de bir bakıma bu partilerin ekmeğine yağ sürdü denebilir.
Bir de bu partilerin bir yandan Vladimir Putin Rusya’sından diğer yandan da Donald Trump Amerika’sından destek aldığının altını çizmekte fayda var. Putin, Avrupa Birliği içinde Marine Le Pen ve Matteo Salvini gibi birçok aşırı sağcı lideri açıktan destekledi. Bunu herkes biliyor. Hatta Le Pen’in partisine bir Rus bankası kredi dahi açtı. Donald Trump’ın ideoloğu Steve Bannon geçtiğimiz yıllarda Avrupa çapında Amerika’daki Cumhuriyetçi Parti’nin milliyetçi muhafazakar hatta aşırı sağcı kanadının ideolojisi çizgisinde bir ağ oluşturdu.
Şu kesin, bu partiler artık marjinal partiler değiller. Birçok ülkede ana muhalefet, hatta iktidar konumundalar artık. Ki sıradan ülkelerden değil; Almanya, Fransa, İtalya, Hollanda, Belçika, Avusturya gibi AB’nin önemli ülkelerinden bahsediyoruz. Karşımızda kemikleşmiş, toplumun tüm kesimlerinden oy almayı başarabilen ve milliyetçi muhafazakar ideolojiyi tüm Avrupa toplumlarına dayatmaya başlayan ya da başlamış bir akım var artık.
“AfD ile Fiidesz gruplardan birine dahil olursa AP’de kuvvetli bir muhalefet yaratabilirler”
Sorunuza gelirsek, dediğiniz gibi popülist sağcılar Avrupa Parlamentosu’nda iki hatta üç grup içinde yer alıyor diyebiliriz. Birincisi İtalya Başbakanı Giorgia Meloni’nin partisinin başını çektiği Avrupa Muhafazakarlar ve Reformistler grubu. Diğeri Fransız popülist lider Marine Le Pen’in kurucusu olduğu Kimlik ve Demokrasi adı verilen grup. Bir de bunlara ek olarak ideolojik ya da şahsi nedenlerden ötürü bu iki grupta kendine yer bulamayan popülist, milliyetçi sağcılar var. Mesela Macaristan Başbakanı Viktor Orban’ın partisinin Avrupa Parlamentosu’ndaki elemanları ya da Alman aşırı sağcı parti AFD’nin vekilleri bu iki gruba da dahil değil.
Yeni Avrupa Parlamentosu’nun ilk genel kurul toplantıları Temmuz ortasında Strasbourg’da yapılacak. Burada siyasi gruplar oluşacak. Popülist ve milliyetçi sağcıların tek bir grupta toplanmasını savunanlar var. Pazarlıklar başladı. Taktik olarak iki gruba da bölünebilirler. Bunu ölçecekler, neler kazandırıyor neler kaybettiriyor diye. Burada en önemli unsur henüz hiçbir grupta olmayan popülist milliyetçilerin ne yapacağı. Diğer iki gruptan birinde toplanırlarsa Avrupa Parlamentosu’nda önümüzdeki beş yıl boyunca daha kuvvetli bir muhalefet yaratabilecekleri konuşuluyor.
“Popülist hareketler artık Avrupa siyasetinde küçümsenmeyecek bir gerçeğe dönüştü”
Aşırı sağın karşısındaki grupların tutumları hakkında neler söylenebilir?
Aşırı sağın karşısında parlamentonun geleneksel grupları var: Hristiyan demokratlar, liberaller, sosyal demokratlar, yeşiller ve sol grup. Bunlar arasında liberaller ve yeşiller bu seçimlerde en büyük darbe alan gruplar oldu, çok üye kaybettiler. Sosyal demokratlar ve Hristiyan demokratlar bir önceki yasama dönemine nazaran sabit durumda.
Fakat hiçbir grup tek başına mutlak çoğunluğa sahip değil. Sayıca en büyük grup konumundaki Hristiyan Demokratlar, 727 üyeli Parlamento’da sadece 186 üyeye sahip. Yani en büyük grubun bile sadece 186 koltuğu var.
Üç gruba dağılmış popülist, milliyetçi, muhafazakâr vekil toplamı ise 176. Hristiyan demokratların sayısına çok yakınlar. Bunlar tek grup halinde toplanabilirlerse Parlamento’nun sayıca en büyük ikinci grubu haline gelecekler. Bu çok çok önemli ve Avrupa Parlamentosu tarihinde bir ilk gerçekleşmiş olacak.
Popülist sağcılar da kendi gündemlerini tüm parlamentoya dayatacak sayıda vekile sahip değiller. Ama kimi dosyalarda özellikle Hristiyan demokratlar içindeki bazı vekillerle ortak hareket edebilir, Avrupa Birliği için de kimi kritik kararları bloke edebilirler. Buna zamanla dosya bazında bakmak gerekecek. Şimdiden kestirmek çok zor. Çünkü Avrupa Parlamentosu’nun önümüzdeki beş yıl için gündemi henüz daha belli değil. Bu gündemi Avrupa Parlamentosu Başkanlık Divanı aylık bazda belirliyor.
Bugün önemli olan bu popülist, milliyetçi, muhafazakar hareketlerin artık Avrupa siyasetinde küçümsenmeyecek bir gerçeğe dönüşmüş olması. Yani Avrupa Parlamentosu’ndaki sayılarının ötesinde bu çok daha önemli. Pandora’nın kutusu açıldı diyebiliriz. Bunun yarattığı psikolojik etki, bu partilerin Avrupa Parlamentosu’nda kazandığı koltuk sayısından çok çok daha önemli.
“Fransa’da anketler oy oranlarını tamamen tutturdu, Macron bu senaryoya hazırlanmış”
Henüz AP seçim sonuçları açıklanmaya devam ederken Macron’un erken seçim kararı beklenmedik oldu. Macron’un hamlesi Fransa’da nasıl karşılandı? Baskın seçimle Le Pen ile son dönem çok öne çıkan Bardella’yı yenilgiye uğratma hesabı mı yapıyor? Seçim sonuçlarıyla ilgili Fransa kamuoyunda nasıl tahminler ve tartışmalar var?
Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un erken genel seçim kararı Fransa için büyük sürpriz oldu. Aslında seçimlerden önce bu olasılık kimi siyasi gözlemciler tarafından dile getiriliyordu ama çok küçük bir olasılık olarak görülmekteydi. Macron’un kendi partisinin kurmayları da Fransız medyasına böyle bir olasılığın gündem dışı olduğunu söylemekteydi.
Sandıktan çıkan sonuçlar aslında sürpriz değil. Tüm anketler bu yıl Ocak ayından itibaren aşırı sağcı ya da popülist milliyetçi Milli Bütünleşme Partisi’nin sandıktan açık ara farkla birinci çıkacağını öngörmüştü. Hatta anketler, sıralamayı ve çıkacak oy oranlarını tamamen tutturdu. Bu da çok önemli.
Öyle görünüyor ki Macron ve danışmanları da bu senaryoya hazırlanmışlar. Macron, seçim sonuçları açıklanır açıklanmaz kameralar karşısına geçip meclisi feshettiğini ve erken genel seçim kararı aldığını duyurdu. Yani Macron, bu sonuçlara hazırlıklıydı ve bu sonuç çıkarsa ne yapacağını da önceden kararlaştırmıştı.
“Fransa, tarihinin en kısa süreli seçim kampanyasını yaşayacak”
Asıl sürpriz olan bu erken seçimlerin düzenleneceği tarih. Macron, 30 Haziran ve 7 Temmuz günleri dedi. Yani sadece üç hafta sonra. Bu da partiler için gerçek anlamda ittifaklar kurma, ortak hükümet programları hazırlama ve seçim kampanyası yürütme süresi bırakmıyor. Fransa, tarihinin en kısa süreli seçim kampanyasını yaşayacak önümüzdeki günlerde. Hatta yaşamaya başladı da diyebiliriz.
Macron’un çıkan sonuçlar karşısında mutlaka bir adım atması gerekiyordu. Fransız parlamentosu, senato ve ulusal meclis olmak üzere iki kanattan oluşur. Macron’un iktidar partisi Haziran 2022’den bu yana hiçbir kanatta mutlak çoğunluğa sahip değil. Haliyle Macron’un elinde iki seçenek vardı: ya yeni bir koalisyon arayışına girecekti ya da meclisi feshedecekti. En radikal çözümü seçip sorumluluğu halka verdi. Şimdi Fransız siyaseti yeniden şekillenecek bu kesin artık.
“Milliyetçi-muhafazakar blok, seçime II. Dünya Savaşı’ndan bu yana en kuvvetli konumunda giriyor”
Milliyetçi-muhafazakar blok, II. Dünya Savaşı’ndan bu yana olmadığı kadar kuvvetli bir konumda giriyor bu seçimlere. Merkez sağcı Cumhuriyetçiler Partisi’nin kimi unsurlarını da yanlarına çekmeye başladılar. Cumhuriyetçiler Partisi’nin lideri Eric Ciotti kendi adına Milli Bütünleşme Partisi ile seçim ittifakına hazır olduğunu söyledi ve bu Fransa’da bomba etkisi yaratmış durumda. Çünkü merkez sağcılar bugüne kadar sistematik olarak aşırı sağcılarla herhangi bir ittifakı en azından resmi olarak reddetmekteydiler. Partinin ideolojik çizgisi bu yöndeydi. İlk defa böyle bir manzarayla karşı karşıyayız. Bu nedenle merkez sağcı Cumhuriyetçiler Partisi karışmış vaziyette. Hatta 30 Haziran’dan önce parti içeriden de patlayabilir, dağılabilir. Böyle bir risk de var.
Sol partiler ise kerhen de olsa 2022’deki son genel seçimlerde olduğu gibi bir ittifak oluşturdular. Ancak hükümet olabilecek çoğunluğa sahip olmaları beklenmiyor. Yani hükümet olmak için 577 sandalyeden en az 289’u gerekiyor. Sosyal demokratlar yani Sosyalist Parti, radikal sol Boyun Eğmeyen Fransa, Komünist Parti ve Yeşiller Partisi olmak üzere dört sol partiden söz ediyoruz. Bunların dördünün birleşerek girdiği bir seçimde en az 289 vekil çıkarma şansları -en azından şimdilik- yok gibi. Onun da altını çizmekte fayda var. Bu dört parti, şu anda zaten 150 parlamentere bile sahip Fransız ulusal meclisinde.
“Erken seçim kararı toplumun gözünde iktidar partisini daha da zayıflatacak”
Macron’un liberal eğilimli partisi ve bu partiye destek veren diğer merkez partiler de merkez sağ ve merkez soldan takviyelerle seçimlere girip, mutlak çoğunluğa sahip olmak istiyorlar ki onların da şansı çok çok az. Macron’un aldığı bu erken genel seçim kararı toplumun gözünde büyük olasılıkla iktidar partisini daha da zayıflatacak. Son anda beklenmedik bir gelişme olmazsa bu partinin zemin kaybetmesi bekleniyor ki bu 30 Haziran seçimleri için yapılan ilk kamuoyu araştırması da yeni yayımlandı. Harris Interactive kuruluşunun yoklamasına göre seçimler sonunda Le Pen’in Milli Bütünleşme Partisi etrafında kümelenecek aşırı sağcı ittifak 235-265 arası milletvekili edinecek. Bu parti şu anda sadece 88 vekile sahip. Bu anket doğru çıkarsa aşırı sağcılar için 88’den 250’ye kadar çıkan bir milletvekili artışı söz konusu olacak.
Aynı kamuoyu araştırmasına göre, Macron’un iktidar partisi ve merkez partilerden oluşan koalisyon 125-155 arası bir milletvekili oranında kalacak; sol blok 115-145 arası kalacak; merkez sağ Cumhuriyetçiler ise 40-55 aralığında milletvekili çıkarabiliyor.
“Şimdiden seçimlerin kazananı aşırı sağcılar diyebiliriz”
Sonuçların böyle çıkması durumunda Cumhurbaşkanı Macron hükümet kurma görevini ilk olarak aşırı sağcı lider Jordan Bardella’ya verecek. Çünkü Marine Le Pen, kendisini 2027’deki Cumhurbaşkanlığı seçimine hazırladığı için partinin kağıt üzerinde lideri Jordan Bardella. Bardella, hükümet kurabilirse II. Dünya Savaşı’ndan bu yana Fransa’da bir ilk yaşanacak. Sadece Fransa için değil, bütün Avrupa için bir siyasi deprem anlamına gelecek.
Olur da aşırı sağcılar bu kadar vekil çıkarmalarına rağmen hükümet kurmayı başaramazlarsa gene de bu seçimlerin kazananı olacaklar. Hem çok fazla sayıda vekil çıkardıkları için hem de 2027’deki cumhurbaşkanlığı seçimine mecliste kuvvetli bir ana muhalefet olarak hazırlanacak olduklarından dolayı şimdiden, 30 Haziran-7 Temmuz seçimlerinin kazananının aşırı sağcılar olduğunu söyleyebiliriz. Tabii bunun Fransa ve bütün Avrupa için çok ciddi siyasi sonuçları olacaktır. Özellikle Fransa içindeki sosyal çalkantılar ve bunların Avrupa Birliği politikalarına yansıması açısından.