Popülizm söylem, eylem, ideoloji odaklı farklı değerlendirmelerle izah edilse de genel karakteristiği itibariyle ‘biz ve onlar’ kamplaştırmasına yaslanan, sıkışma anlarında sorumluluk üstlenmek yerine dış düşmanlar ve yerli destekçilerinin saldırıları söylemine sarılan, kurumları zayıflatan, kişiselleşmiş-dikey karakterli liderlikle kendini gösteren bir siyasal tutumdur.
Popülizmin hem literatür hem de gündelik politikada bu kadar tartışılmasının nedeni, basitmiş gibi görünen bu taktikler üzerinden yaklaşık 10 yıllık bir süreç içinde, son birkaç yüzyılda büyük mücadelelerle elde edilebilen siyasal ve sosyal kazanımları belirli ölçülerde de olsa yok etmesidir. Öte yandan, her tür hukuksuzluk karşısında duyarsızlaşmaktan, hazır kıtalara dönüşüp siyasal taleplerin illegal yöntemlerle dayatılmasına dek genişleyen bir yelpazede, taraftarları üzerinde de dejenere edici etkiler yaratmaktadır.
Popülizmin yıkıcı damarının en sarsıcı örneklerinden biri ABD seçimleri sonrasında yaşandı. Hatırlanacağı gibi, mağlup Başkan Trump seçim sonuçlarını delilsiz biçimde ‘yüzyılın suçu’ olarak niteleyip yandaşlarının öfke damarını kaşıyarak, Kongre binasının talan edilmesinde kışkırtıcılık rolünü üstlenmişti.
Bir parlamento binasının zıvanadan çıkmış kitlelerce geçici süre işgal edilmesi ilk kez yaşanmadı, muhtemelen son da olmayacak. Ancak, Dünya’nın süper gücünde, demokrasinin gelişiminde köşe taşı niteliğinde deneyimlere sahip, bu uğurda büyük bedeller ödemiş bir toplumda, popülizmin kitleleri saldırganlaştırması, konuyu kapatıp geçmemeyi, irdelemeyi zorunlu hale getiriyor.
Öfkeli Halklar Demokrasiye Neden Saldırıyor?
Amerika; iç ve dış politik tutumlarıyla, sorun üretmeye devam etse de Acemoğlu ve Robinson (2012)’un kavramlaştırmasıyla, sömürücü değil, kapsayıcı bir siyasal sisteme sahip olmanın verdiği imkanla, demokratik değerlerini koruyabildi. Trump’a kendi partisinin içindeki aktörlerin, devlet kurumlarıyla birlikte set çekmesi, popülizme karşı demokrasiyi muhafazada global düzlemde kayda değer bir iyi örnek oluşturdu. Ancak Trumpizm’de kendini bulan 75 milyon Amerikalının Kasım seçimlerinde ırkçı, seksist, yabancı, bilhassa Müslüman düşmanı bir siyasi aktöre verdiği oyun, alt kırılımlarında gözlemlenen tercihler dikkat çekicidir. London’ın (2020) Trump’ın kadın, Afro-Amerikalı, Latin, Asya-Amerikalı ve LGBT popülasyonlarının zengin ve daha zengin kesimleri arasındaki desteğini önemli ölçüde arttırdığı tespitindeki gibi, kimliklerine doğrudan saldırılsa da bu seçmen tipolojisinde pragmatizmin ağır bastığı vb. analizler resmin farklı yönlerini gösteriyor ve bu bağlamda yıllarca irdelenmeye devam edilecek.
Fakat çözülmesi gereken temel sorun, kara delik gibi çevresini yutarak büyüyor. İnsanlık Endüstri 4.0.’ı kucağında buldu ve ne yapacağını bilmiyor. Üretim süreçleri hızla otomasyona geçerken, insan emeğine ihtiyaç azalıyor, fütürolojik simülasyonlardan (Daheim, Wintermann. 2016) akan veriler alarm veriyor. Yaşanan dönüşüm, global ayrışmayı devasa bir uçuruma dönüştürüyor. Ülkelerin büyük çoğunluğu gelişmeleri yakalamanın çok gerisinde, yöneticiler toplumun durumun vahametini idrak etmemesi adına pseudo hamleler yapıp, sorunu halının altına süpürmekteler. Gelişmiş ülkeler yakaladıkları ileri safhanın, hızla gereksiz kıldığı yığınla insanı ne yapacağını bilemez halde. İletişim, ulaşım imkanları, insan hakları kavrayışlarının tetiklemesiyle yaşanan devasa göç dalgalarının yarattığı dengesizlikler, sürece çarpı sonsuz etkisi yapıyor. Toplumlar sonu nereye varacağı kestirilemeyen travmalar yaşıyor.
Dönüşüm, Sanayi Devrimi sonrası yaşananları akla getirse de tarihsel tecrübeyle anlaşılmayacak kadar derin ve çok katmanlı. Sonuçlar, sosyoekonomik bakışla üç ana grup üzerinden gözlemlenebiliyor.
İlki; Harari (2017)’nin ifadesiyle toplumun refahına, gücüne, ihtişamına hiçbir katkıda bulunmayan; ekonomik, politik hatta sanatsal değerden yoksun, yeni bir “yararsızlar sınıfı”nın oluşması ki, bu insanlar sadece işsiz değil, daha vahimi çalıştırılmaları için gereken vasıflardan da yoksun olacaklar.
İkincisi Standing’in (2017) çerçevelemesiyle precarious (güvencesiz) ile proletariat (proletarya) kelimelerinin birleşimiyle oluşan prekaryalar, yani sanayi vatandaşlığının sunduğu emek, istihdam, iş, çalışma, vasıfların yeniden üretimi, gelir ve temsil güvenliği güvencelerinden yoksun insanlar. Devasa gruplar statü, itibar, gelir kaybı ve engellenmişlik duygusu ile baş etmeye çalışıyor, toplumsal fay hatları ortaya çıkıyor.
Üçüncü olarak; yeni çağda var kalma ya da tatmin sorunu yaşamıyor olsa dahi; toplumsal hiyerarşinin, alıştığı “düzen” içinde devamından yana olan, reel politik gereği bastırmak zorunda kaldıkları hissiyatlarını tatmin etmek isteyen, değişime uyum sağlamak yerine, başta kadınlar olmak üzere, azınlıkların ve ‘farklı olanların’ haddini bildiği bir düzeni arzulayanlar karşımıza çıkıyor. ABD Kongre binasını işgal eden güruhun; iş güç sahibi WASP’ları, olimpiyat şampiyonlarını, Hava Kuvvetleri Yarbaylarını ve de boynuzlarını takıp da gelen az vasıflı QAnon mensuplarını aynı anda içermesi, hepsinin bu sürreel tabloda birleşmesi, böylesi bir sosyolojik arka planla mümkün oluyor. Norris ve Inglehart’ın (2016) Avrupa’daki popülist desteğin yaşlı nesiller, erkekler, daha az eğitimliler, dini ve etnik çoğunluk grupları arasında daha güçlü gerçekleştiğini bulgulamaları da, benzer eğilimlere işaret ediyor.
Belirsizlik Çağının Kristal Küresi: Komplo Teorileri
Geniş toplum kesimlerinin müdahil olamayacakları, ancak etkilenmeleri kaçınılmaz değişimlerle baş etme zorunluluğu popülist iklimi yeşertirken; ‘komplo teorileri’ de zirve yapıyor. Cazibeleri hayal gücümüze hitap etmelerinden kaynaklanan bu komplo teorilerinin toplum içinde yayılma hızları, iletişim teknolojileri sayesinde artıyor (Krastev, 2017). Mitchell vd. (2020) Amerika’nın medyada, siyasette önemli konumlara sahip, aslında şeytana tapan ve bir pizzacı dükkanında organize olan pedofil şebekelerce yönlendirildiği iddiasına dayanan QAnon komplo teorisinin Amerikan nüfusunun yarısı tarafından bilindiğini tespit etti. Kamuoyunun bu tezleri satın alma oranı halen düşük. Ancak davranış değişikliğinin ilk aşaması olan ‘farkındalık’ eşiğinin çok hızlı aşılması realitesi üzerinde daha fazla akıl yormak gerekiyor. ABD Temsilciler Meclisi’ne QAnon destekçilerinden Marjorie Taylor Green’in seçilmesi ‘şimdilik’ tekil bir başarı. Ancak Rafael’in (2021) pandemi esnasında AB’de aşırı sağın yükselişine dair incelemesinde ortaya koyduğu gibi, İngiltere ve Almanya’da QAnon tezlerinin benimsenme düzeyinin artması ve kimi ülkelerde bu oranın yaklaşık üçte bire ulaşması gibi bir dizi işaret fişeği etrafımızda patlıyor.
Popülist Retoriğin Sacayakları: Duygu Sömürüsü, Damgalama ve Ayrıştırma
Tüm bu gelişmeler; Cicero’nun savunmalarında kullandığı meşhur ifade ‘cui bono’ yani “kimin yararına”yı fark ettirmeyi, gerçeğin üstünü örten kurgusal şalları kaldırmaktan usanmamayı elzem hale getiriyor. Lindisfarne ve Neale (2021) ‘sınıf dolandırıcılığı (class con’) kavramını üreterek yaptıkları Trump analizinde; gidişattan hoşnutsuz sınıfların, popülist argümanlarla kullanılmasından karlı çıkanların, elit siyasetçiler, zengin iş çevreleri ve demokratik denetim-denge mekanizmalarının kaybolmasıyla servetine servet katacak bazı profesyoneller olduğunu tespit ederek, anlamlı bir çerçeve oluşturuyorlar. Çalışmaları, sistemin sürdürülmesinde günah keçileri yaratmanın öneminin ve tarih boyu sürdürülen kandırmacanın işlevselliğinin altını çiziyor. Günah keçileri Nazi Almanya’sında Yahudilerken, günümüz ABD’sinde Doğu Kıyısı eyaletlerindeki köklü seçkin aileler, liberaller, bilim insanları ve diğer ‘öcü’ler olabiliyor. Bu gruplar yoksul-emekçi kesimlerin, elit düşmanları olarak işleniyor. Hakikatin öyle olup olmadığına bakılmaksızın kimi insanlar veya gruplar ‘elit’ diye damgalanıp, hedef haline getiriliyor. Böylece kitlelerin dikkati Trump ve yakınındakilerin sahip olduğu ayrıcalıklardan uzak tutulabiliyor. Eldeki tüm göstergeler bu tür manipülasyonların seçmenler üzerinde geniş ölçüde etkili olabildiğini bize söylüyor. Siyasal iletişimin kadim formülüyle, duyguları merkeze alarak yığınları mobilize etmek, popülizmi besleyen şartların getirdiği sınıflar-üstü hınç (Fassin, 2019) sömürüsüyle istismar edilebiliyor.
Demokrasiye Dönüş Mümkün mü
Ancak popülist büyünün 21. yüzyıldaki büyük zaferi olan Trump’ın seçimi kaybetmesi, Laclau’cu (2013) deyişle ezilenleri/kaybedenleri seferber ederek popülist iktidarı büyütme ve sürdürme stratejisinin diğer toplumlar nezdinde de cazibesini kaybedebileceği; her zaman başarılı olamayacağı yönündeki umutları besliyor. Elbette popülizmin yöntemleriyle baş etmek, geniş toplulukları yaşadıkları sorunların asıl sorumlularının öfkelerinin coşkusunu oya çevirenler olduğuna inandırmak ve gerçeğin şimdiye dek zannettiğinden farklı olduğuna ikna etmek hiç kolay değil. Popülist siyasetçiler ‘öteki’ üstünden tedirginlik dalgaları üretmeye, ideoloji/kimlik esaslı sahte uçurumlar yaratıp, uzlaşı kanallarını tahrip etmeye devam ediyor. Bireylerin giderek sanal dünyaya gömülmesi, yankı odalarına, filtre balonlarına sıkışması farklı tezlerin yayılımını zorlaştırıyor, iletişim çağında iletişimsizliği büyütüyor.
Tabii popülizmin de önemli handikapları var. İş başındaki popülist yönetimler günü kurtarsalar da ekonomik daralma ve siyasal çürüme (Guriev ve Papaioannou, 2020; Funke vd., 2021) artıyor. Seçmenler pandemi süreciyle birlikte yöneticilerinin “gerçek” sorunları çözemediğini anlamaya başladılar. Geniş toplum kesimlerinin artan ihtiyaçlarının, popülist iktidarların sadakati önceleyen ve yönetim kapasitesi düşük nepotik kadroları tarafından karşılanamayacağı görülüyor. Hükümetler seçmenlerin ekonomiyle ilgili artan beklentilerini tatmin edemiyor, kamu borçlarını çevirmek günden güne zorlaşıyor, iklim krizi de sürece devasa ölçekte yeni sorunlar eklemliyor.
Yaşanan sıkışma bilhassa iktidardaki popülist yönetimleri zorluyor. Muhalefetteki popülist alternatifler hala denenmemişliklerinden ötürü daha şanslılar. Ancak tablo ağırlaştıkça; sosyal adaletçi ekonomi kavrayışına, insan haklarını sahiplenmeye, toplumsal barışı hukuk yoluyla koruyan politikalara ihtiyaç artıyor.
Peki bu bekleyişler Polanyi’nin unutulmaz eserinin adı gibi, ‘Büyük Dönüşüm’ü bir kez daha üretebilir mi? Mudde (2019), sağ popülizmin dördüncü dalgasını yaşadığımızı vurgulasa da diğer yanda başka bir hikâye kendini yazabilir mı? İnsanlık Huntington’ın üç demokrasi dalgasına dördüncüsünü ekleyip, popülizmin yeni dalgasını kırabilir mi? Tarih böylesi reflekslerin savaş vb. büyük trajediler, ödenen bedeller sonrasında mümkün olduğunu gösteriyor. Peki, parça parça yaşadığımız (2001 güvenlik, 2008 ekonomi, 2020 sağlık) krizlerin bileşkesi buna karşılık gelip, popülistleri artık tadından yenilmez hale getirir mi?
Net cevap vermek zor, zıt yansımalar birlikte ortaya çıkıyor. Namlı popülistlere yönelik pandemi esnasındaki gelişmelere bakılırsa; COVİD-19 kaynaklı 600 bini aşan ölümün yaşandığı Brezilya’da Tropikal Trump lakaplı Bolsonaro’nun desteklediği neredeyse tüm adaylar yerel seçimleri kaybetti, önümüzdeki yıl yapılacak genel seçimlerde başarılı olması zorlaşıyor. İsrail’de Netanyahu’nun uzun iktidarı sona erdi. Çek Trump denilen, Pandora belgelerinden adı geçen Andrej Babiš yenildi. Genel verilerde ise pandemi AB nezdinde popülist parti ve liderlere oy kaybettirdi (Markowitz, 2021). The YouGov-Cambridge Globalism Project 2020 bulguları (Henley ve Duncan, 2020) küresel ölçekte, pandeminin tetiklemesiyle önceki yıla göre popülist inançlardaki büyük düşüşe işaret ediyor.
Diğer taraftan Belarus devlet başkanı Lukaşenko Rusya’nın desteği ve baskı politikasıyla pozisyonunu muhafaza etti. Polonya’da sağcı popülist lider Andrzej Duda tekrar cumhurbaşkanı seçildi. Peru’da birçok yorumcunun “sol popülist” olarak tanımladığı Pedro Castillo’nun diktatör Fujimori’nin kızı Keiko Fujimori’yi kıl payı geçmesi, sistemler istikrarsızlaşınca yarışın ancak sağ ve sol popülistler arasında gerçekleşebileceği fikrini bir kez daha hatıra getirdi. Nikaragua’da Daniel Ortega yedi cumhurbaşkanı adayını, yüzlerce muhalifini hapse attırarak Kasım seçimlerinde zaferini ilan edebildi. V-Dem verileri son on yılda demokratik yönetimlerde yaşanan düşüşü ortaya koyuyor (Alizada vd., 2021). AB’nin en güçlü ülkesi Almanya’nın, Dış İşleri Bakanı Maas’ın, (Biden’ın kampanya vaadi olan, 9-10 Aralık’ta gerçekleşecek, Küresel Demokrasi Zirvesi düzenleme sözüne atfen), demokrasilere yönelik tehdidi durdurmak için küresel ölçekli bir ‘Marshall Planı’ ve ABD yardımı talep edişiyse acziyetin itirafı gibiydi.
Popülizmden Çıkış İçin Öncelikli Adımlar Neler Olabilir
Kısaca izler birbirine karışıyor ve popülizm yorgunu kitlelerin tercihlerini farklılaştırmaları, yeni seçmenlerin eğilimleri, ana akım/merkez partilerin geleceği meseleleri daha çok su kaldıracak. Ülkelerdeki demokrasi kültürü, sistemlerdeki koruyucu mekanizmaların dejenerasyona direnme gücü hikâyeleri farklılaştıracak. Ancak siyasal süreçlerin demokratizasyonuna katkı verecek beş aksiyon alanında atılacak stratejik adımlar, popülizmden çıkışta rol oynayabilir.
Bu adımlardan ilki, demokrasiye geri dönmeyi isteyen sağ ya da sol tüm partilerin kışkırtıcı cazibesine, sağlayacağı geçici avantajlara rağmen, popülizmi taklitten uzak durmasıdır. 2018 Bavyera eyalet seçimlerinde, 1957 yılından beri bölgedeki iktidarını kaybetmeyen Hristiyan Sosyal Birlik Partisi’nin (CSU), sağ popülist Almanya için Alternatif’in (AfD) göçmen karşıtı yaklaşımlarını dengelemek uğruna benzer söylemleri benimsemesi ve yeni seçmen elde etmek bir yana, seçmenlerinin hayli büyük bölümünü bu değişime duyulan tepkiden ötürü Yeşillere kaybetmesi hatırdan çıkarılmaması gereken bir örnektir. Asılları mevcutken, demokrasi taraftarı bir partinin sağ popülist söylemlere kayması kazanım getirmez. Keza Mouffe gibi düşünürlerin sol değerlerin popülizmle birleştirilmesinin sonuç üreteceği iddiaları ile Güney Amerika’daki sol popülistlerin iktidara geldikten sonra ürettikleri sosyal yıkım arasındaki zıtlıkta olduğu gibi, konu popülizmse, hangi versiyon olursa olsun -iktidar getirse dahi- bu yaklaşımdan kaçınmak gereklidir. Popülizmin doğası toplumların menfaatine kalıcı, uzun vadeli olumlu sonuçlar üretmeye müsaade etmez. Popülizmle sağ ya da solun temsil ettiği siyasal değerler esnetilip, dönüştürülerek baş edilemez.
İkincisi demokrasi taraftarı siyasal oluşumların, içinde bulundukları sistemlerin yapısına göre çeşitli iş birlikleri geliştirmeleri, popülist/otoriter siyasetin tekelci tutumlarından ayrışan, demokratik ve çoğulcu bir seçeneği topluma sunmalarıdır. Fransa’da Macron’un aşırı sağcı Marine Le Pen’i mağlup ederek başlattığı popülizme karşı birleşme stratejisi, bu yıl İsrail ve Çek Cumhuriyeti’nde başarısını tekrarladı, önümüzdeki yıl Macaristan’da denenecek, ki 2018’de muhalefet bölünmeseydi muhtemelen Orban diye bir lider zaten olmayacaktı. Görünen o ki, çeşitli konularda birbirlerinden farklı düşünen ve aslında rekabet eden partilerin, ülkelerini yeniden demokratikleştirme hedefinde ortaklaştıklarını görmek, seçmenlerin demokrasiye olan inancını ve siyasi gündemi domine eden popülist retoriğe direnci arttırıyor.
Üçüncüsü; popülistlerin bilhassa aşırı sağ kanadında görülen kimlik, ırk, inanç, gelenek vb. temaları basitleştirilmiş şablonlar üzerinden istismar edip, farklı siyasal görüşleri rakip değil “düşman” olarak konumlandırmaları, politik spin taktikleriyle post-truth kurguları yaymalarıyla, hakikatle bağını koparan gruplar oluşmuştur. Demokrasi taraftarlarının bu segmentlere tezlerini ulaştırması hayli zor, yapabilecekleri sınırlıdır. Ancak bireylerin siyasal ön kabullerine, bariyerlerine saldırmayan, sosyo-ekonomik önceliklere hitap eden çözümlerle bu gruplara ulaşmak, belli ölçülerde tercih dönüşümü sağlayabilir. Avrupa’daki Yeşil Partiler örneğindeki gibi, başka görüşlerle savaşmak yerine istikrarlı bir biçimde, sosyal adalete, insan haklarına, iklim değişikliğine, yani kendi gündemine yoğunlaşmak -ele alınan konuların ehemmiyet kazanmasının da ivmesiyle- kazanım getirmektedir. Yapıcı, herkesin kazanacağı vurgusunu içeren öneriler popülist seçmen nezdinde de duruşuna saldırıldığı algısı oluşturmayacağı için yoğun tepkisellik üretmez; kendi tercihlerindeki hayal kırıklıkları arttıkça, yeni seçenekleri değerlendirme ihtimali güçlenir.
Dördüncüsü, siyasal iletişimde dijitalleşmenin getirdiği olanaklar giderek daha fazla kullanılırken, bilhassa taşra açısından yüz yüze iletişimin katkısı ikincilleşmemelidir. Popülist partiler her iki yöndeki aktivasyonlarıyla avantaj sağlamaktadır. Örneklersek; 2016’da Hillary Clinton’un seçimi kaybetmesindeki sebepler arasında, sahadaki yetersiz varlığı, önceki seçimde Obama’nın performansıyla karşılaştırıldığında, çok daha az seçim bürosu açmış olması gibi unsurlar da (Darr, 2017) bulgulanmıştır. Küçük yerleşimlerdeki seçmelerin ana akım partilere karşı yabancılaşma hissi yaşamamasındaki kritik faktör taban siyasetidir. Kırsal bölgelerden kentlere göçün nüfus azalmasını, beraberinde kamu hizmetlerinin kalitesinin düşmesini getirdiği, geride kalma ve umutsuzluk duygusunun protesto oylarına neden olarak, popülistlere eğilimi arttığı yönündeki araştırmalar (Rickardsson, 2021; Mamonova, 2021; Deppisch vd. 2021) dikkate alınmalıdır. Seçimler pek çok kez, küçük gruplardan alınan, küçük oy farklarıyla kazanılır. Demokrasi taraftarları; kırsal yerleşimlerdeki beklentilere, alışıldık ekonomik destek vaatlerinin ötesine geçen, yaşam standartlarını kolaylaştıracak çözümleriyle ve “ayaklarına giderek” ulaşmaya özen göstermelidir.
Beşinci ve en önemli husus; demokrasilerin işleyişiyle ilgili derin hoşnutsuzlukların, neo-liberal demokrasinin ürettiği hayal kırıklıklarının geride bırakılması, seçmenlerle güven ilişkisinin tekrar kurulmasıdır. Bu alanda başarı üretmenin kolay olmayacağını bugüne kadarki deneyimlerimiz bizlere gösteriyor. Ayrıca popülistlerin iddialarının aksine, derin sorunların hızlı ve kolay çözümleri olmaz. Demokrasilerin kendini yeniden inşa stratejileri belirginleşse dahi, etkisi orta, uzun vadede gerçekleşecek. Fakat değişim ihtiyacını kabul ve çözüme dair arayışları sürdürmek dahi anlamlı.
Bu son alana katkı adına, küresel tabloya göz atarsak, şu sıra hepimiz en fazla pandemi, işsizlik, yoksulluk/sosyal eşitsizlik, politik/finansal yolsuzluk ve suç/şiddet (IPSOS, 2021) konularında endişe hissediyoruz. COVİD-19 etkisiyle, ülkeden ülkeye düzeyi farklılaşsa da, birçok orta sınıf aile yoksulluğa geri dönüyor, aşırı yoksulların sayısı artıyor (Mahler vd., 2021). Eşitsizliklerdeki artışı ve yarattığı gerilimi gidermek üzere, son yıllarda uluslararası kuruluşların, akademik çevrelerin gündemine giderek daha fazla giren “yeni toplum sözleşmesi” perspektifi, ulusal ölçeklerde de siyasetin ana gündemi olmalı, Moğolların efsane şarkısındaki gibi ‘bir şey yapılmalı’dır.
Popülistlerce halklara uzatılan ücret zammı, emekliliği kolaylaştırma vb. havuçların cazibesi benzer vaatlerle değil, demokratik esasların bütüncül olarak, yeniden inşasıyla aşılabilir. Kapitalizmin getirilerinin toplumsal tabakalara daha fazla yayılmasına, teknolojinin işleri yok ettiği hıza uygun biçimde yeni işler üretilmesine, vatandaşlık geliri vb. açılımların gerçekleştirilebilir formlara sokulmasına odaklanılmalıdır. Z kuşağı, kadınlar veya çevreci hassasiyetlere sahip olanlar gibi değişim isteği yüksek grupların demokrasi taraftarlarına güven duymaları bu kritik faktörlere bağlıdır. Popülist olmayanların yanında saf tuttukları takdirde, alacakları siyasi riske karşılık, ekstra ne kazanacakları, kendilerinin bu süreçte nasıl konumlanacağı net sunulmalıdır.
Demokrasilere inancı zayıflatan bir diğer faktör ise vatandaşların karar alma süreçlerinde yeterince etkin olamadığı yönündeki kanaatlerdir. Bu yazının sınırları, söz konusu tartışmaları etraflıca irdelemek için yeterli olmamakla birlikte; demokratik siyasetin devlet yönetimini daha katılımcı hale getirecek ve vatandaşların siyasete katılımını oy vermekle sınırlandırmaktan çıkaracak perspektifleri bulmak için çaba harcamaları popülizmle mücadele açısından da büyük önem kazanmıştır. Müzakereci demokrasi yaklaşımı gibi perspektifler -uygulanmasına dair ilerlemeler henüz mikro ölçekte olsa da- üzerinde çalışılmaya değer.
Demokrasilere karşı toksik etki üreten, kimlik temelli ayrışmaların önüne geçebilmek de popülizmle mücadeleye kararlı partilerin sorumluluğundadır. Etnik milliyetçilik geçmişin zaferleriyle süslenen ayrıştırıcı taktiklerle köpürtülüp, toplumsal barışın korunmasını riskli hale getiriyor. Bu yaklaşımın karşısına, yurttaşlık gururunu koymaya ihtiyaç vardır. Irk, milliyet ve din temalarıyla farklı toplum kesimlerinin birbirinden uzaklaşmasına neden olmayan, ülkelerin ortak ideallerine inanmaya, başarıya ulaşmak için adil rekabet şartlarına, kişilerin kendilerine ve toplumlarına katkıda bulunmasına odaklanan, “sivil milliyetçiliği” önceleyen bir siyasal dille toplumsal uzlaşma perspektifi sahiplenilmelidir. Artan hoşgörüsüzlüğe toplumları birleştirecek inançlar, kapsayıcı yaklaşımlar ve daha fazla hoşgörüyle cevap üretmek, gelinen noktada bir mecburiyettir. Demokrasi, merkezden ümidini kesip, aşırı sağ ya da sol uçlara kayan seçmenleri, vatanseverlik esası üzerinden birleştirerek, dengeli politikalara yöneltecek stratejilerle korunmalıdır.
Sonsöz; popülizmi yaratan çok boyutlu durum, çok boyutlu yaklaşımlar gerektiriyor. İnsanlık olarak popülist bir bataklıkla karşı karşıyayız. Fakat unutmayalım ki, bataklık insanı içine çekse de yutamaz. Churchill’in ifadesiyle “demokrasi en kötü yönetim biçimidir, bugüne kadar denenen diğer bütün yönetim şekilleri hariç”. Ülkelerin popülistlere değil halklara ait olduğunun seçmenlere anlatılması mümkündür. Hakeza, güç dengelerinin aşırı uçlardan, boşalan merkeze doğru yoğunlaştırma imkânı vardır ve umarım kullanılır.