Röportajın tamamını izlemek için:
Sizin mimar ve akademisyen kimliğinizin yanı sıra önemli bir sivil toplum tecrübeniz var ve 1999 depreminin ardından hep bölgedeydiniz. Bu son depreme geçmeden önce doğal afetlerde sivil toplumun neden önemli olduğunu bize kısaca anlatabilir misiniz?
Çok büyük bir felaket bu, bilmiyorum bunun acıları nasıl etkiler yaratacak? Hâlâ çok sayıda insan göçük altında… Gördüğüm kadarıyla yıkılan binaların çoğu eski binalar değil. Yeni yapı yönetmeliklerine göre, afet sonrası yapılmış binalar. Açıkçası bu binalar “büyüme”, ya da “gelişme” diye olumlanan, adlandırılan bir anlayışın, bir dönemin de çöktüğünü gösteriyor. Yalnızca bu açıdan değil, zannedersem 1999 depreminden sonra elde edilen deneyimin, afete hazırlık çalışmalarının, afet sonrası müdahale yöntemlerinin de yeterli olmadığı görülüyor. Resmi yetkililer “ne gerekiyorsa yapıyoruz, halkımız müsterih olsun” diyor. Ama bunu söylemeleri tepki yaratıyor. Eğer öyle olsaydı, yani gerçekten ne gerektiğini bilseler ve yapsalardı hiç şüphe yok ki bu felaket de büyük ihtimalle bu çapta olmazdı.
Söylediğiniz gibi, Marmara depremi ile benzeşiyor bir bakıma. O zaman da şehirleşmiş, modern binaların, yerleşim alanlarının olduğu yerlerde yaşanmıştı büyük felaket. Kurtarma, yardım çalışmaları ve bunların koordinasyonu askeri kurumlarla birlikte sivillere kalmıştı. O tarihte siyasal organlar, kurumlar devre dışı kalmıştı. Buna karşılık, bugün de olduğu gibi muazzam bir sivil toplum seferberliği yaşanmıştı.
O dönem de herkes elinden ne geliyorsa, fedakârca yapmaya çalışmıştı.
Tabii bu çaptaki bir afetin yarattığı sonuçlarla baş etmek çok zor. Afetin yönetimi, sonrasında ortaya çıkan krizin yönetimi gerçekten çok zorlu bir iş.
Sorduğunuz soruya belki şöyle bir cevap verebilirim:
Afetlerde o güne kadar yapılmamış, göz ardı edilmiş yeni kritik bir durumun ortaya çıkması söz konusu. Resmi toplumun bunu tek başına başarması mümkün değil. Bu çok yönlü ilişkilerle, bağlar kurarak yönetilmesi gereken bir durum. Buna karşılık afetlere hazırlık sürecinin yönetim yapısı, yönetimsellik meselesini ilgilendirdiği genellikle ihmal ediliyor. Bugün yönetimler de sivil topluma güvenmek zorunda, yani karşılıklı güven verici yeni bir anlayış gerekiyor.
Biz bunu 1999’da gördük. O zaman siviller belki biliyorsunuzdur, koordinasyon işlevlerini de üstlenmek durumunda kaldılar. Sadece yardım çalışmaları yapmak değil, ekipleri, teçhizatı, malzemeleri ulaştırmak, hastaneleri kurmak ve hatta travma sonrası süreçlere kadar uzanan, her alanda tıp hizmetlerinden her şeye kadar siviller çok sorumluluk üstlendiler.
Daha birinci gün ulaşımla ilgili sorunlar yaşanmıştı mesela. Bildiğimiz yöntemlerle bu ulaşım sorununu çözmek mümkün değildi. Çünkü kara yolu tıkanmıştı. İşte o sırada deniz otobüslerini kullanmak geldi aklımıza. Deniz otobüsleri için derinlik ölçümleri yapıldı, kıyıya yanaşacakları yerler saptandı ve hastanelerin ekipmanları ile jeneratörler öyle aktarıldı. Bu sadece hastanenin iletilmesinden ibaret değildi. Yardımları iletmenin yanında sürekli tıbbi malzeme akışı sağlamak gibi çok net bir sorumluluk vardı. Çok sayıda ciddi eğitimli doktor, ikinci gün gelip bizi buldu. Bunların kimisi uluslararası kuruluşlarla birlikte geliyordu tabii, kimisi de yerel doktorlardı. Bunlar da hemen yapılacak işleri gördükleri için aynı bizim gibi katılmak istediler. Mesela bu koordinasyon, bu ilişki gerçekten sivil kapasitenin çok önemli olduğunu gösteriyor.
Yurtdışından da çok sayıda ekip geliyor. Harekete geçmiş olan muazzam bir kapasite ortaya çıkıyor. Bu kapasitenin iyi yönetilebilmesi için zannedersem AFAD’ın yapısının bir dernekte olduğu gibi tek yönlü, tek merkezli değil, daha önceden, Marmara depreminden çıkarılan dersler ışığında çok yönlü olması gerekiyordu. Bunu anlamak için afetin gerçekleşmesine gerek yoktu. Yereldeki afete hazırlık çalışmalarının da gönüllü eğitiminden, ekipman temininden ibaret kalmaması lazım. Afet öncesi çok yönlü hazırlıkların yapılması, deneyimlenmesi şart.
Devletin tabii çok önemli bir rolü var, hem düzenleyici olmak açısından hem güvenlik açısından, hem de bütün bu mekanizmaların yönetilmesi açısından. Ama sivil tarafın da tek tek sadece yardım ileten, sadece gönüllü emeğini ortaya koyan insanlar olarak değil aynı zamanda kendi kendilerini örgütleyen bir yapı olarak görülmesi gerekiyor. Çünkü başka türlü bu işin yönetilmesi mümkün değil. Eğer sorunuza cevap vermek gerekirse birinci aşamada o kadar karmaşık sorunlar ortaya çıkıyor ki, bunun için esnek ilişkiler kuran, açık ilişkiler kuran yapılara ihtiyaç oluyor. Sadece bürokrasinin karar verme mekanizmalarıyla, emir komutayla, işte ‘merak etmeyin. Her şey çözülüyor, işte biz bunları hallediyoruz’ falan diyen bir mekanizmaya değil tam tersine yaptıkça öğrenen, katılımlarla zenginleşen, sabah ne olduğunu bilmediğiniz şeyi öğlene doğru başka türlü geliştiren yani çok hızlı öğrenen mekanizmalara ihtiyaç var. Kamu görevlileri genellikle bildikleri işleri yapıyorlar. Fakat bu sivil tarafın esnekliği çok önemli.
Özellikle de uluslararası yardım çok önemli, çünkü bu tıpkı bir virüs gibi. Virüsler nasıl küresel çapta etkiye yol açıyorsa aşı da öyle. Küresel bir ilişki ile insanlar birbirlerinden öğrenerek, yardımlaşarak bu sorunlara müdahale ediyor. Uluslararası yardım kuruluşlarıyla sivil kuruluşların muhatap olması çok önemli. Bunu devlete bıraktığınız anda, o koordinasyonda sivil kuruluşlarla koordinasyon pek mümkün olmuyor. Virüslerle ilgili mücadele nasıl küresel bir deneyim gerektiriyorsa, afete hazırlık da bir bakıma öyle. Bunun kapalı imtiyaz alanları yaratan resmi toplum tarafından benimsenmesi çok güç. Ama sorunların çözümü de orada.
Biraz bahsettiniz siz de 1999’daki tecrübelerinizden. Bunu biraz daha açabilir misiniz? O günlerde neler yaşanmıştı? Sivil toplum nasıl örgütlenmişti? O günden bu güne baktığımızda önerileriniz kısa, orta ve uzun vadede neler olabilir?
O tarihte hiçbir şey bilmiyorduk. Ne olacağını kimse bilmiyordu. Bu bilmeme haliyle başladık. Sabah ofise geldiğimizde birkaç kişi vardık, akşama doğru binlerce kişi olduk. Yaşanan durum gerçekten göz yaşartıcıydı. Bir dolu insan işini gücünü bırakarak geldi. Ama keşke bu tür bir katılımın olması için normal zamanlarda resmi toplum elindeki büyük imkânlarla, bizden topladığı vergilerle böyle bir durum yaratabilse.
Birinci afetin arkasından bölgede üç yerel koordinasyon merkezi kuruldu. İstanbul’da içinde bulunduğumuz binanın bütün katlarını kiraladık ve elimizdeki telefonların yanı sıra onlarca telefon daha aldık. Açıkçası birdenbire bir fırtınayla karşı karşıya kaldık. Çünkü daha ilk günden başlayarak bölgeyle bütün iletişim bu merkezin üzerinden gerçekleşti, bütün yardım kuruluşları, malzemeler buradan yönlendiriliyordu. O yüzden her konuda ister istemez biz köprü kurma işlevine ihtiyaç olduğu ortaya çıktı. Çünkü bu yapılmadığı takdirde o yardımların hedefine ulaşamadığını gördük. İhtiyaçlar listesi çıkarılmaya başlandı. Ondan sonra basın bizden haber almaya başladı. Bizim o zaman doğru dürüst telefon imkânımız yoktu. Çevirmeli telefonlarla falan halletmeye çalışıyorduk. Birçok gönüllü insan geldi. Bu nitelikli sivil toplum kapasitesiydi. Çünkü hepsi profesyonel insanlardı ve işlerini güçlerini bırakıp yardıma soyunmuşlardı. Dolayısıyla o insanların katılımını sağlayacak şey bu koordinasyon işleminde yer almalarıydı. Gerçekten de bunu çok büyük bir başarıyla yaptılar. Mesela gazeteciler bölgeden çok iyi enformasyon topladılar. Yani o enformasyon medyaya yansıyarak yardımların koordinasyonunda çok faydalı oldu. Doktorlar mesela gerçekten hani bildiğimiz kurumlar vardı ama bu ek kapasite hizmetlerin niteliğini değiştirdi. Daha yeterli hale geldi. Sosyal hizmetler konusunda o kadar başlık var ki detaylandırılabilecek aslında bunun içinde.
Ben sadece mimarlıkla ilgili bir başlığı size söyleyeyim. 1999 depreminde hava koşulları çok kötü değildi. Düzce depreminden sonra oraya iki saat sonra sivil koordinasyonun ekipleri müdahalede bulundular, yardım çalışmalarına iletmeye başladılar. Yani çok hızlı bir hareket vardı. 17 Ağustos depreminde bölgeye biraz daha geç intikal edilmişti. İkincisinde daha deneyimli olunduğu için iki saat içinde deprem bölgesine gidildi. Ve hava koşulları tabii değişmeye başladı. İnsanların barınak ihtiyacı ortaya çıktı ve barınakların nasıl yapılacağı meselesi karşımıza çıktı. Bize çok sayıda inşaat malzemesi talebi geliyordu. Şimdi bu talebi düz bir mantıkla bakarsanız oraya sunta göndermek, oluklu saç göndermek falan diye düşünebilirsiniz. Ama aynı zamanda bu acil barınma sorununun profesyonel nitelikli insanlarla, gönüllü insanlarla çözülmesi için adım atarsanız durum daha farklı oluyor. O zaman görüyorsunuz ki aslında afetlerden sonra bir afet de yardım çalışmaları sırasında yaşanıyor. Buna kısa vadeli de bakabilirsiniz, uzun vadeli de.
Acil mobil barınakların hazır ve depolanmış olması gerekli. Bunlar büyük taşıyıcılarla, ortalama 20’şer adet olarak bölgeye gönderilebiliyor. Geri kazanılabilir oldukları için de moloza dönüşmüyorlar, depolanıp tekrar kullanılabiliyorlar.
Buna karşılık devletin yaptırdıklarını incelemiştik. Genellikle en verimli topraklara, meralara vesaire beton dökülüp üstüne inşaat yapılıyordu. Bunun maliyeti de çok yüksek oluyor, üstelik sözünü ettiğimiz gibi tek sefer kullanılabiliyor. Yani dört ay, beş ay, sekiz ay en fazla kullanılıp ondan sonra moloza dönüşüyor ve insanların yaşam koşullarını da iyileştirmiyor. Dolayısıyla burada mesela 1999 depreminde çalışılmış bir deneyim var. Acil Mobil Barınak’lar Türkiye gibi afetler yaşayan, göçmen nüfus barındıran bir ülkede zaten yapılmış ve depolanmış olmalı ki hızla arama kurtarma faaliyetleri ile birlikte bu hava koşullarında harekete geçilsin.
Bunların böyle monte edilmeden hızla bölgeye aktarılması gerekiyor. Yani öyle tek tek konteyner gibi değil katlanmış vaziyette. Hepsini, on tane evi aynı anda iletebiliyorsunuz. Bunların böyle geri kazanılabilir olması bir kere hem nakliyeyi kolaylaştırıyor hem tasarruflu oluyor hem de bu yeşil alanların, meraların kaybolmamasına, onların ziyan edilmemesine yarıyor. Yoksa çok büyük alanları yerleşim alanına dönüştürüp, betonlayıp tahrip edip bırakıyoruz. Bu noktada 1999 depreminde bunlarla, yani bunların üreticileriyle temasta Osman Kavala’nın çok önemli bir rolü olduğunu söylemek isterim.
Afette travma yaşayan insanlar evlerine girmek istemiyorlar. Evleri ayakta durmuş, sapasağlam duruyor olsa bile. Kaldı ki bugünkü koşullar 17 Ağustos’tan çok daha beter. Dolayısıyla o dönem geliştirilen ve bir süre sonra yönetimi valiliklere devredilen bu barınakların bir kenarda durması zaten gerekiyordu. Ama demek ki bunların üretilmesi yetmiyor, sivillerin, hareket geçirdikleri profesyonellerle bu meseleyi, acil barınma meselesini sürekli araştırmaları ve yönetimine katılmaları gerekiyor. Bunları resmi kuruluşlar tek başlarına ne geliştirebiliyor ne de yönetebiliyor.
Acil Mobil Barınak’lar benim biraz evvel aşıya benzettiğim dirençli olma meselesine dokunuyor. Bunlar devlet kaynakları ile yapılıyorlarsa, ihale ile yapılmaları gerekiyor. Bu yüzden sivil tarafın geliştirdiği ilişkiler, uluslararası yardımlar ve örnekler çok daha hızlı ve sorun çözücü oldu. Bütün Türkiye’de ne kadar şantiye binası üreticisi varsa neredeyse hepsiyle ilişki kuruldu, çok sayıdaki ihtiyacı karşılamak için. Yerleştirmek için de o zaman valiliklerden izin alınması gerekiyordu.
Demek bu acil durumun resmi kurumlar tarafından karşılanması başka, sivil tarafın devletle birlikte gerçekleştirmesi başka. Uluslararası yardım kuruluşları çok ciddi bir yer tutuyor bu süreçte. Tıpkı aşıya benzettiğim gibi deneyim sahibi oldukları için bu politikanın oluşmasında yani afet sonrası müdahalenin politikasının oluşmasında bu uluslararası tecrübeyle de bağ kurmak çok önemli. Dolayısıyla Acil Mobil Barınak’ları mesela hemen bölgeye intikal ettirip gerçekleştirmek için uluslararası kapasiteleri kullanıyorsunuz. O zaman İsrail’den, Hollanda’dan bile destek gelmişti. Mesela bu köprüyü ancak siviller kurabildi. Çünkü devletin yaptığı acil barınaklar hem yerleşim alanlarından çok uzaktaydı hem de yeşil alanların üstünde betonlar dökülerek falan gerçekleşiyordu. Sivil koordinasyonun yaptığı, mesela Düzce’de yaptığı piramit ocağı vesaire gibi yerlerdeki barınaklar inanın kalıcı konutlardan daha başarılı oldu. Çünkü aynı zamanda esneklikleri vardı. Birleştirilebiliyorlardı. Şimdi bunları düşünmek bizim bildiğimiz ihale yöntemleriyle vesairesi olacak işler değil.
Mademki bu sivil kapasite ortaya çıktı, milyonlarca lira kaynak ortaya çıktı. O zaman bunların yönlendirilmesinde ve gerçekleşmesinde de gene o kapasiteleri kullanmak gerekiyor. Biz eğer bunu sadece resmi kurumlara devredersek, resmi kurumlar bildikleri şekilde yönetiyorlar. Oysaki sivil kapasitenin aynı zamanda tabii bilgi açısından da bir farkı var. O bilgiyi de bu işin içine katmak gerekiyor. O zaman gerçekten bir iyileşme mümkün oluyor. İnsanların hem afet sonrası yaşam koşulları iyileşiyor hem de kendileri de bu işin içinde yer alabiliyorlar. Resmi yapılar o kadar etkin ve esnek değil. Onlar daha kendi merkezci çalışan kurumlar. Mesela deprem bölgelerine çok sayıda vali yardımcısı atandı. Onlar genellikle emir komutayla çalışan, izin veren kişi ve kurumlar. Oysaki sivil kapasiteler eşitlikçi ilişkilerle kuruyor bu yardım çalışmalarını. O zaman insanların moral durumları da bir parçacık olsun iyileşmiş olabiliyor.
Doksanlı yıllarda sivil toplumun çok güçlü olduğunu söylüyorsunuz. Bugün ise sivil alanın daraldığı/daraltıldığı ve devlet alanının genişlediği bir Türkiye’de yaşıyoruz. Bu durumun sivil uyanış ve seferberlik ruhuna, süreçlerine yansıması hakkında ne düşünüyorsunuz? O yıllar ile bugünleri karşılaştırırsanız gördüğünüz manzara ne? Sivil toplumun gerilemesinin bu süreçte Türkiye’ye maliyeti ne oldu?
Tabii ki afet bu sivil uyanışın, seferberliğin önemli bir nedeniydi. Ama afetten önce de birtakım krizler vardı ve onlarda da siviller bir takım deneyimler kazanmışlardı. Ben size bir örnek verebilirim. Yerleşim politikalarıyla ilgili bir Birleşmiş Milletler Zirvesi’nin İstanbul’da 1996 yılında düzenleneceğini 1993-94’te öğrendik. Mesela biz bunu öğrendiğimizde hazırlıklara başladık ve uluslararası dayanışma yarattık. Sivil toplum kuruluşları ve bağımsız kurumlar bir araya gelerek aslında politikaların iyileştirilmesinde rol aldı. Yani çok zor bir süreçte adeta devlet politikalarını değiştirdiler, bir iyileşme süreci yarattılar. Zannedersem taraflar birbirlerini ezmeye, yok etmeye, birbirlerine kin duymaya başladıkça o zaman devlet politikaları da ortadan kalkıyor. Yani bu devletin aslında yararına bir şey. Onu söylemek istiyorum. Dolayısıyla sivillerin harekete geçmesi o yıllarda yerleşim alanlarındaki krizler karşısında ilk başta yadırgandı. ‘Birleşmiş Milletler konferansında bağımsız gruplar eğer devreye girerse hani Türkiye aleyhine birtakım şeyler olabilir’ diye düşünüldü ama tam tersine, bu Türkiye’nin yerleşim politikalarının iyileşmesine yol açtı. Mesela bu tecrübe çok önemliydi. 1996’da sivil toplum kuruluşları gerçekten kendi aralarında ağlar oluşturarak devletle görüştüler. Bundan üç sene sonra gerçekleşen 1999 depremi sonrasındaki sivil dayanışma ile bunun çok alakası var.
Bence 1999 depreminden önce bu tecrübenin yaşanmış olması önemliydi ve 1999 depremdeki sivil koordinasyonun da ana fikrini bu oluşturdu. Çünkü iyileşmek için aslında bizim çatışma konularımızı bir kenara bırakıp neyin gerekli olduğunu görmemiz gerekiyor. Yani burada katılım gerekiyor. Sivil toplumun sürece katılması gerekiyor. Kendisini sadece nesne olarak değil, özne olarak da yeniden üretmesi gerekiyor kamu süreçlerinde. Sivil toplum bunu jenerik olarak başardı. Yani sivil toplum devletle ilişki kurmayı bence 1994 yılında başlattığı çalışmalarla, 1996’daki Birleşmiş Milletler Konferansı sürecinde uluslararası toplumda dayanışmasıyla devlete kabul ettirdi. Aynı şey depremde de tekrarlandı. Çünkü daha ilk günlerde devlet sivil toplumu dışarı atmaya çalıştı. ‘Biz hallediyoruz, siz karışmayın’ falan dedi. ‘Yardım edecekseniz işte size adresleri bildiriyoruz. Oralara gidin, yardımlarınızı yapın ama sizin fiiliyatta kamu görevlilerine destek olmanız söz konusu olamaz’ dedi.
Bunun üzerine 200 sivil toplum kuruluşu bir araya geldi ve bütün gazetelerde tam sayfa yayımlanan bir duyuru hazırladılar. O metni yazanlardan biri olduğum için biliyorum ki o metinde iki şey isteniyordu: Bir tanesi, devletin bu müdahalesinin haksız olduğu söyleniyordu ve müdahalenin kaldırılması isteniyordu. Yani devlet, sivil toplum kuruluşlarının yardım toplamasına, yardım etmesine, süreç yönetmesine izin vermiyordu. Banka hesaplarına el koyuyordu. Dolayısıyla birinci şart buydu. İkincisi de tabii ki bu gönüllü insanlara teşekkür edilmesini, teşvik edilmelerini istiyordu bu metin. Bunu ertesi gün sabah dönemin Cumhurbaşkanı Demirel fiilen kendisi gerçekleştirdi. Çıktı kamuoyunun karşısına, ‘Taleplerinizi kabul ediyorum’ dedi. Bence bu çok önemliydi ama zaten o dönemki ruh halini düşünürseniz kamuoyu da buna hazırdı. Yani bütün gazeteler bu ilanı ücretsiz tam sayfa yayımlamıştı. Siz kalkıyorsunuz sivil toplumu sahadan atmaya çalışıyorsunuz. Buna sivil toplum sahip çıktı. Yani Türkiye halkı sahip çıktı. Ve sivil toplum kuruluşları afet bölgesinden dışlanmadı, afet çalışmalarına katılmaktan uzaklaştırılamadı. Bunu da devlet en üst düzeyde kabul etti ve ondan sonra da uzun süre bu tavrını korudu.
Bugün ne yazık ki böyle bir durumda değiliz. Bakan Murat Kurum bir açıklama yapmış örneğin, “AFAD koordinasyonu dışında herhangi bir koordinasyona müsaade etmeyeceğiz” diye. Elbette ki devletin sürecin yönetilmesinde sorumlulukları en başta. Bunu tartışmamak lazım. Ama sivil yardımların, gönüllü iş gücü kapasitesinin, ortaya çıkan enerjinin ve uluslararası sivil dayanışmanın da engellenmemesi lazım. Çünkü yardım yapacak kuruluşlar yönetiminde de sivillerin olduğunu, katılımcı, şeffaf, hesap verebilir ilişkiler kurulduğunu görürlerse devlete daha çok güvenirler ve yardımlarının doğru yere ulaştığını, iyi yönetildiğini görürler.
AFAD’ın bu nedenle mutlaka sivil kuruluşların sadece gönüllü iş gücünden, yardım toplama seferberliğinden değil, yönetme enerjisinden, kabiliyetinden de yararlanması iyi olur. Size söylediğim gibi 99 afetinden sonra devletin böyle bir girişimi oldu. Ama 200 kuruluşun imzasıyla bu mesele kamuoyuna duyurulunca devlet geri adım attı. Burada önemli bir ders olduğu kanaatindeyim.
Afetler sonrası yerel ve uluslararası sivil toplumda muazzam bir katılım seferberliği ortaya çıkıyor. Bu afetten sonra umut verici, iyileştirici bir gelişme. Devletin sivil topluma güvenmesi şart. Kamu yöneticileri merak etmesin, sivil toplum kendi ağlarını kurarak bunun istismar edilmesine izin vermez. 99 depreminde bunu çok iyi gördük. Geçmişte çatışan, birbirine kin besleyen kişiler, topluluklar bile bir araya geldiler. Bunun toplumdan esirgenmemesi lazım, çünkü başka bir çaremiz yok. Devlet sivil topluma güvenmeli ki sivil toplum da devlete güvensin. Afetlerden çıkarabileceğimiz en önemli ders bu.
Afetler sonrasında her aşamada, haberleşmeden ulaştırma hizmetlerine, kurtarma faaliyetlerinden acil sağlık hizmetlerine o kadar farklı ihtiyaçlar ortaya çıkıyor ki, bunların iyi yönetimi için resmi yapılar yanında sivil toplumun da bu konudaki kapasitesinin çok değerli olduğu anlaşılıyor. 99 Marmara afeti sonrasında askeri kurumlar, uluslararası kuruluşlar hatta resmi yapılar sivillerle birlikte çalışmaya ihtiyaç duydular. Afetten çıkarılabilecek en önemli derslerden biri bu. Japonlar mesela bunu çok iyi biliyorlardı. Afetlerin sonrasında muazzam bir toplumsal enerji ortaya çıkıyor. Dünyanın birçok yerinden yardım etmek isteyenler, çalışmalara katılmak isteyenler ortaya çıkıyor. Ancak bunun iyi yönetimi için resmi yapıların yanında sivillerin yönetme kapasitesine de ihtiyaç var. Ama sivil toplumun katılımı yardımları toplamaktan, işgücü potansiyelini kullanmaktan, gönüllü katkıları almaktan ibaret değil. Örneğin binlerce organizasyonun ilişki kurmasında, yönlendirilmesinde bağımsız yapıların rolü çok önemli. Bürokratik yapılar onlarla aynı dili konuşamıyorlar, her anlamda. Burada daha açık yapılara ihtiyaç var. Kamu tarafı hep “merak etmeyin, gerekli her önlemi aldık, ne gerekiyorsa yapıyoruz, sorunları çözüyoruz” diyor. Böylece enerjiyi bir bakıma söndürmüş oluyor. Oysa yalnızca acil barınma sorununu çözmek için bile o kadar farklı yapılacak iş var ki… Bu yüzden o dönem gelen bütün yabancı yardım kuruluşları, hatta Japon İmparatoru’nun başdanışmanı, NATO’nun başındaki orgeneral bile o dönem sivillerle ilişki kurdu.
Bu nedenle 99 felaketinin sonrasında yaşananların hatırlanmasının bugün için önemli olduğunu düşünüyorum. Felaketin yaşandığı gecenin sabahı siviller, acil kurtarma, yardımlaşma çalışmaları dışında koordinasyon gibi kamunun yapması gereken işlevleri de üstlenmek zorunda kalmışlardı. Zorunda kaldılar, çünkü bilfiil başlarına gelen durum buydu. Yüz binlerle ifade edilen gönüllüleri yönlendirmek için Taksim Meydanı dahi kullanıldı. Bu toplumsal seferberliğin belki de gölgede kalan tarafı, iş yönetimi, sağlık, sosyal hizmetler gibi her alanda deneyimli, liyakatlı kişilerin yanında yüzlerce gencin de katıldığı bir koordinasyon ağının oluşturulmasıydı. Hiçbir deneyimleri olmamasına rağmen ilk günden itibaren esnek yapılarıyla, bağlar kurma becerileriyle, koordinasyon işlevini de üstlendiler. Bölgede de üç yerde ayrı koordinasyon merkezi kuran siviller esnek, bağlar kuran, harekete geçen binlerce yerel ve uluslararası girişimleri, hatta yabancı devlet kuruluşlarını ilişkilendiren yapısıyla kısa zamanda yönetim ihtiyaçlarını karşılar hale gelmişlerdi. Düzce depreminde de iki saat sonrasında arama kurtarma faaliyetlerine, yardımlaşma faaliyetlerine giriştiler. Açıkça söylemek gerekirse koordinasyonu, yani çok taraflı bir konu olan afet sonrası yönetimi kamu otoritesinin o zaman tek başına yapması mümkün değildi. Bugün de değil.
Sonuç olarak ben bu afet dolayısıyla umutsuz değilim. Bunun gerçekleşeceğini düşünüyorum. Maalesef biz bu sürece çatışarak geldik tekrar. Yani bu süreç tekrar politik anlamda birleştirici değil ayrıştırıcı oldu. Şimdi bu afet dolayısıyla eğer çatışma gene devam ederse, ki 1999 depreminden sonra da zaman zaman, yer yer görüldü. Yani toplulukların alan kapatmaya çalışması, kamusal nitelikli şeyleri kendilerine mal etmeye çalışmaları, kamusal alanı kısıtlamaya çalışmaları görülüyor. Sivil toplumla, kamunun ilişkisinde çünkü bir problem var Türkiye’de. Genellikle sivil toplumun bir kesimi arkasını kamuya dayayarak diğerlerini dışlıyor. Bu dayatmacı bir şekilde de oluşabiliyor. O zaman zaten yardım çalışmaları, yardım imkanları falan çürüyor. Ama diğeri gerçekleşirse -ki bunun örnekleri 1999’da ortaya kondu- tam tersine umut verici, bütün acılara rağmen umut verici gelişmeler yaşanabiliyor. Bugün bence bu afetle de baş edebilmemizin tek yolu bu olacaktır.
Ne kadar kötü süreçler yaşamış olsalar da geçmişte, bugün insanların yine de devletle konuşarak, müzakere ederek ilişki kurmanın yollarını arayıp bulacaklarını düşünüyorum. Acımız büyük, keşke umutlarımız da öyle olsaydı.