Ana SayfaHaberlerSolun Kültür Serüveni 13 | Halil Berktay: Marksizmin Başarısızlığı

Solun Kültür Serüveni 13 | Halil Berktay: Marksizmin Başarısızlığı

Marksizmin eleştirel ve açıklayıcı zenginliği, iktidardaki Marksizme yansımadı. Marx ve Engels, Hegel’in “sistemi”nin (Prusya monarşisi övgüsünün) diyalektik metodu (sürekli değişim fikri) ile çeliştiğini göstermişlerdi. Haklıydılar. Ama aynı şey kendi teorilerinin ve ütopyalarının başına geldi. Marksizmden yola çıkan sosyalist sistem kendi kurumlaşması (üstyapıları) içinde dondu kaldı. Değişme ve ilerlemenin önüne geçti. İnsanlığın geleceğini temsil etme iddiasını yitirdi. Bu hayalin lâfı bile edilmez oldu.

Notlarıma baktım; bütün “zaaf”larını bir seferde masaya yatırmak biraz fazla geldi. İlk taslağıma kıyasla, bunu biraz daha ince dilimlemek gerektiğini düşündüm. Demiştim ki Marksizm bir yandan, o zamana kadar üretilmiş, ulaşılmış en zengin, en derin teorik kurguydu. Bir tarihçi olarak, sanırım en büyük katkısı da Tarih ve Tarihsel Sosyoloji alanında oldu. Üretim tarzı ve üstyapı/lar modeliyle, topluma yeni, entegral bir bakış getirdi. İnsan toplumlarını ekonomisi, hukuku, sosyolojisi, devlet yapısı, kültürü, ideolojisi (veya ideolojileri), sanatı ve edebiyatıyla bir bütün olarak kavrama ve anlamlandırmanın önünü açtı. 

Esasen bu birleştirme ve açıklama kapasitesidir ki, Marx ve Engels’in ilk ağızda muhatap aldıkları kesimi: arzuladıkları işçi partilerinin (veya sosyalist, sosyal demokrat partilerin) olası kurucu-yönetici unsurlarını, “biricik doğru devrim, biricik doğru sosyalizm” platformuna katılmaya ikna etti. 1848’den itibaren Marksizm, sosyalizm düşüncesi alanına giderek hakim oldu. Bu partiler kuruldu ve gelişti. Bazıları küçük kaldı, bazıları çok büyüdü (Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisi, ya da Fransız ve İtalyan Sosyalist Partileri gibi). Hepsi, emekçilerin siyaset sahnesinde şu veya bu ölçüde temsilini sağladı. Liberalizmin öngördüğü klasik siyasî hakların yanı sıra, işçilerin ve diğer çalışanların taleplerinden kaynaklanan sosyal haklar giderek çoğaldı. 20. yüzyılda siyaset, büyük ölçüde “sosyal siyaset” (social politics) karakteri kazandı. Refah Devleti vücut buldu. 1920’ler ve 30’larda sosyalist partiler yükselen Faşizme ve Nazizme karşı mücadelede yer aldı. Sovyetler Birliği’nin şahsında sosyalizm, II. Dünya Savaşı’nda Hitler Almanyası’nın yenilmesinde, Nazizmin dünya hâkimiyeti projesinin boşa çıkarılmasında baş rolü oynadı. 1945’ten sonra da Marksizm, gerek (daha sonra geleceğim) emperyalizm ve anti-emperyalizm teorisiyle, gerekse komünist partiler ve sosyalist ülkelerin bağımsızlık mücadelelerine, millî kurtuluş savaşlarına desteği üzerinden, dekolonizasyon (sömürgesizleşme) sürecine büyük katkıda bulundu. Bu çerçevede, bir tarih ve toplum teorisi olarak Marksizm akademik alana da girdi. 1920’ler ve 30’larda başlayan bir trend giderek güçlendi. 1950’lerden itibaren Batıda, insan ve toplum bilimlerinin hemen her alanında Marksist veya Marksizan ekoller oluştu. Özellikle Tarih, Sosyoloji, Antropoloji ve Arkeoloji gibi dallarda ve Postkolonyal yaklaşımlarda çok etkili oldu. 

Bütün bunlar herhalde Marksizmin (ya da Marksist sosyalizmin) başarı hanesine yazılabilir. Yani denebilir ki mutlak bir başarısızlıktan çok, başarı ile başarısızlığın içiçe geçmesinden söz etmek daha doğru olur. Pek o kanıda değilim. Nedeni şu: Marksizm, asıl büyük siyasî projesinde, temel toplum, tarih ve insanlık tasavvurunda başarısız oldu. Neler öngörmüştü? Neleri zorunlu ve kaçınılmaz saymıştı? Bunları bilimsel kesinlikler olarak sunmuştu? Bir üretim tarzı, ekonomik sistem ve siyasal rejim olarak kapitalizm mutlaka çökecekti. Giderek derinleşen iktisadî krizlerle sarsılacak; işçi sınıfı devrimi (veya devrimleri) ile yıkılacaktı. Bu devrim(ler), öncelikle kapitalizmin en çok geliştiği, en büyük ve güçlü işçi sınıflarının olduğu ülkelerde gerçekleşecekti. Yeni sosyalist ekonomi, üretici güçleri kapitalizmden çok daha ileriye götürecek; yeni sosyalist düzen, “burjuva demokrasisi”ne kıyasla çok daha ferah, özgür ve eşitlikçi olacaktı.

Hiçbiri olmadı. Hepsi yanlış çıktı. Çok çeşitli açılardan yanlış çıktı. (1) Kapitalizm ekonomik bakımdan da, siyasî bakımdan da, Marx ve Engels’in sandığından çok daha dirençli çıktı. Periyodik krizler (genişletilmiş yeniden üretim buhranları) ara ara hep patlak verdi, veriyor, ama etkilerini yumuşatmanın (efektif talebi devlet eliyle pompalamak gibi) makro-ekonomik çareleri bulundu. Seçimleri ve meclisleri, hukuku, kuvvetler ayırımı, hak ve özgürlükleriyle temsilî demokrasi, bütün sakatlıkları, çarpık ve güdük yanlarına karşın, geniş kitlelerin umudu olmayı sürdürüyor. Kötüler içinde görece en iyi “toplum sözleşmesi”ni sunuyor. 

(2) Karşılığında, dünya çapında bir sosyalist devrim patlak vermedi. İşçi sınıfını temsil iddiasındaki komünist partilerin başını çektiği devrimler pek az ülkede görüldü. Bunlar da ilerilik değil gerilik koşullarında; monarşik-aristokratik rejim kalıntılarının tahakkümü (veya işgal) altındaki yoksul tarım ve köylü toplumlarında meydana geldi. Sadece iki büyük ülkede, 1917’de Rusya’da ve 1949’da Çin’de, gerçekten yerli, yerel, içsel devrimler yaşandı. Bu iki ülke etrafında, biri Doğu Avrupa’da, diğeri Doğu ve Güneydoğu Asya’da olmak üzere, iki periferal devrim ve sosyalizm halkası doğdu. Solcular çok uzun süre bir propaganda motifi olarak “devrim ihraç edilemez” dediler ama pekâlâ edilir ve hep edilmiştir; nitekim 1945 sonrasında, sekiz Doğu Avrupa ülkesinde düpedüz “devrim ihracı” süreçleri yaşandı; Polonya, Doğu Almanya, Macaristan, Çekoslovakya, Romanya, Bulgaristan, Yugoslavya ve Arnavutluk’ta, Nazizmin yenilgisi ve Kızılordu’nun kurtarıcılığı zemininde (doğrudan kurtarmış olmasa bile, gölgesi altında) komünist tek parti rejimleri kuruldu. Uzak Asya’da, Çin’in penumbra’sında (bazen de hem Çin hem Sovyet etkisiyle) Dış Moğolistan, Kuzey Kore, Vietnam, Laos ve (kısa bir süre) Kamboçya sosyalist oldu. Bunlar dışında bir tek Küba, kendi başına bir demokratik devrim yaşadı ve sonradan, mevcut komünist partisini yenileyip sosyalizm yoluna girdi. Böylece “sosyalist blok,” pik noktasında 16 ülkeyi kapsadı.

(3) Bu sosyalist ülkeler, ekonomide de, siyasette de başarılı olamadı. Demokrasisizlik ile  verimsizlik elele gitti. Komünist tek parti diktatörlükleri, fikir çeşitliliğini boğdu ve çizgisel bir konformizmi dayattı. Özgür yaratıcılık sindirildi. Devlet mülkiyeti özel mülkiyete; merkezî planlama piyasa ekonomisine üstünlük sağlayamadı. Üretici güçlerde gelişme, ancak özel girişimciliğe olanak tanındığı ölçüde dinamizm kazanabildi.

(4) Esas olarak bu nedenlerle, 1980’lerin sonunda bir deprem yaşandı. Sovyetler Birliği çöktü ve bütün Doğu Avrupa’yı da beraberinde götürdü. 16 ülkenin 11’inde sosyalizm son buldu. Çin, Vietnam, Laos, Kuzey Kore, Küba: yalnız bu beş ülke, hâlâ sosyalizm iddiasında. Hepsi birer diktatörlük. En çok Çin’de, keza Vietnam ve Küba’da, klasik anlamıyla bir “sosyalist üretim tarzı”ndan söz etmek zor (oysa kapitalizmi yıkmanın temel gerekçesi bu değil miydi?). Sosyalistlikleri, komünist tek parti diktatörlüğü altında giderek daha çok karmalaşan ve piyasalaşan hibrid bir ekonomi anlamına geliyor. 

Özetlersek, muhalefetteki Marksizmin eleştirel ve açıklayıcı zenginliği, iktidardaki Marksizme yansımadı. Marx ve Engels,  Hegel’in  “sistemi”nin (Prusya monarşisi övgüsünün) diyalektik metodu (sürekli değişim fikri) ile çeliştiğini göstermişlerdi. Haklıydılar. Ama aynı şey kendi teorilerinin ve ütopyalarının başına geldi. Marksizmden yola çıkan sosyalist sistem kendi kurumlaşması (üstyapıları) içinde dondu kaldı. Değişme ve ilerlemenin önüne geçti. İnsanlığın geleceğini temsil etme iddiasını yitirdi. Bu hayalin lâfı bile edilmez oldu.

- Advertisment -