Ana SayfaHaberlerGündemSusurluk devlet çetesini de kuran ‘gizli’ damgalı belge, kağıt hurdacısından çıktı

Susurluk devlet çetesini de kuran ‘gizli’ damgalı belge, kağıt hurdacısından çıktı

Yıl 1992. MGK, PKK ile mücadelede kritik kararlar aldı. MGK Genel Sekreterliği kapsamlı bir 'Psikolojik Harekat Planı' yaptı. Cumhurbaşkanı Turgut Özal'a sunulan bu planın belgesi Özal'ın evi satılınca bir kağıt hurdacısına teslim edildi.

10Haber’den Masum Gök’ün haberini aktarıyoruz:

Ahmet bey bunca yılın sahafı. Uzun zamandan beri geçimini kullanılmış, eski ve antika kitaplar toplayarak, onları yeni alıcılarıyla buluşturarak sağlıyor.

Üç hafta kadar önce telefonu çaldığında da heyecanla açtı; çünkü arayan ona zaman zaman eski kitap bulup getiren bir kağıt hurdacısı dostuydu.

Her taraftan hurda kağıt toplayan adam ‘Bana bir uğrasan iyi olur’ dedi Ahmet beye, ‘Yeni bir parti hurda kağıt geldi, içinde ciltli kitaplar da var. İşine yararsa alırsın.’

Ahmet bey gidip alacağı kitaplardan birinin Cumhuriyet tarihinin en karanlık dönemlerinden birine ışık tutacak nitelikte bir belge olduğunu bilmiyordu henüz.

Turgut Özal’ın evinden çıkan gizli MGK raporu.


1992 yılına ışınlanıyoruz

Sahaf Ahmet beyin eline geçen o kitabın önemini anlamak için önce geçmişe, 32 yıl önceye, hatta belki daha geriye dönmeliyiz.

PKK (Kürdistan İşçi Partisi -Partiya Karkare Kurdistan) ayrılıkçı bir Kürt silahlı örgütü olarak Türkiye’ye karşı kanlı eylemlere 1984’te başladı. Başlangıçta Bekaa vadisinde eğitim kampları kuran, Suriye’de üslenen PKK, 1990 yılında Irak’ın diktatörü Saddam Hüseyin’in Kuveyt’i işgalinden ve Birinci Körfez Savaşı’ndan sonra Kuzey Irak’ta da kendine hayat alanı açtı ve ana karargahlarından birini ve eğitim kamplarının neredeyse tamamını buraya taşıdı.

Kuzey Irak hem Kürt nüfusun yoğunluğu, hem de Türkiye ile sınırın neredeyse tamamen sarp dağlık alandan oluşması nedeniyle, PKK’nın Türkiye’ye daha kolay sızmasına yardımcı oluyordu. O yüzden PKK’nın eylemliliği 1991 yılından itibaren artmaya, çok daha rahatsız edici olmaya başladı.

1992 PKK ile mücadele bakımından en kanlı yıllardan biriydi. Daha o yılın Nevruz’unda, yani 21 Martta büyük olaylar çıktı, 100’ü aşkın insan hayatını kaybetti. PKK bölge halkını Türkiye’ye karşı ayaklanmaya çağırdı.

15 Mayıs’ta 600 kişilik bir grupla Şırnak’ın Taşdelen köyü karakoluna saldırdı PKK ve çıkan çatışmada 27 asker şehit oldu.

1 Ekim’de PKK Bitlis’in Cevizdalı köyüne baskın düzenledi. Saldırıda çocuk ve kadınların aralarında olduğu 30 kişi öldürüldü, 25 kişi yaralandı.

PKK’nın kanlı yılı

PKK’nın 1992’deki bazı eylemlerini hatırlayalım:
11 Haziran 1992 – PKK militanları Bitlis’in Tatvan ilçesinde durdurdukları bir minibüsteki 13 kişiyi kurşuna dizerek öldürdü.
25 Haziran 1992 – PKK’lılar Silvan’ın Yolaç (Susa) köyünde bir camide namaz kılan vatandaşları dışarı çıkardı, 10 kişiyi kurşuna dizdi.

30 Ağustos 1992 – İran’dan sızan PKK militanları, Hakkâri’de Alan Karakolu’na saldırı düzenledi. Çatışmada 43 PKK üyesi öldürüldü. Bu saldırının ardından TSK’nın başlattığı sınır ötesi harekâtta 100’den fazla PKK’lı daha öldürüldü.
5 Eylül 1992 – Bir grup PKK’lı Bingöl-Genç karayolunu kesip çeşitli araçlardan indirdikleri yedi kişiyi kurşuna dizdi.
15 Eylül 1992 – PKK militanlarının bombalı ve silahlı saldırısı sonucunda, Batman-Kozluk ilçesi yakınlarında bir minibüste dördü köy korucusu 10 kişi öldürüldü, altı kişi yaralandı.

29 Eylül 1992 – PKK Hakkâri-Şemdinli’de jandarma taburuna saldırdı. İkisi astsubay 23 asker ve beş korucu yaşamını yitirdi. Saldırıdan sonra başlayan operasyonlarda 58 PKK’lı öldürüldü.

O yıl Türk Silahlı Kuvvetleri de PKK kamplarını yok etmek amacıyla iki ayrı sınır ötesi operasyon düzenledi.

PKK’nın 29 Eylül 1992 tarihinde Şemdinli Derecik Karakolu’na yaptığı baskından sonra Cumhurbaşkanı Turgut Özal saldırının yapıldığı karakola gitmişti.

TSK terörle mücadelede konsept değiştiriyor

1992, PKK ile mücadelede Türkiye açısından da, Türk Silahlı Kuvvetleri açısından çok zor bir yıldı kısacası. Cumhurbaşkanı Turgut Özal o yıl ‘Federasyon dahil her şeyi tartışmalıyız’ demiş, Kürtçe dilinin serbest bırakılması, Kürtçe TV yayını yapılması gibi tez ve önerileri dönemin Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’ten tepki görmüş, Güreş Özal’ı ‘askerin moralini bozmak’la suçlamıştı.

Aynı yıl Turgut Özal Kuzey Iraklı iki Kürt lider Mesut Barzani ve Celal Talabani’ye TC pasaportu verilmesini sağlamış, böylece Kuzey Irak’ta PKK’nın hareket alanını daraltmak istemiş, hatta o yıl Barzani peşmergeleri ile PKK arasında yoğun çatışmalar yaşanmıştı. Turgut Özal, Celal Talabani’den PKK’nın ateşkes ilan etmesi konusunda aracılığını isteyecek, ateşkes 1993 Mart ayında PKK tarafından ilan edilecek, önce Turgut Özal o yılın 17 Nisan’ında kalp krizi geçirip ölecek, ardından 24 Mayıs 1993’te Şemdin Sakık yönetimindeki bir grup PKK’lının şehirlerarası otobüsle yolculuk yapan terhis edilmiş 33 eri katletmesiyle ateşkes sona erecekti.

1993 yılında PKK’nın 33 eri şehit etmesiyle ateşkes bozulmuştu.

Ama yeniden geri dönelim. 1992’nin önemli ve kanlı PKK eylemlerinden birinden, 25 asker ile korucunun şehit düştüğü 29 Eylül’deki Şemdinli Derecik karakol saldırısından sonra, Cumhurbaşkanı Özal bütün komuta heyetiyle bu karakola gitti. Karakolun bahçesinde Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş, Özal’a ve hükümete sunum yaptı, TSK’nın bundan böyle terörle mücadelede tamamen yeni bir konsepte geçeceğini anlattı.

Daha önce terörle görece daha pasif biçimde mücadele eden TSK artık ‘alan kontrolü’ sağlayacaktı. Bunun için Türkiye’nin batısından ciddi miktarda askeri kuvvet terörle mücadele bölgesine sevk edilecek, PKK’nın bölgede rahat hareket etmesi engellenecek, eyleme geçmeleri beklenmeden onlarla çatışmaya girilecekti.

Bu yeni konsept ve onun gerektirdikleri, o zamanın çok kuvvetli Milli Güvenlik Kurulu’nun bir sonraki toplantısında gündeme geldi ve MGK’da bir çerçeve karar alındı.

1992 yılın Ağustos ayındaki MGK toplantısı Diyarbakır’da yapılmıştı. Cumhurbaşkanı Turgut Özal bu toplantıyı Diyarbakır’da yaparak Kürt sorununa verdiği önemi göstermek istemişti.

MGK Genel Sekreterliği devreye giriyor

1992 sonbaharında MGK’da alınan bu karardan sonra, o zamanlar bir çeşit paralel başbakanlık gibi olağanüstü yetkilere sahip olan, devlet kurumlarının tamamına talimatlar verebilen MGK Genel Sekreterliği, TSK’nın başlattığı konsept değişikliğini yaygınlaştırmak ve uygulamak için çalışmaya başladı.

O sırada Başbakan Süleyman Demirel’di. Demirel MGK’de alınmış kararın uygulanması için 21 Eylül 1992’de MGK Genel Sekreterliği’ne (0790-2-92 (006) sayılı) bir direktif gönderdi. Bunu, Demirel hükümetinde devlet bakanı olarak görev yapan Gökberk Ergenekon’un 23 Eylül 1992’deki (0790-1-92(006) sayılı) direktifi izledi. Gökberk Ergenekon aynı konuda 16 Ekim 1992’de (0790-3-92 (006) sayılı) bir direktif daha gönderdi. İşte haberin başında sözünü ettiğimiz, hurda kağıt toplayıcısından sahaf Ahmet beyin eline geçen kırmızı kaplı belge, MGK Genel Sekreterliği’nin 1992 sonlarında yürüttüğü hazırlık çalışmalarından sadece biriydi.

Rapor Cumhurbaşkanı Özal’a sunulmak üzere Cumhurbaşkanının başyaverine verildi.

MGK Genel Sekreterliği bu belgeyi 1992 yılının sonunda, 30 Aralık’ta hazırlamıştı. A4 ebadındaki kağıtlara yazılı belge devletin gizli pek çok belgesi gibi kırmızı kapakla ciltlenmiş, Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın başyaverince ‘Sayın Cumhurbaşkanına sunulmak üzere’ 22 Ocak 1993’te imza karşılığı teslim alınmıştı.

Belgede MGK Genel Sekreterliğine bağlı bir birim olan ‘Toplumla İlişkiler Başkanlığı’nın (TİB) görev alanının ve etkinliğinin nasıl genişletileceği, kapsamlı bir plan olarak anlatılıyordu.

Devlet çapında psikolojik harekat

Ekleri hariç 67 sayfa hacmindeki ‘Psikolojik Etkinlik Çalışmaları- Sonuç Raporu’ adlı rapor, devlet çapında yürütülecek psikolojik harekatta Genelkurmay Başkanlığı’ndan İçişleri Bakanlığı’na, Dışişleri Bakanlığı’ndan Jandarma Genel Komutanlığı’na, MİT Müsteşarlığından Emniyet Genel Müdürlüğü’ne, Basın-Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü’nden TRT’ye, Anadolu Ajansı’ndan Başbakanlık Yurtdışı Konuları Müşavirliği’ne kadar devletin pek çok önemli kurumunun, MGK Genel Sekreterliği’ne bağlı olarak çalışan TİB ile koordinasyon içinde çalışmasını sağlamayı amaçlayan yeni bir örgütlenme çizelgesi çıkarıyordu.

Raporda sayılan kurumlardan Genelkurmay Başkanlığı ile MİT Müsteşarlığı’nın zaten kendi ‘Psikolojik Harekat Şubeleri’ vardı; Dışişleri Bakanlığı da bu konuda hazırlıklıydı, ama diğer kurumlarda işi propaganda yapmak veya yapılan propagandaya cevap vermek olan, askeri usullerle bir ‘Psikolojik Harekat’ birimi yoktu.

İşte bu rapor, o sözü edilen diğer kurumların da kendi bünyelerinde birer Psikolojik Harekat Şubesi kurmasını emrediyordu. Kurulacak veya zaten var olan bütün bu psikolojik harekat şubeleri, TİB bünyesinde oluşturulacak ‘Çalışma Grupları’nın plan ve prensiplerine göre hareket edecek, TİB’in koordinasyonunda çalışacaktı.

‘Demokratik hukuk devleti içinde kalarak…’

Raporun daha başlangıcında şu cümleler dikkat çekiyordu:

“Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne karşı 15 Ağustos 1984 tarihinden bu yana PKK’nın sürdürdüğü silahlı bölücü terör faaliyetlerini; bugüne kadar demokratik hukuk devleti içinde kalarak etkisiz hale getirmek ve tamamen bertaraf etmek amacıyla devletin tüm kurum ve kuruluşlarının gayret sarf etmekte olduğu bilinmektedir.”

Bu cümlede “demokratik hukuk devleti içinde kalarak” kalıbı kullanılması dikkat çekici. Çünkü devletin kendi vatandaşına karşı psikolojik harekat yürütmesi aslında “demokratik hukuk devleti” ile pek bağdaşır bir durum değil. Psikolojik harekat ve propaganda bazen kaçınılmaz biçimde yalan söyleyerek veya abartarak, hiç olmayan şeyleri olmuş gibi yaparak veya provokatif eylemler örgütleyerek, halk arasında panik ve korku yaratmak dahil her türlü yanıltıcı eylemi yöntem olarak kullanan bir faaliyet çünkü.

Açıkça söylenmiyordu ama ‘PKK ile mücadele demokratik hukuk devleti kurallarıyla bu kadar olabiliyor’ denmek isteniyordu belki.

Amaç: Doğu ve Güneydoğu Anadolu halkının devlete bağlılığını pekiştirmek

Raporda, MGK çatısı altında ve o sırada iktidarda olan Süleyman Demirel başkanlığındaki DYP-SHP hükümetinin direktifleriyle yürütülen bu yeni psikolojik harekat yapılanmasının amacı şöyle anlatılıyordu:

“Yapılan çalışmanın amacı devletin PKK silahlı bölücü terör örgütü ile mücadelesinde psikolojik güç birliğini sağlamak, karşı propaganda ile PKK’nın yurt içinde ve dışında her alanda yaptığı propagandasını etkisiz kılmak, Doğu ve Güneydoğu Anadolu halkının devlete güven ve bağlılık duygularını tazelemek ve pekiştirmek ve bunların neticesi olarak da psikolojik üstünlük mücadelesini kazanmaktır.”

Köy boşaltmalar da aynı MGK kararına bağlı

1992 sonbaharında Türk Silahlı Kuvvetleri’nin PKK ile mücadelede konsept değiştirip ‘alan kontrolü’ uygulamak istemesi çok daha geniş bir strateji gerektiriyordu. 10Haber’in elde ettiği bu MGK Genel Sekreterliği raporu, bu geniş stratejik çerçevenin sadece bir yanını, psikolojik harekatı kapsıyor.

Aynı dönemde TSK’nın uzun zamandan beri şikayetçi olduğu ve ‘ciddi güvenlik sorunu’ olarak gördüğü, PKK militanlarına yardım ve yataklık yapan köylerle mezralar meselesi de gündeme geldi. Ve TSK böyle ‘güvenlik sorunu’ olarak gördüğü yerleşim yerlerinde yaşayanları göçe zorlamaya, köyleri boşaltıp sonra da yakarak yok etmeye yöneldi. Bu faaliyet 1993 yılı boyunca da devam etti.

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 1996’da hazırladığı bir rapora göre, o dönem Diyarbakır, Hakkari, Siirt, Şırnak, Tunceli, Van, Batman, Bingöl, Bitlis, Mardin ve Muş illerinde toplam 820 köy ve 2 bin 345 mezra boşaltıldı, buralardaki 57 bin 314 hanede yaşayan 380 bine yakın yurttaş evlerini terk etmeye zorlandı.

Bu köy ve mezralarda yaşayanlara genellikle çok kısa süreler verilip insanlar yollanarak, yerleşim yerleri bazen havadan bombardımanla yakıldı, yıkıldı, PKK’nın kullanamayacağı hale getirildi.

Jandarma: Kuş mu, deve mi?

Özellikle 12 Eylül darbesinden sonra Türkiye’de Jandarma Genel Komutanlığı’nın ve jandarma teşkilatının statüsü ile konumu konusunda bir muğlaklık yaşanıyordu.

Devletin teşkilat şemasına bakınca Jandarma Genel Komutanlığı sivil içişleri bakanlığı bünyesinde görev yapıyordu, görevi de ‘kırsal alan polisliği’ idi. Ama 12 Eylül darbesini gerçekleştiren komuta heyeti içinde jandarma genel komutanının da yer alıp darbeyi yöneten Milli Güvenlik Konseyi’nin beş üyesinden biri olması, jandarmanın Türk Silahlı Kuvvetlerinin bir parçası olduğu algısı yarattı.

Nitekim jandarma genel komutanı orgeneral rütbesindeydi ve hem sivil dönem MGK’sında, hem de Yüksek Askeri Şura’da koltuk sahibiydi. Jandarma genel komutanını, idari amiri konumundaki içişleri bakanı atamıyordu; komutan diğer kuvvet komutanları gibi genelkurmay başkanının önerisiyle hükümet ve cumhurbaşkanı tarafından atanıyordu.

‘Savaş değil iç güvenlik harekatı’

PKK ayrılıkçı bir Kürt silahlı örgütü olarak, halen İmralı Cezaevinde ömür boyu hapis cezasını çekmekte olan Abdullah Öcalan tarafından 70’li yılların sonunda kuruldu. O yıllarda bölgede ‘Apocular’ adıyla da bilinen örgüt, 1979 yılında Şanlıurfa Siverek’te Bucak aşiretine düzenlediği bir saldırıyla kendini duyurdu. Bucak aşireti ve başka aşiretlerin yanı sıra, Doğu Anadolu’da sol örgütlerle ya da ayrılıkçı diğer Kürt örgütleriyle de kanlı bir “alan hakimiyeti mücadelesi”ne girişti. Ve çoğunu alt ederek ya da “ikna ederek” bu örgütleri yutmaya, militanlarını kendine katmaya başladı.

PKK 12 Eylül darbesinden sonra yurtdışına ilk çıkan örgütlerden de biriydi. Merkezi ilk başlardan itibaren Lübnan’da ünlü Bekaa vadisinde ve Suriye’deydi. Bekaa’da başka birçok silahlı örgüt gibi PKK’nın da eğitim kampları vardı. PKK ile mücadelede zaten zayıflayan pek çok ayrılıkçı Kürt silahlı örgütü, 12 Eylül darbe yönetimi ve sıkıyönetim tarafından ezilip yok edilirken, PKK bu baskıdan görece daha az hasar alarak çıktı. Diğer örgütlerden hapse atılıp Diyarbakır Cezaevinde işkence gören çok sayıda isim de cezaevinden çıktıktan sonra PKK’ya katılınca örgütün eylem yeteneği arttı.

Devlet PKK’nın eylemliliğe 15 Ağustos 1984’teki Şemdinli ve Eruh jandarma karakol baskınlarıyla başladığını kabul ediyor. PKK askere, polise ve devlete karşı eylemlerine başladığında, konu önce asayiş sorunu olarak ele alındı. Ancak karşı tarafta gerilla savaşı yürüten bir silahlı grubun varlığı, PKK ile savaşılan arazinin doğası, Türkiye’nin de neredeyse refleks olarak askeri birliklerini bu mücadelede öne sürmesine neden oldu.

Ancak TSK ve dönemin siyasi iktidarı Turgut Özal ile ANAP, başlangıçta PKK’yı tanımlamakta zorluk çekti. Karşıdaki ‘bir avuç eşkiya’ mıydı, yoksa daha derinde, yeni bir Kürt isyanına yol açacak bir hareket mi?

PKK ile mücadeleyi Silahlı Kuvvetler yürütüyordu ama bu bir ‘savaş’ değildi. PKK’nın ‘Savaş hukuku uygulansın’ girişimlerine karşı devlet mücadeleyi resmen bir ‘iç güvenlik operasyonu’ olarak tanımladı. Tanım bu olunca operasyonu da jandarma yürütmeye başladı. Ama jandarmanın ne eğitimi, ne silahları ne de diğer imkanları bu mücadeleyi yürütmeye yeterliydi. Hele 1992 sonlarından itibaren konsept değişikliğine gidilip ‘alan kontrolü’ sağlanmak istenince jandarma iyice yetersiz kaldı.

Bunun üzerine TSK’nın öncelikle kara unsurları, tank taburlarından topçusuna ve kara havacılık teşkilatına kadar, bunun yanı sıra Deniz Kuvvetleri’nin deniz piyadeleri ve SAS-SAT komandolarından Özel Kuvvetler Komutanlığına, hava kuvvetlerinin uçaklarına kadar bütün ordu bu mücadelede rol aldı; aslında bugün de almaya devam ediyor. Ama bu birlikler ne zaman PKK ile mücadele görevi üstlense hemen isim değiştiriyor, ‘İç güvenlik taburu, tugayı vs’ isimler alıyor.

PKK kentlere yöneliyor

TSK’nın alan kontrolü stratejisinin en önemli unsurlarından biri, artık PKK’nın eylem yapmasını beklememek, PKK ile görüldüğü yerde çatışmaya girmek, onu yok etmekti.

Asker kırsal alanda, dağlarda bu mücadeleyi çok sayıda personeli oraya yığarak ve PKK’nın geçmesi muhtemel yerlerde sürekli devriye gezip pusu atarak yürütüyordu. Köy boşaltmalar PKK’yı zorda bırakmış, alanı daralan ve eleman kaynağı azalan örgüt dağlara çekilmek zorunda kalmıştı.

Ancak boşaltılan köylerden zorla göç ettirilen genç kuşaklar kırsal alanda değil şehirlerdeydi artık ve bir süre sonra bu kuşaktan PKK’ya yoğun katılımlar yaşanacaktı. Artık PKK ile mücadele sadece kırsal alanda değildi; kentler de ister istemez PKK ile yoğun mücadele edilen yerler olmaya başlamıştı. Bu mücadele kaçınılmaz biçimde polis eliyle yürütülüyordu.

Terörle mücadele dersleri

1992 sonbaharında Milli Güvenlik Kurulu eliyle alınan bir dizi karar, PKK ile mücadelenin doğasını baştan sona değiştirmişti. Bu arada devletin güvenlik birimleri ve MGK Genel Sekreterliği, dünyanın böyle uzun dönemli ayrılıkçı veya sosyolojik temeli de olan silahlı örgütleriyle mücadele yürütmüş çeşitli ülkeleriyle temasa geçti; bu ülkelerin güvenlik birimlerinden öğrenmek, tecrübe edinmek istendi.

Başvurulan ülkeler arasında İsrail de vardı, Büyük Britanya da… Her iki ülke de terörle mücadele ederken zaman içinde İngilizcesiyle ‘pre-emptive strike’, Türkçesiyle ‘önleyici savaş’ adı verilen bir yöntem benimsemişti. Yani teröristin eylem yapıp suç işlemesini beklemeden gerekirse onu öldürmek üzere önceden harekete geçiyorlardı.

Bu ülkelerin aktardığı bir başka tecrübe, topyekûn mücadele gereğiydi. Yani örgütle sadece sahada mücadele yetmezdi. Mali kaynaklarını ve desteklerini de kurutmak gerekirdi. Buna moral destek dahildi. Uzun yıllar süren terörün mutlaka dış desteği de olurdu; diplomasi ve diğer yöntemlerle bu dış desteği de kesmek, teröristi kritik silahlara ve eğitime ulaşamaz hale getirmek gerekirdi.

Psikolojik harekat görevleri

İşte alınan bu dersler ışığında, MGK Genel Sekreterliği’nin demokratik bir hukuk devleti için son derece tartışmalı bir kurumu olan Toplumla İlişkiler Başkanlığı, devlet çapında bir psikolojik harekat planı hazırlamıştı.

10Haber’in elde ettiği bu gizli damgalı belgeye göre, bu yeni plan ve örgütlenme içinde Dışişleri Bakanlığı, Genelkurmay Başkanlığı, MİT Müsteşarlığı ve Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü’nde psikolojik harekata hazırlık yeterli seviyedeydi. Buna karşılık İçişleri Bakanlığı, Jandarma Genel Komutanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü, TRT Genel Müdürlüğü, Anadolu Ajansı ve Başbakanlık Yurtdışı Vatandaş Konuları Müşavirliği’nde, psikolojik harekata uygun yeni yapılanma ihtiyacı vardı.

Bu kapsamlı belge, devlet çapında propaganda ihtiyacının karşılanması, bu propagandanın da özgür basına şeffaf bilgi aktarmak şeklinde değil, askeri terminoloji içinde ve ‘psikolojik harekat’ yoluyla yapılması için hazırlanmış bir plandı.

Planın çok çarpıcı bazı ayrıntılarını ve ülkemiz açısından kalıcı etkiler bırakan bazı sonuçlarını yarınki haberimizde yayınlayacağız. Belgenin bir ucu faili meçhul cinayetlere, bir başka ucu ise Susurluk çetesinin kurulduğu siyasal iklime kadar uzanıyor çünkü.

.
Belgenin çıktığı Turgut Özal’ın İstanbul’daki evi.

Belgenin sahafa düşme öyküsü

Habere sahaf Ahmet beyin çalan telefonuyla başlamıştık, o öyküyü tamamlayalım.

Bu yılın başında İstanbul Balmumcu’da bir ev satışa çıkarıldı. Evi satan Ahmet Özal’dı; yani bu belgenin sunulduğu Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın oğlu. Ahmet Özal konuyla ilgili “Evi kısa bir süre önce sattık. Evde böyle belgeler olduğunu bilmiyorum. Çok ilginçmiş” dedi.

Ev kısa süre önce satıldı. Evde bol miktarda kağıt ve kitap vardı. Bunları alsın diye de bir kağıt hurdacısıyla anlaşıldı.

İşte sahaf Ahmet beyi arayan kağıt hurdacısı oydu. Turgut Özal’ın bir dönem ofis gibi de kullandığı anlaşılan evden çıkan belgelerin, kitapların neredeyse tamamı Özal’a aitti ve neredeyse hepsi kağıt hamuru olmak üzere hurdacıya gitti.

Hurdacının teslim aldığı belgelerden biri, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin en ilginç dönemlerinden birine kısmen de olsa ışık tutan bu belgeydi işte.

- Advertisment -