DEVA Partisi lideri Ali Babacan, geçen hafta Adalet Politikaları Başkanı Mustafa Yeneroğlu ile beraber Ankara’da bir Temel Haklar Eylem Planı açıkladı. Açıklanan Eylem Planı, kamuoyunda hararetli tartşımalar başlattı. Anadilde eğitime güvence bağlamında Kürtlerin kültürel haklarının tanınması, dini cemaatler ve bilhassa vatandaşlık tanımı ile ilgili dile getirilen söylemler belli çevrelerce tepkiyle karşılandı.
Tepkilerden de anlaşılacağı gibi Babacan’ın resmi vatandaşlık tanımını tartışmaya açması ve Türkiye’nin mevcut çoğulculuğu ile örtüşmeyen bu dışlayıcı yurttaşlık statüsüne meydan okuması cesur bir adım.
Türkiye, minimal anlamda çok-uluslu ve çok-etnili bir ülke. Halihazırdaki vatandaşlık tanımı ise çok dar. Bu durum Türkiye’ye dair çoğulcu bir siyasal tasavvuru dinamitlediği gibi, başta Kürtler olmak üzere farklı kültürel grupların kimliklerini siyaseten tanımayarak onları devlete ve topluma yabancılaştırıyor.
Aslında bu durum ulus devletler ile ilgili yapısal bir sorun olarak karşımıza çıkıyor. Ulus devletler tarihsel kurulumu açısından belli bir kültürel ulusa dayanması hasebiyle devletle ulusu özdeşleştirmektedir. Doğal olarak siyasal sadakati homojen bir ulus anlayışı ile harmanlandığı için ulus devletler, farklı kültürel grupları tehdit olarak gördüğü gibi, çoğulcu bir yurttaşlık fikriyatını da “ulusa ihanet” olarak okuma eğiliminde.
Eylem Planı bu anlayışı açık bir biçimde reddediyor. Yurttaşlığı çoğulcu bir bağlamda kurgulamayı ima ettiği gibi, ulus anlayışını ise etnik-kültürel bir bağlamda değil; yurttaşlık temelli bir bağlamda kurgulamayı salık veriyor.
Konuyla bağlantılı olarak, mevcut Eylem Planı çok açık bir biçimde Türkiye’de etnik paradigmaya rijid bir biçimde sıkışmış milliyetçiliği karşısına alması hasebiyle de ilgi çekici. Vatandaşlık tanımı hususunda yapılması dile getirilen değişiklik bunu gösterdiği gibi, benzer şekilde yerel toplumun dinamikleri ve talepleri doğrultusunda anadil hakkının güvence altına alınması da bunu gösterir nitelikte.
Dil hakkının resmi söylemde tanınması ve buna hukuki bir statü getirilmesi, siyasal olarak temel vatandaşlık haklarından biri olduğu gibi, aynı şekilde siyasetten bağımsız olarak bireylerin ahlaki olarak ellerinde tuttukları haklardır. Burada hukuki, siyasi ve ahlaki haklar arasındaki felsefi literatüre değinecek değilim. Öte yandan, topluluk kimliğinin devamı ve kültürel karakterin gelişimi ile bireysel refahımız arasında açık bir ilişki olduğu ortada. Bu bağlamda dil, sadece iletişim açısından değil, kültürel mirasa ulaşmak açısından da oldukça hayatidir. Tam da bu nedenle, bir dilin siyaseten tanınmaması ve buradan hareketle dilin kaybolmaya yüz tutması, o dilin taşıyıcısı olan kültürün de ortadan kalkması anlamına gelmektedir. Bu yüzden etno-linguistik canlılık, demokratik toplumlarda açık bir biçimde gündeme getirilmesi gereken meselelerden biridir.
Peki kültürel grubumuz ve bireysel varoluşumuz arasındaki ilişki sadece bunlardan mı ibaret? Grup kimliğimiz, ahlaki dünyamızı geliştirmesi ve kişilik kimliğimizi oluşturması hasebiyle önem arz etmektedir. Dili taşıyan ve bünyesinde barındıran etnik kimlik, bireysel kimliğimizi oldukça kapsamlı bir biçimde oluşturan ve hayatı anlamlandırırken bize referans çerçevesi sunan bir bağlam oluşturmaktadır. Bu açıdan etnik kimlik, bireysel varoluşa nüfuz eden kuşatıcı (encompassing) bir yapıdır. Çağdaş siyaset felsefecilerinden Joseph Raz ve Will Kymlicka’nın da belirttiği üzere ulusal kimlik; hayata dair beklentilerimiz, ahlaki standartlarımızı oluştururken dayandığımız çerçeveler, sosyal varoluşumuz içinde ötekiyle kurduğumuz ilişki ve eş tercihimiz de dahil olmak üzere bize “kuşatıcı” bir referans noktası oluşturmaktadır.
Bu bağlamda, grup kimliğinin siyasal ve kamusal hayat içerisinde aktif bir biçimde varolup siyaseten tanınması, kişilerin öz saygıları ile yakından ilişkilidir. Öte yandan, grup kültürünün kamusal hayattan dışlanması ise tam tersine, bireysel öz saygıyı zedeleyici bir durumdur. Bu nedenle grup kimliğine aitlik, bireysel kimliğe dönük aitlikle iç içedir ve ikisi ayrılamaz bir bütünün iki ayrı parçasını ihtiva etmektedir.
Bu açıdan yayınlanan Eylem Planı, kişilerin kültürel üyeliklerini ve kimliklerini açık bir biçimde tanıyor ve bireysel öz saygı ile kültür arasındaki bağlantıyı güvence altına alan bir dizi değişiklik önerisinde bulunuyor.
Eylem Planı’ndaki vatandaşlık ile ilgili kısımlar muhalefetin milliyetçi bileşenleri tarafından çokça tenkid edildi. Kimisi Türk ulusal kimliği anlatısından taviz verilmemesi gerektiğini ve sınırları oldukça dar olan mevcut vatandaşlık tanımının revizyona tabi tutulmaması gerektiğini dile getirdi. Farklı politik gruplardan bazı kamusal aydınlar ise bu söylemlerin reel-politik gerçeklerle uyuşmadığını ve oldukça “marjinal” olduğunu iddia etti
Evvela şunu belirtmek gerekir ki açıklanan Eylem Planı, asgari bir demokrasinin tanıması gereken kültürel hakları tanıyor ve yurttaşlığı minimal bir demokratik düzenin gereği olan çoğulcu bir bağlama genişletmenin önemini vurguluyor. Milliyetçiliğin ilke bazlı siyaseti bu denli boğduğu bir atmosferi tenkid etmek yerine, mevcut Eylem Planı’ndaki söylemleri hafifsemek, hatta “marjinal” bulmak doğru değil. Türkiye’ye temiz bir sayfa açacağımız tarihi bir dönüm noktası içindeyiz. Bu açıdan asgari adalet ilkelerinin uygulamaya konmasını dile getiren bir Eylem Planı, güncel politiğin kısır tartışmalarından bağımsız olarak desteklenmeyi hak ediyor.
Milliyetçi popülist dalga, Türkiye’nin başta kimlik temelli sorunları olmak üzere çoğu sorununa dar bir konfor alanından taaruz etmek dışında bir şey yapmıyor. Eylem Planı’nın vatandaşlık ve anadil bölümlerine gelen hırçın tepkilerden anlıyoruz ki Türkiye’de milliyetçiliğin teorik ve pratik alanı hâlâ demokratik bir bağlamda dönüşmüş değil. Milliyetçilik, farklı kimliklerden ve ulusal gruplardan duyduğu rahatsızlık nedeniyle toplumsal barışımızı tehdit etmeye devam eden önemli faktörlerden biri. Eylem Planı içerisinde dile getirilen demokratik hakları kategorik olarak “Türk ulusuna düşmanlık” olarak okuyan bir milliyetçi paronaya ile karşı karşıya olduğumuz göz önüne alındığında, Türkiye’de milliyetçilik, bilhassa seküler milliyetçilik, hâlâ ilkel bir tavırla ulusun etnik ve kültürel “homojenliği”ni diğer bütün insani mülahazaların ve hakların önüne koyuyor.
Tepkilerden de anlaşılacağı üzere, gelinen noktada kendileri gibi düşünmeyen toplumsal grupların fikirlerini hâlâ “gayri tabii” gören bir milliyetçilik ile karşı karşıyayız. Dahası, ulusun çıkarının ve iyiliğinin sadece ama sadece kendileri tarafından bilinebileceği düşüncesinde olduklarından dolayı farklı grup sadakatlerine ve politika önerilerine dönük militan bir tavır benimseniyor. DEVA Partisi ve Ali Babacan da bu militan tavırdan payına düşeni geçtiğimiz günlerde almış gibi gözüküyor.
Milliyetçiliğin estirdiği bu rüzgar, ne hazindir ki kendisini sosyalist, liberal ve demokrat olarak gören kitleleri de etkisi altına alıyor. En temel siyasi ve hukuki hakların içerisinde yer aldığı bir Eylem Planını “makul” ve “gerçekçi” bulmayan bir liberal ve sosyalist anlatı, faydacı bir perspektiften hareketle ilkeleri geri plana atıyor. Öte yandan Eylem Planı Kürtler nezdinde bir o kadar makul ve gerçekçi bulundu. Doğrusunu söylemek gerekirse, kendisini demokrat olarak gören kitlelerin pragmatik kaygılardan ötürü Eylem Planı’nı tenkid etmesi, Türkiye’de ideolojik çeşitlilik olmadığını; bunun aksine bütün ideolojik kampların öyle ya da böyle milliyetçiliğin etkisinde olduğunu gösterir nitelikte. Bu yüzden milliyetçilik ideolojisini Prof. Dr. Mustafa Erdoğan’ın da belirttiği üzere “Yeni Türkiye’nin dini” olarak görmek, sanıyorum, yanlış olmaz.
Temel Haklar Eylem Planı’na gelen tepkiler bize çok şey söylüyor:
Türkiye’de milliyetçiler devletle ulus arasındaki bağı sivil bir bağ olarak görmek yerine, bir çeşit kabile benzeri “aidiyet” olarak görüyor. Bu açıdan ulus ile devleti özdeşleştiren milliyetçiler, farklı grup kimliklerine karşı oldukça tahammülsüz ve “temel haklarını” tanımaya isteksiz.
Paradoksal gözükse de milliyetçiler dayanışma ve toplumsal “birlik” ideali uğruna farklı grupların çıkarlarını bastırma arzusunda olduğu için iç toplumdaki huzuru tehdit ediyor.
Ana dil ve vatandaşlık tartışmalarının gösterdiği üzere milliyetçilik hâlâ konfor alanından çıkmıyor ve yurttaşlık kimliğini sivil bir bağlamda yeniden yorumlamıyor.
Türkiye’de ideolojik çeşitlilik, milliyetçilik güdümünde gidiyor ve demokratik kitleler içindeki kimi kamusal figürler bütün motivasyonlarını “Erdoğan gitsin” üzerine kurmuş durumda. Bu anlatıdaki temel sorun, Türkiye’deki hakim anlatıyı karşısına almaması ve öncelikli motivasyonunu “seçim kazanmak” üzerine bina etmesinde.
Öncelikli hedefi Erdoğan karşısında seçim kazanma, hatta ikincil hedefin de “tekrar seçim kazanma” olduğu bir muhalif düşünce ufkunun Türkiye’nin geleceği için ne ölçüde umut vaad ettiği hayli tartışmaya açıktır.
Ama bu yöndeki her eleştiriye ahlaki diyerek değersizleştirdiğini zanneden bu bakışın esas zaafı tam da odaklandıkları seçim kazanmada olabilir. Seçimin sonucunu belirleyecek Kürtler ve dindarlar için bu tarihi ve esas meseleleri dert etmeyen bir siyasal tercih neden cazip olsun ve onlarda muhalefete seçim kazandıracak motivasyon üretsin ki?