Bir cemaat yurdunda kalan Enes Kara’nın intiharı ve intihardan önce söyledikleri Türkiye’de büyük bir tartışmaya sebep oldu. Bu tartışmanın ana eksenini cemaatlerin varlığı, yapısı, işlevi ve bu cemaat ile vakıflara ait yurtlar oluşturdu. Öyle ki, birçok kişi intiharın ardından cemaat ve vakıflara ait yurtların kapatılmasını ve hatta direkt olarak bu cemaatlerin yasaklanmasını dillendirdi.
Enes Kara’nın intiharı ve intihardan önce söyledikleri bize ne söylüyor? Bu olaydan alınabilecek dersler, atılması gereken adımlar neler? Cemaat ve vakıfların toplumdaki karşılığı ne? Bu yapıların yasaklanmasını ve kapatılmasını savunmak ne anlama geliyor? Cemaat ve vakıfların öğrencilere yaklaşımındaki problemler neler? Tüm bu soruların cevabını Türkiye’de dini alanda yaptığı çalışmalarla tanınan yazar Metin Karabaşoğlu ile röportajımızda aradık.
Sizce Türkiye’deki cemaat ve vakıf yurtlarının temel problemleri neler?
Türkiye toplumunda her kesimin kendine özgü problemi olmakla birlikte, tamamının ortak şekilde muzdarip olduğu problemler daha merkezî bir yer tutmaktadır. Dindar-seküler, Müslüman-gayrimüslim, Türk-Kürt, Alevî-Sünnî gibi kimlik ayrımlarına girişip bu sorunları kendi aidiyetimiz dışındaki kesimlere, özellikle de kendi aidiyetimiz ‘karşısındaki’ kesimlere ihale etmeksizin, herkesin ve her kesimin dürüstçe kabul etmesi ve eleştiriyi önce ‘özeleştiri’ formunda gerçekleştirerek çözüm için irade ortaya koyması gereken bir ortak problemler yumağı içinde yaşadığımızı görmemiz gerekiyor. Nitekim, kimlikçi ahlâkî üstünlük iddiası, bu iddianın beraberinde hakkâniyetten uzak, tahakkümcü otoriter zihniyet ve bunun getirdiği nobranlık, ülkenin neredeyse her kesimini kuşatmış halde. Başkaları için bunları söylemek kolay, ama her kesimden insanın kendisi ve kendi aidiyeti için de bu gerçeği kabullenmesi şart.
Enes Kara’nın intiharı öncesinde söyledikleri, aslında bu gerçeğin ifadesi. Enes’in geride bıraktığı sözlerinde, konuyu kendi kimlikçi üstünlük iddiası ve siyasî kavgası için bir ‘fırsat’a dönüştürmeye çalışanların gayretkeşliğinin örtemeyeceği şekilde, herkes için sitem, her kesime yönelik bir serzeniş saklı. En yüksek puanla girilen bir okulda zorlu bir tıp eğitimi sonrası insanca çalışma şartları ve insanca yaşamayı mümkün kılan bir maaşla yaşayabileceği ümidini bir gence veremeyen bir devlet yönetimi… Bugün durum bu olsa da yarın bu durumun değişeceği umudu veremeyen bir toplumsal zemin. Çocuğuyla iletişimi neredeyse kopuk, emanet ettiği ‘taşeron’ ortam tarafından çocuğunun ‘olmasını istediği’ kalıba gireceği düşüncesiyle hareket eden bir baba… Baba açısından bakıldığında ‘Enes’i emanet ettiği,’ Enes açısından bakıldığında babası tarafından kalmaya mecbur ve mahkûm bırakıldığı ortama hâkim olan onun iç dünyasında o büyük yükü, ağırlığı, küskünlüğü, dahası bastırıla bastırıla daha da büyümüş öfkeyi okuyamayan, bilakis otomatikleştirilmiş bir yaşama düzeni yürüyorsa her şey yolunda zanneden duygusal körlük ve küntlük… Enes’in geride bıraktığı sözler, farklı oranlar içermekle birlikte, herkesin ve her kesimin sorumluluk hissesi taşıdığı bir keyfiyet arz ediyor. Durum bu iken, sorumluyu tek adrese indirgemek, elbette iyiniyetle ve aklıselimle açıklanamaz.
Kabul edelim ki, Türkiye’de her kesimin otoriter zihniyetten bir nasibi var. Öyle ki, bu ülkenin otoriterliğe mutlak mesafe koymuş olması beklenen liberallerinin epeyce bir kısmına dahi, bir ahlâkî-entelektüel üstünlük düşüncesinin beraberinde üsttenci bir bakış ve buyurgan bir dilin hâkim olduğunu görürüz. Onlar için dahi durum bu iken, doğrunun da en doğrusunu kendilerinin temsil ettiğini düşünen farklı dinî cemaatler, elbette daha keskin bir otoriterlikle karşımıza çıkıyor. Haklarını yemeyelim, dindarlığa ‘hurafe,’ kendisine ise ‘bilimsellik’ yakıştırarak ‘en hakiki mürşid’ pozisyonuna yerleşen ‘tevazuda dünya markası’ sol, sosyalist, Kemalist sekülerliklerin nobranlığı ile ise sanırım kimse yarışamaz. Son tahlilde, farklı toplum kesimlerinin neredeyse hepsinin kendilerini özne, başkalarını ise nesne olarak kurguladıklarını; özelde de gençleri kendi toplumsal projeleri dahilinde birer ‘kurşun asker’ olarak tasarladıklarını görüyoruz. Gençler, onlar için korteksleri ile değil, refleksleri ile değerli. İsteneni yapan, söyleneni onaylayan kişi olarak değerli. Yahut slogan atan dil, pankart taşıyan el, yürüyüş yapan ayak olarak. Aklını onlara emanet etmeyeni, hoşa gitmese de kendi düşüncesini söyleyeni hemen hiçbir kesim istemiyor ve sevmiyor. Dolayısıyla, aslında dinî veya seküler ‘cemaat’ler şeklindeki yapılanmış bu ortamda her türden cemaatin bence en önemli problemi, herkesin Yaratıcı tarafından kendisine irade bahşedilmiş, dolayısıyla içerdiği sorumlulukla birlikte tercih hakkı ve ehliyeti olan biricik şahsiyetler olduğunu kabullenememesi; ‘akla kapı açmak’ ve ‘teklifte bulunmak’la yetinmeyip, ‘ihtiyar’ı, yani seçim yapma özgürlüğünü kişilerin ellerinden almaya çalışması, dahası bunun için manipülatif yollara bile tevessül etmeleri…
Öte taraftan, özellikle aileler açısından, muhafazakâr yapıların ve dinî cemaatlerin bir nevi ‘taşeron’ muamelesi gördüklerini anlamamız gerekiyor. Aileler çoğunlukla korumacı bir güdüyle, çocuğuyla sağlıklı bir iletişim kuramıyor; onun bir ferdiyeti olduğunu ve özellikle bir genç olarak iradesini kuşandıktan sonra hoşa gitse de gitmese de kendi tercihleriyle kendi hayat yolculuğunu yaşama hakkına ve sorumluluğuna sahip olduğunu kabul etmekte zorlanıyor. Öte yandan büsbütün onları suçlamak da doğru olmaz. Çünkü ortamın tekinsiz olduğunu, dışarıda her türden tehlike ve tehdidin mevcut olduğunu düşündüğü için, özellikle üniversite eğitimi düzeyine gelmiş ve ailenin yaşadığı şehir dışında okuyacak olan çocuğunu söz konusu ‘taşeron’lar üzerinden korumayı ve hatta kendi istediği noktaya getirmeyi sağlamak istiyor aileler. Bu noktada, çocukları üzerinde kurdukları baskının bir benzerini, iletişim içinde oldukları, belki maddi destek de sağladıkları kurumlar, yapılar, vakıflar üzerinde de kuruyorlar. Benim ‘adam edemediğim’ çocuğu onlar benim istediğim ve kendilerinin de onayladığı kalıba soksunlar diye istiyor ve bekliyorlar. Bu beklenti ve böyle bir misyon atfı, bence vakıf ve cemaat yurtlarının üzerindeki en büyük yük ve en önemli problem.
Bazı ‘analiz’cilerin, bu yurtların varlığını yoksunluk-yoksulluk denklemi üzerinden okuma gayreti içinde olduklarını görüyoruz. ‘Maddî imkânsızlıklardan dolayı cemaat yurtlarında’ diye başlayan cümleler, Türkiye gerçeğinden uzak, sözümü sakınmadan söyleyeceğim, küstah ve şımarık cümlelerdir. Cemaat ve vakıfların yurtları ‘son seçenek’ değildir birçok genç için; aile oraya güvenebildiği, çocuğunun kendisinin uzağında ancak onların gözetiminde güven altında olabileceğini düşündüğü için ilk seçenektir ve Enes Kara örneğinde de görüldüğü üzere ‘fakirlikten dolayı’ değil ‘güvenildiği için’ tercih edilmişlerdir. Şunu görmek gerek. Geçelim dindar aileleri, özelde dindar sayamayacağımız birçok aile dahi, çocukları bar ve diskoteklerde kaybolmadan, alkol ve uyuşturucu batağına düşmeden, dersleri de boşlamadan, öte yandan ileride iş ve evlilik hayatı açısından başına bela olacak durumlara bulaşmamış halde eğitimini tamamlasın istiyor. Ailelerin bu endişesini göremeyen hiç kimse, mevcut durumu doğru okuyamaz, anlayamaz, doğru şekilde ‘analiz’ edemez.
Ama öte yandan gençleri de anlamak gerekiyor elbette…
Bence, özellikle bir manevî beslenme zemini olmanın yanısıra barınma imkânı sağlayan, dahası bu ikisini birbirine mezcettiğini düşünen cemaat ve vakıfların, öncelikle ailenin ‘ikamesi’ ve ‘taşeronu’ olmayı reddetmesi, varlıklarını ve işlevlerini bunun üzerinden tarif etmemesi gerekiyor. Burada bir netlik sağladıktan sonra, dileyen vakıf ve cemaat, insanî ölçüler ve ölçekler dahilinde yurt hizmeti gerçekleştirebilir mi, elbette gerçekleştirebilir. Bu barınma hizmetini açık ve şeffaf biçimde belli ölçüler ve şartlar koyarak da yapabilirler, kimse onları ‘yol geçen hanı’ olmaya zorlayamaz, ama onların da zorlayıcı bir tavırdan uzak olması gerekiyor. Barınma hizmeti veren birçok cemaat ve vakfın temel ikilemi, tam da burada aile ile genç arasında kalması… Bence gençleri, kendi özel şartları varsa onları açıkça ve dürüstçe ifade ederek, aile ile birlikte onların da rızasıyla yurtlarına kabul etmeliler. Ama kendilerine aynı zamanda bir manevi irşad misyonu yüklemişlerse, yurt şartlarında gençlerle doğru iletişim kurabilen, sorun görebilen ve çözüm üretebilen kalifiye kişileri istihdam etmeleri gerekiyor. Yoksa, dışarısı bu kadar tekinsiz durumda iken, bu yurtlara ihtiyaç duyanlar her zaman olacaktır.
Bu vesileyle, bir hususu da paylaşmak isterim. Bugün bu ülkede bazı cemaat ve vakıflar, bizzat hedeflemedikleri ve talip olmadıkları halde barınma ve yurt hizmeti görür haldedir. Yakın dönemde bazı yurtlar bir kısmı belli cemaatlere ait bazı vakıf ve derneklere devletlûların müdahalesi ve ‘rica’sıyla tevdi edilmiştir. Bir bakıma, bazı vakıflar, başkaca çalışmalarında da devlet nezdinde sorun yaşamamak için ‘yurt hizmeti üstlenmeye’ mecbur kalmışlardır. Bu, özellikle dindar camia içerisinde neredeyse herkesin bildiği bir husustur. Bu durumun, ardındaki aktörler ve saikleri açısından, özellikle müzakeresi gerekir.
Günümüzdeki teknoloji çağında, geleneksel eğitim yöntem ve kuralları ile faydalı bir iş gerçekleştirilebilir mi?
Önce şunu söyleyeyim: Geleneksel ile muasırı birbirinin karşıtı olarak kurgulayan yaklaşımları benimseyen, birinin varlığının diğerinin yokluğunu gerektirdiğini düşünen kişilerden değilim. Hayat bu kadar keskin bir çizgide akmıyor. ‘Geleneksel eğitim yöntem ve kuralları’ dediğimizde ise çok geniş bir alandan söz ediyoruz. Benim açımdan geleneksel eğitim denildiğinde akla gelen ilk husus, hoca-talebe ilişkisidir; yüz yüze, birebir iletişim ve öğretimdir; ve hiçbir teknolojik ilerlemenin yüz yüze, göz göze ve göz hizasında eğitimin yerini tutacağı kanaatinde değilim. Bunun alternatifini hiçbir teknoloji bulamaz, bulamayacak. Geleneksel eğitimin bu en önemli unsuru, insanlık yeryüzünde var olduğu sürece varlığını sürdürecektir, sürdürmelidir. Ama tamamen eski formunda değil, teknolojinin getirdiği imkânların da değerlendirildiği ‘melez’ bir formda. Bence zaten bu ülkedeki temel sorunlardan biri, her meselenin siyah-beyaz keskinliğine indirgenmesi, hayatın her alanında yaşamayı ve nefes almayı mümkün kılan asıl büyük zeminin, gri alanın reddi ve hibrit çözümlerin peşine düşülmemesi…
İslam’ın tebliğ anlayışı ile cemaat yurtlarındaki öğrencilere ‘tebliğ’ amacıyla uygulananlar birbiri ile örtüşüyor mu?
Peygamber aleyhissalâtu vesselamın “Ey örtüsüne bürünen! Kalk ve uyar!” hitabıyla tebliğe yükümlü kılınması ile Hudeybiye barışı arasında geçen yaklaşık ondokuz senede İslâm’ı seçenlerin sayıca kat kat fazlasının, Hudeybiye barışı ile Mekke’nin İslâm’a açılması arasındaki yirmi iki ayda Müslüman olduğu, siyer kitaplarında net biçimde dile getirilen bir husustur. Çünkü Mekke’deki Kureyş müşriklerinin baskısı ve çarpıtması olmaksızın, insanlar ilk kez o barış döneminde Medine’de bir topluluk ortamında yaşanan dindarlığı doğrudan gözlemleme imkânı edinmiştir. Bu örneklik üzerinden, tebliğin özünün ‘temsil’ olduğu dindarlar arasında sıklıkla söylenir. Bu da “Lisan-ı hâl, lisan-ı kâlden üstündür” diye, yani inandığın değerleri insanların senin üzerinde, fiilinde ve halinde görmesi, o değerleri dilinle onlara söylemenden daha etkilidir diye ifade edilir. Dolayısıyla dinin söz ile ‘tebliğ’ edildiği ortamlardan daha önemlisi, dindeki değerlerin dindar kişilerin kişilik ve fiillerinde ‘temsil’idir. Bu, her ortam gibi, gençler için barınma imkânı sunan yurt ve benzeri ortamlar için de geçerlidir. Şunu da belirtelim: ‘İyi insan’ görünmeye çalışarak ‘kalb kazanmak’ gibi bir durumdan söz ediyor değiliz; gerçekten ‘iyi insan olmaya çalışmak’tır aslolan. Başkasını ‘etkilemek’ adına bir ‘görünürlük’ sahici bir durum değildir ve çoğunlukla da, nisbeten daha bağımlı kişilik yapıları belki kısmen müstesna, böyle bir tutum ters tepmektedir.
Sözün kısası, cemaatler, yerleşik söylemlerini kullanırsak, insanların ve bilhassa gençlerin ‘hidayetine vesile olmak, dünya ve ahiretlerini kurtarmak’ istiyorlar ise, bir beklenti üzerine inşa etmeksizin, bir amaca matuf, yapmacık ve zoraki biçimde olmaksızın iyi insanların olduğu bir topluluk olma gayretini kuşanmalı. Diğerleri onları güvenilir ve konuşulabilir iyi insanlar olarak tanısınlar, bence bu onlar için yeterli. Gerisi diğer kişilere kalmış. Bir manevî arayışı varsa, güvenilir iyi insanlar olarak tanıdığı o kişilere sorar, danışır, konuşur. Bir dünyevî ihtiyacı karşılayıp minnet bekleyerek, ailenin sevkiyle veya başka bir zorlayıcı sebeple ‘tebliğ’ gibi samimiyetsiz durumlardan ise kesinlikle uzak durmaları gerekiyor.
Bu topraklardaki genel ruh haline uymadığı için olsa gerek, umuma mal olmamış bir hadisinde Peygamber aleyhissalâtu vesselam farz ibadetlerden sonra amellerin en hayırlısı olarak ‘kalblere sevinç koymak’tan söz eder. Bence bu ülkede dindarların gerçekten tebliğ derdi varsa, tahakküm içerir her türlü tutuma ve sevgisiz bir din diline açık ve net tavır koyarak, ümit veren, ‘nefret ettirmeyip sevdiren,’ kalblere sevinç koyan bir yaşayış ve üslubu kuşanmaları lâzım.
Öte yandan, şu hususu bu vesileyle bir kere daha dile getirmek isterim, ki vaktiyle yazmış olmamın ötesinde, farklı dinî cemaatlerden dostlarla bir arada olduğum ortamlarda sıklıkla dile getiriyorum. İçinde yaşadığımız, ama dışına da çıkabildiğimiz, sonra geri döndüğümüz yerdir ev; içinde yaşadığımız, ama dışına çıkamadığımız yere ise hapis diyoruz. Yuva, uçup gidebildiğimiz ve geri geldiğimiz yerdir, barındığımız ama uçup gidemediğimiz yere ise yuva değil kafes diyoruz. İçinde eğitim gördüğümüz, ama sonunda mezun olduğumuz yerdir okul, bazılarımız sonra öğretmen olarak oraya geri de dönebilir, ama çoğumuz bir daha o okula uğramaksızın hayat boyu o okulda öğrendiklerinin izini, eserini üzerinde taşıyarak yaşar. Dinî cemaatlerin, vakıfların tekrar tekrar bu soruyu sormaları gerekiyor: Neyiz biz, ne olmak istiyoruz, nasıl bir işlev görüyoruz: Okul, yuva ve ev gibi miyiz; yoksa kafes ve hapishane gibi mi?
Bu intihar haberinin ardından bazı toplum kesimlerinden ‘Cemaatler ve cemaat yurtları kapatılsın’ sesi yükseldi. Geçmişte olduğu gibi yeniden bu tarz bir yasak getirilmesinin sosyolojik ve siyasi sonuçları ne olur?
Sözünü ettiğimiz kesimden yükselen bu sesin belki tek faydası, bu kesimin mevcut şartlarda örtük hale gelen faşizan kodlarının yeniden ifşası oldu. Bu ülkenin dindar veya seküler, sağ veya sol, Hamidist ve Kemalist her türlü dayatmacı tutumdan uzak olması; herkese ve her renge eşit derecede hayat hakkı tanıyan bir ortak anlayışla ‘toplum olunduğunun’ herkesçe idraki gerekiyor. İnsan ‘sosyal’ bir varlıktır, sosyalleşme ihtiyacı baki kalacağı için farklı sosyalleşme zeminleri de her zaman var olacaktır. İnsanlar hayatın ağır soruları ve sınanmaları karşısında bir cevap ve sığınak arayışı içinde oldukları sürece de, türlü çeşit felsefî ekolün yanında, farklı farklı dinî yapılar da varlığını sürdürecektir. Öte yandan, zühd geleneği ve tasavvufun tarihi daha da eski olmakla birlikte, tarikatlar dediğimiz yapıların en az bin yıllık geçmişi var. Onları yok etmeye çalışan kaç devlet yok oldu gitti, onlar varlıklarını sürdürüyorlar, çünkü bir insanlık durumuna tekabül ediyor ve bir manevî ihtiyaca karşılık geliyorlar. Tarikatlar da, cemaatler de var olmaya devam edecektir. Bu ülkede öncelikli mesele, anayasası her türlü ideolojik aidiyetten ve misyondan arındırılmış gerçekten demokratik bir hukuk devletinin tesisidir; herkese eşit mesafede, o yüzden herkesin güven duyduğu bir devlet işleyişinin tesisidir. Bu olabilirse, başka her şey gibi, kime aidiyetine bakılmaksızın bütün yurtlar için geçerli insanî bir standart ortak akılla geliştirilir, geliştirilmelidir.
Röportajın başında toplumdaki tüm kesimlerin kendi özeleştirilerini yapmaları gerektiğini söylediniz. Cemaat yurtlarında yaşanan bu ve benzeri olaylara muhafazakâr-dindar camianın tepkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce gerekli hassasiyet gösteriliyor mu?
Türkiye toplumu, gerçek anlamda ‘toplum’ olamadığı, her konuyu siyah-beyaz keskinliği içinde ‘asabiyet’ yüklü bir muameleye tâbi tuttuğu sürece hiçbir meseleyi doğru zeminde doğru üslupla tartışamaz, ortak akılla ortak iyiye ulaşamaz. Bilakis, her mesele, taraflar tarafından ya istismar ya örtbas edilir. Bu olayda da, gencecik bir insanın ölümü üzerinden, birileri deyim yerindeyse ‘nebbaşlık’ yaparak kendi siyasî ajandasına ‘fırsat devşirmeye’ kalkışırken, birileri de görmezden gelme, örtbas etme veya konuyu bütün sorumluluk hâlesi etrafında değerlendirme tutumunun uzağına düştü. Nebbaşlık derken, sadece bazı seküler kesimlerin sergilediği yüksek ‘efori’ye atıfta bulunuyor değilim. Dindar kesim içinde de, alt kimlikler devreye girer böyle durumda. Böyle durumlarda, dindar kesim içinden bazıları bu meseleyi salt ‘dindar’ların meselesi olarak görüp ona göre bir tavır üretirken, başka bazıları kendi daha alt ‘kimlikçi hesapları’nı bu olay üzerinden görmeye çalışır. Burada da aynısını gördük.
Kanaatimce, Türkiye’de seküler kesimden bazı kişiler, ciddi bir ‘İslamofobi’ illeti ile mâlul ve epeyce kısmının bu illetten kurtulması pek mümkün olmayacak. Dindar kesimin, öylelerin tavırlarına aldırmaksızın ve onların tutumlarına tepki geliştirmek adına ‘safları sıklaştırma’ ve ‘sorunu örtbas yahut rasyonalize etme’ gibi tutumlara yönelmeksizin, hesapçılıktan uzak bir hasbîlikle meseleyi aklıselimle ele alması, hata kişiselse kişiye ait olarak, hata daha genele aitse o şekilde ama muhakkak hatayı hata, problemi problem olarak görmek suretiyle özeleştiriyi de, eleştiriyi de devreye sokarak, dindar-seküler ayırmadan aklıselim sahiplerinin ortak aklından faydalanarak çözüm için inisiyatif geliştirmesi gerekiyor. Semptomlardan teşhise, teşhisten de tedaviye yol almamız gerekir; problemler örtbas ederek yahut ona buna cevap yetiştirerek değil, böyle iyileşir. Hassasiyetin asıl yönelmesi gereken nokta bu, ama şu an bu noktanın epey uzağındayız.