Ana SayfaHaberlerVahap Coşkun, komisyonda konuştu: "Suriye Kürtleri de Irak Kürtleri gibi Türkiye için...

Vahap Coşkun, komisyonda konuştu: “Suriye Kürtleri de Irak Kürtleri gibi Türkiye için tehdit değil, fırsattır” 

Serbestiyet yazarı ve Dicle Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Vahap Coşkun, TBMM Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu'nda konuştu: "Suriye Kürtleri de Irak Kürtleri gibi Türkiye için tehdit değil, fırsattır. Türkiye, kendi sınırları içindeki Kürtlerden emin olmalı ve sınırları dışındaki Kürtlerin kazanımlarından kuşku duymamalı. Irak'ta yapılan yanlışlara Suriye'de düşülmemeli. Türkiye, KDP ve KYB ile olduğu gibi Suriye Demokratik Güçleri ile de ortaklaşabilir."

TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş’un başkanlığında toplanan komisyonda, çatışma-çözümü alanında çalışan akademisyenler görüşlerini paylaştı.

Komisyonda konuşanlardan biri de Serbestiyet yazarı ve Dicle Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Vahap Coşkun oldu. 

Coşkun, Kürt meselesindeki temel talepleri şöyle sıraladı:

“Anadilinin eğitimde özgürce kullanımı

Kapsayıcı ve eşitlikçi anayasa anlayışının geliştirilmesi

Güçlü yerel yönetim sisteminin kurulması

Geçmiş tecrübelerden çıkarılacak dersler.”

“Süreci yürütenler farklı anlamlar yüklememeli”

Türkiye’nin PKK’ya silah bıraktırma konusunda ilk deneyim yaşamadığını hatırlatarak, 1993’teki Turgut Özal girişiminden bu yana biriken tecrübelerden yararlanılması gerektiğini söyledi. 2013-2015 çözüm sürecinde tespit ettiği 6 risk alanını şöyle sıraladı:

“Süreci yürütenlerin farklı anlamlar yüklemesi,

İç politika gerilimlerinin sürece etkisi,

Dil ve koordinasyon problemleri,

Kamu düzeninin ihlali,

Suriye politikasının yetersizliği ve zamanın kötü kullanılması.”

“Türkiye SDG ile de ortaklaşabilir”

“Çözüm süreci için en büyük risk Suriye’deki gelişmeler” diyen Coşkun, Türkiye’nin yeni bir Suriye politikası geliştirmesi gerektiğini vurguladı:

“Türkiye, kendi sınırları içindeki Kürtlerden emin olmalı ve sınırları dışındaki Kürtlerin kazanımlarından kuşku duymamalı. Irak’ta yapılan yanlışlara Suriye’de düşülmemeli. Türkiye, KDP ve KYB ile olduğu gibi Suriye Demokratik Güçleri ile de ortaklaşabilir.”

“Umut hakkı düzenlemesi yapılmalı”

Coşkun, iktidarın atması gereken adımları da şöyle sıraladı:

“AİHM ve AYM kararlarının gereğinin yerine getirilmesi, kayyum uygulamasına son verilmesi, seçilmiş belediye başkanlarının görevlerine iadesi, hasta hükümlü ve tutukluların tahliyesi, umut hakkına dair düzenleme yapılması.”

Vahap Coşkun’un komisyon konuşması

Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Vahap Coşkun’un komisyonda yaptığı konuşma şöyle: 

“Sayın Başkan, Millî Dayanışma ve Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonunun saygıdeğer üyeleri; davet için müteşekkirim. Öncelikle, uzlaşmayı ve diyaloğu esas alan tavrıyla hem Komisyonun oluşmasında hem de faaliyetlerini ilerletmesinde büyük pay sahibi olan Meclis Başkanı Numan Kurtulmuş’a ve yoğun bir özveriyle çalışmalarını sürdüren siz değerli Komisyon üyelerine saygılarımı sunarım. Bu sürece katkıda bulunan ve çözüm için elini taşın altına koyan bütün kişi ve kuruluşların da başarılı olmasını temenni ediyorum. 

Kürt meselesi kadim bir mesele, asgari cumhuriyetle yaşıt ve ne yazık ki bugüne kadar da bir çözüme kavuşturulmuş değil. Bir asırlık tecrübeyle sabittir ki bu mesele hem içte hem de dışta çok ciddi tahribatlara sebebiyet veriyor. Kürt meselesi sosyal hayatta birlikte ve bir arada yaşamayı sağlayan bağları zayıflatıyor. Ekonomide aslında memleketin eğitimine, sağlığına, altyapısına harcanması gereken ve trilyon dolarları bulduğu belirtilen kaynakları kurutuyor. Siyasette kutuplaşmayı keskinleştiriyor ve makul çözümlerin bulunmasını güçleştiriyor. Hukukta temel hak ve hürriyetlerin çıtasını hep aşağıya çekiyor ve yoğun bir hukuksuzluk üretiyor. Dış politikada ise Türkiye’nin yumuşak karnını oluşturuyor. 

Türkiye’yi istikrarsızlaştırmaya veya güçlü bir aktör olmasını engellemeye niyet edenler bu mesele üzerinden Türkiye’nin hareket sahasını daraltmaya, hamle sayısını azaltmaya çalışıyorlar. Artık tahammülfersa bir hâl alan bu tahribatlar bir bütün olarak düşünüldüğünde denilebilir ki Kürt meselesi Türkiye’de rejimin karakterini belirleyen bir meseledir. Bu nedenle, bu konu gündelik siyasi çekişmelere kurban edilmemelidir. Toplumun bugününü ve geleceğini biçimlendirme potansiyelini taşıdığından daha geniş bir perspektifle, daha tarihsel bir bakışla ele alınmalıdır. Bu meyanda iki hususu akılda tutmak gerekir. Birincisi, Kürt meselesi benzeri etnopolitik bir sorunla dünyada sadece Türkiye’nin meşgul olmadığıdır. Hem bir önceki oturumda hem şimdiki oturumda hocalarım birçok örnek verdiler, dünyanın pek çok yerinde siyasi toplulukların bu türden sorunlarla uğraştıklarını gösterdiler.

Etnopolitik meselelerle yüzleşmek ve bu türden meseleleri siyasi müzakerelerin meşru ya da gayrimeşru bir parçası saymak bu çağda bir istisna değil bir norm, bir kaza değil bir kural. Ezcümle, etnopolitik meselelerin mevcudiyeti evrensel bir nitelik taşır. Zira, nerede olursa olsun eğer bir toplumsal kesim dışlandığını ve mağdur olduğunu hissederse bir direnç gösterir. Direnç bazen şiddet içermez ve şiddetsiz bir çatışma olarak demokratik sahada cereyan eder ama bazen de şiddete bulanır ve kanlı bir çatışmaya zemin hazırlar. Bir çatışma başladıktan sonra birtakım talepler gündeme gelir ve çatışmanın bitmesi bunların karşılanmasına bağlanır. Çatışmaların çözümü için öne sürülen talepler ise çoğunlukla birbirine benzer. Dünyanın hemen her yerinde bu süreçler genellikle aynı taleplerinin etrafında döner durur. Bunlar da esas itibarıyla 3 tanedir. Bir, idari sistemin yeniden düzenlenmesi ve gücün dağıtılması. İki, hak ve özgürlüklerin tanınması ve korunması. 

Üç, maddi ve manevi iktidar kaynaklarının paylaşılması. Kürt meselesinde de silahsızlanmayı bir tarafa bıraktığımızda aslında taleplerin bu minvalde olduğunu söylemek mümkündür. Burada da öne çıkan üç talip vardır: Bir tanesi, dilin, ana dilin öncelikle eğitimde olmak üzere özgürce kullanımı. İkincisi, kapsayıcı ve eşitlikçi bir anayasal vatandaşlık anlayışının geliştirilmesi. Üçüncüsü, daha güçlü bir yerel yönetim sisteminin kurulmasıdır.

Çözüm uzun vadede bu talepleri karşılayacak yasal ve anayasal değişiklikler hakkında asgari bir mutabakatın oluşmasıyla bulunacaktır. İkinci husus, dünya tecrübelerinden gerekli dersleri çıkartmakla birlikte kendi tecrübelerimizin de kıymetini bilmemizdir. Türkiye PKK’yı ilk defa silah bıraktırmayı denemiyor. 1993’te rahmetli Turgut Özal’ın ilk girişiminden bu yana devlet birçok kez görüşmeler yoluyla örgütü silahsızlandırmayı denedi. Süleyman Demirel’den Tansu Çiller’e, Necmettin Erbakan’dan Mesut Yılmaz’a, Bülent Ecevit’ten Recep Tayyip Erdoğan’a kadar bütün iktidarlar örgütü silahsızlandırmak için türlü girişimlerde bulundular. Her ne kadar bu girişimlerden beklenen netice elde edilmemişse de ciddi bir birikim oluştu ve biz bu birikimimizden istifade etmeliyiz. 2013 ve 2015 arasındaki çözüm denemesinde hem zaten hasbelkader bu alanda çalışan akademisyen hem de akil insanlar heyetinde yer alan biri olarak süreci yakından takip etme fırsatı buldum. 

O dönemde yaptığım ve Demokratik Gelişim Enstitüsü tarafından yayımlanan bir çalışmada bu süreci tehdit eden altı risk alanı tespit etmiştim: Birincisi, süreci yürütenlerin sürece farklı anlamlar yüklemeleriydi. İkincisi, ülkede iç politikadan kaynaklanan gerginliklerin çözüm sürecine menfi etkisiydi. Üçüncüsü, taraflar arasında kullanılan dilden ve koordinasyon eksikliğinden kaynaklanan problemlerin varlığıydı. Dördüncüsü, kamu düzeninin ihlal edilmesiydi. Beşincisi, Suriye’de değişen koşullara cevap verecek politikaların üretilememesiydi. Altıncısı ise zamanın kötü kullanılmasıydı. Elbette her sürecin hata içermesi kaçınılmazdır ama önemli olan hatalardan öğrenmek ve daha önce yapılmış olan hataları yeniden yapmamaktır. Dolayısıyla bu süreçte geçmişin bu hatalarını tekrarlamamalı ve aynı çukurlara bir kere daha düşmemeliyiz. Başka bir ifadeyle, biz bu süreçte sürecin nihai hedefini doğru belirlemeli, iç politikadaki çekişmelerin sürece olumsuz etki etmemesi için çaba göstermeli, dilin kullanımına ve koordinasyona azami dikkat etmeli, kamu düzeninden asla taviz vermemeli, Suriye’de şartlara uygun düşen yeni bir politika belirlemeli ve zamanı kullanma noktasında hassas olmalıyız. 

Türkiye’nin bugün izlediği yol, geçmişte izlediği yollardan ve bu süreçlerde takip edilen patikalardan son derece farklı çünkü bu süreçlerde genellikle son adım olarak düşünülen silahsızlanma burada ilk adım olarak gündeme geldi. Eğer bu başarılırsa artık çözüm süreci literatürüne “Türkiye modeli” diye bir model armağan edilmiş olur. 1 Ekim 2024’te MHP Genel Başkanı Devlet T B M M Tutanak Hizmetleri Başkanlığı İncelenmemiş Tutanaktır Komisyon: Millî Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu Sayfa: 36 Bahçeli’nin cesur hamlesiyle başlayan süreçte bugüne kadar geçen zaman zarfında Türkiye önemli tarihsel kavşaklardan geçti. Lideri Abdullah Öcalan’ın çağrısıyla PKK kendini feshetti ve sembolik olarak silahlarını yaktı. 

Kamuoyunda PKK’nin neden silah bıraktığına dair büyük bir tartışma yapıldı, yapılmaya da devam ediliyor. Bu konu tartışılırken bilhassa silah teknolojisindeki muazzam gelişmeye, Türkiye’nin savunma sanayisinde aldığı mesafeye, çatışmaların değişen doğasına atıflar yapılıyor ve PKK’nin silah bırakması ile bu gelişmeler arasında bir bağlantı kuruluyor. Elbette PKK’nin silah bırakmasında bu gelişmelerin etkisine işaret edilebilir ancak PKK’nin silahı terk etmesini yalnızca bu açıdan değerlendirmek resmin tamamını görmeyi engeller. Zannımca bu kararın altında daha derin nedenler yatıyor. 3 nedenin altını çizebilirim; birincisi, kırk bir yıldır devam eden çatışmanın hiçbir sorunu çözmediğinin genel bir kanaate dönüşmüş olmasıdır. Çözüm silahta değil demokratik siyasette aranmaktadır. Bunun en net göstergesi 2015-2016 yıllarında PKK’nin çatışmaları şehirlere taşıma stratejisinin Kürtler tarafından hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde reddedilmesidir. İkincisi, 1990’dan bu yana siyaset köprüsünün altından çok suların akmış olmasıdır. Bir yandan Kürt meselesi Türkiye siyasetinin merkezine oturmuştur, diğer yandan da Kürtlerin taleplerinin taşıyıcılığını üstlenen bir siyasal hareket hem genel hem de yerel siyasette belirleyici bir aktöre dönüşmüştür. 

Güç ve taraftar kazandıkça siyasetin halkın çözüm için dönüp baktığı tek bir adrese dönüşmesi tabiidir. Üçüncüsü ve bana göre en mühimi, Kürt sosyolojisinin büyük bir değişimden geçmiş olmasıdır. 1970’lerdeki veya 1990’lardaki bir sosyolojiden bahsetmiyoruz, artık daha kentli, daha okuryazar, daha orta sınıf, Kürt kimliğine bağlılığı daha fazla ama aynı zamanda Türkiyeli bir Kürt sosyolojisi var. Bu sosyolojide kadınların siyasal ve toplumsal hayattaki ağırlıkları giderek artıyor, popüler kültür alanları genişliyor ve kimlik mücadelesi için çok farklı kanallar açılıyor. Bütün bunlar silahı bir seçenek olmaktan çıkarırken siyasetin de cazibesini artırıyor. Bu geniş çaplı değişim göz önüne alındığında PKK için silah bırakmanın artık geçici değil daimi, taktik değil stratejik bir karar olduğunu söyleyebiliriz. Suriye sahasının bu süreç için hususi bir ehemmiyeti haiz olduğu izahtan vareste olsa gerektir. Hâlihazırda çözüm süreci için en büyük risk Suriye’deki gelişmelerdir. Yaklaşık bir yıldır Türkiye’de tarih farklı akıyor. Dolayısıyla biz de Suriye’ye ve Suriye’deki aktörlere eski nazarlarla bakamayız. Türkiye kendi sınırları içindeki Kürtlerden emin olmalı ve sınırları dışındaki Kürtlerin kazanımlarından da kuşku, kaygı ya da tedirginlik duymamalıdır. Türkiye geçmişte Irak’ta Kürdistan Bölgesel Yönetiminin kuruluşu esnasında yaptığı yanlışlara Suriye’de düşmemelidir. 

Irak Kürtleri gibi Suriye Kürtleri de Türkiye için bir tehdit değil bir fırsattır. Yıllarca Irak’ta bir kürdistan yönetiminin kurulması hâlinde bunun Türkiye için çok büyük bir tehlike olduğunun propagandası yapıldı ama kurulan kürdistan yönetimi Türkiye’nin bölgedeki en büyük müttefikine dönüştü. Türkiye, Kürdistan Demokrat Partisi ve Kürdistan Yurtseverler Birliği’yle olduğu gibi, Suriye demokratik güçleriyle de ortaklaşabilir. Bugün Irak Kürtleriyle kurulan yoğun ilişki ağının bir benzerini ve hatta daha genişini Suriye Kürtleriyle de kurabilir çünkü Suriye Kürtleri Irak Kürtlerine nazaran sosyolojik olarak Türkiye’ye daha yakındırlar.

Bilhassa Türkiye SDG’yle daha yapıcı bir ilişki kurmalıdır. Bu içteki çözüm sürecini kuvvetlendirdiği gibi Türkiye’nin bölgedeki elini de güçlendirir. Tabiatıyla Türkiye, Şam yönetimiyle ilişkilerini sürdürecektir ancak bunu yaparken Suriye’deki diğer gruplarla irtibatını artırmalıdır. Yeni bir devlet inşa sürecindeki Suriye’de taraflardan birinin yanında, diğerinin karşısında konumlanmak doğru bir siyaset değildir. Türkiye Suriye’deki bütün taraflarla görüşebilmeli, onları bir masanın etrafında toparlayabilmelidir. Çok taraflı olan ve dürüst bir ara buluculuğu içeren bir siyaset Türkiye’yi Suriye’de garantör bir ülke hâline getirebilir. Her çatışmanın kendisine özgü olduğu bugün bütün konuşmacılar tarafından dile getirildi. Evet, öyle ve her çözümde kendine özgü özellikler içerir. Eğer bir çözüm inşa edeceksek bu çözüm bizim çözümümüz olacaktır. Çözüm yolunda psikolojiyi yönetmek hayatidir. İnsanları psikolojik olarak çözüme ve barışa hazırlamak için ise incelikli olarak yapılması gereken birçok iş vardır. Bunlardan bazılarını hatırlatmak faydalı olabilir: Bir, güven artırıcı önlemlerle taraflarda güven duygusunu güçlendirmek. İki, çözümün bir tarafa kazandırdığı ve bir tarafa kaybettirdiği hissiyatını önlemek, çözümün herkese yararının dokunacağı görüşünün yerleşmesini sağlamak. Üç, dile ihtimam göstermek, çözümü öne çıkaran ve farklı toplumsal kesimlerin hassasiyetini dikkate alan, yapıcı ve çözücü bir dil kullanmak. Dört, siyasi aktörlerin eleştiriler ve saldırılar karşısında sağlam durmaları, başarılı olan süreçleri ile olmayan süreçler arasındaki en önemli farklardan biri başarılı olan süreçlerin arkasında güçlü bir siyasi iradenin varlığıdır. Beş, süreç sadece iki tarafa dayanarak yürütülmez, elden geldiğince çok sayıda aktörü sürecin içine katmak gerekir. 

Semboller önemlidir; kadınlar, gençler, işçiler, işverenler ve farklı toplumsal kesimler bir yol bulunarak sürecin paydaşı kılınmalıdır. Sivil toplum burada çok kritik bir rol oynayabilir ve altı, bu süreç başarılı olsa bile bunun bizim bütün sorunlarımızı çözmeyeceği bilinmelidir. Ağır siyasal yükleri ve bütün toplumsal hedefleri bir sürecin sırtına yüklemekten imtina edilmelidir. Politik ya da ideolojik bütün tasavvurları süreç üzerinden gerçekleştirmeye yeltenmekten uzak durulmalıdır. 

Süreç, sihirli bir değnek değildir, hiçbir yerde olmadı, Türkiye’de de olmayacak. Bir çözüme varılsa da eğer aramızdaki fikri tartışmalar, ideolojik ayrışmalar, hayat tarzları farklılıkları sürecektir. Ancak bu farklılıklar ve ayrışmalar arasındaki mücadele silahla değil siyaset ve oy sandığıyla yürütülecektir ki bu başlı başına büyük bir kazanımdır. Gerçekliği elden bırakmamak lazım; kanaatimce bir çatışma çözüm sürecinin iki temel amacı olmalıdır; bir, çatışmaları durdurmak yani silahları devreden çıkartmak ve iki, çatışmayı yaratan nedenleri zaman içinde ortadan kaldırmaya çalışmak. Bu bağlamda, Millî Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonunun rolünün çok mühim olduğunu belirtmek gerekir. Evvela Komisyonun faaliyetleri kamuoyuna üç noktada bir mutabakatın olduğunu göstermiştir. Birincisi, siyasi mutabakattır; Millî Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu adını alan Komisyonun siyasi zemini kuvvetlidir. Halkın yüzde 90’ından fazlasını temsil eden siyasi partilerin bu Komisyona katılmayı kabul etmesi hem partilerin bu meselenin çözümüne ne kadar büyük bir değer verdiğini gösterir, hem siyasi uzlaşmaya katkıda bulunur hem de bu süreçte yapılacak düzenlemelerin güçlü bir meşruiyete sahip olmasını sağlar.

 İkincisi, bürokratik mutabakattır; İçişleri Bakanı, Millî Savunma Bakanı ve MİT Başkanının Komisyonu bilgilendirmeleri bürokratik T B M M Tutanak Hizmetleri Başkanlığı İncelenmemiş Tutanaktır Komisyon: Millî Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu Sayfa: 37 desteğin tam olduğunu ve sürecin bir devlet politikası olarak ele alındığını göstermesi açısından önemlidir. Zira, 2013-2015 sürecinde böyle bir mutabakat yoktu. Sürece dair devletin içerisinde bir çekişme ve direnç vardı. Bu da süreci başarısızlığa uğratan temel faktörlerden biriydi. Üçüncüsü ise toplumsal mutabakattır; güvenilir kamuoyu araştırmaları halkımızın üçte 2’sinden fazlasının memlekette kardeşliği tesis edecek bu sürece arka çıktığını göstermektedir.

Mamafih, destek oranı yüksek olmasına rağmen güven oranı henüz istenilen seviyede değildir. Bu tablo, özelde Komisyona, genelde ise sürece destek verenlere iki yönlü bir vazife yüklemektedir. Sürecin selametle yol almasını isteyenler, bir taraftan sürece müspet yaklaşan kesimleri tahkim edecek bir gayret içinde olmalı diğer taraftan da sürece dair endişeleri, kaygıları, korkuları olan kesimlerin tereddütlerini anlamak ve gidermek için çaba sarf etmelidir. Komisyon çalışmaları muhalefet partilerinin sürecin bir parçası hâline getirirken iktidar partilerine de sürecin risklerini muhalefetle birlikte yüklenme noktasında bir fırsat yaratmıştır. Dolayısıyla muhalefetin bu Komisyondaki olumlu tutumunun değeri büyüktür. İktidarla birçok mevzuda taban tabana zıt bir konumda olmalarına rağmen muhalefet partileri Komisyonda yer almaktan kaçınmamışlardır. İktidara olan karşıtlıklarını süreç karşıtlığına dönüştürmemişlerdir. Bu itibarla Komisyona omuz veren bütün muhalefet partilerinin ve onların Genel Başkanlarının hakkı teslim edilmelidir. Komisyon bugüne kadar hem bu sorunla ilgili bir hafıza işlevi görmüş hem de farklı kesimlerin demokratik taleplerini dillendirdikleri bir zemine dönüşmüştür. Sürecin toplumsallaştırılmasında ve destek havuzunun genişletilmesinde bu çabaların değeri de takdir edilmelidir.

Bununla birlikte Komisyonun üstüne düşeni layıkıyla yerine getirebilmesi Komisyonun görev alanının dikkatlice belirlenmesine bağlıdır. Ülkemizin bütün yapısal sorunlarını çözmek, halkımızın demokratik taleplerinin tamamını karşılamak ya da yeni bir anayasa yapmak gibi devasa işleri Komisyona havale etmek ne hakkaniyetli ne de işlevsel olacaktır. Zira böyle bir hâlde Komisyonun çalışması da karar alması da mümkün olmaz. Komisyonun asli görevi, geçmişe dair hafızayı ve demokratik talepleri kayda geçirmekle beraber sürecin ruhuna uygun ve silahları bütünüyle tasfiye edecek bir kanun önerisini hazırlamak ve bunu Meclisin önüne koymaktır. 

Bunun 2 yolu vardır: Komisyon ya mevcut mevzuat içinde birtakım değişiklikler yaparak bunu gerçekleştirebilir ya da tamamıyla silahsızlanma sürecine özgü bir kanun önerisi hazırlayabilir. Kanımca bu süreç için özel bir kanun önerisi geliştirmek daha doğru bir tercih olacaktır. Komisyonun kıymetli üyelerinden Feti Yıldız sosyal medya hesabında yaptığı bir açıklamada bizlerden politik değerlendirmelerimizin yanında ön mevzuat tekliflerimizi de Komisyon üyelerine iletmemizin faydalı olacağını belirtmiştir. 

Feti Bey’in bu haklı beklentisine cevap olması umuduyla Komisyonun hazırlayacağı kanuni çerçeve hakkındaki somut önerilerimi paylaşmak isterim. 1) Kanun, örgüt mensuplarının silah bırakmalarını mümkün kılan, toplumsal hayata dönmelerini teşvik eden, barışçıl bir yaşam sürmelerini sağlayan, kamu düzenini güçlendiren, toplumun adalet duygularına hassasiyetle yaklaşan ve mağdurların haklarını gözeten bir anlayışla kaleme alınmalı, şeffaf ve denetlenebilir mekanizmalar kurmalıdır. 2) Kanun, silah bırakan örgüt mensuplarının sadece hukuki pozisyonlarını tayin etmekle yetinmemeli, aynı zamanda onların eve dönmelerini ve toplumsal hayata katılmalarını sağlayan hükümleri de içermelidir. Kanun parçalı değil, silahtan arındırmayı, eve dönüşü ve toplumsal bütünleşmeyi hedefleyen bütüncül bir perspektife dayanmalıdır. 3) Kanunun amacı sarih, sınırlı ve ölçülebilir olmalıdır. Ucu açık ve belirsiz tanımların hukuki sorunlara yol açtığı göz önünde tutularak mümkün mertebe net tanımlar kullanılmalıdır. 4) Kanunun hangi grupları kapsadığı açık bir biçimde belirtilmelidir. Bana göre kapsanması gereken 4 gruptan söz edilebilir. a) Haklarında herhangi bir kovuşturma ve soruşturma bulunmayan PKK mensupları. b) PKK’yle bağlantılı davalardan hüküm giyenler. c) PKK’yle bağlantılı davalardan hâlen yargılanmakta olanlar. d) PKK’yle bağlantılı davalardan ötürü yurt dışında olanlar, vatandaşlığını kaybedenler ve ülkeye girmesi yasak olanlar ve benzeri gibi. 5) Kanununun yürürlüğe girmesiyle birlikte PKK’yle irtibatlı kovuşturma ve soruşturmalar durdurulmalı, verilmiş ve kesinleşmiş cezaların infazına başlanmamalı, başlanmış olanların da infazı durdurulmalıdır. 6) Bu tür süreçlerde genel ve koşulsuz affa başvurulabilir. Nitekim Türkiye Cumhuriyeti de tarihî boyunca çeşitli vesilelerle bu hukuki enstrümanına başvurmuştur.1926, 1930, 1938, 1974, 1991 yıllarında bu tür düzenlemeler Meclisimiz tarafından yapılmıştır ancak eğer bugün koşulsuz af için toplumsal rıza üretmenin zor olacağı düşünülürse bu takdirde örgüt mensupları hakkında kademeli bir düzenleme yapılabilir. a) Kademeler örgüt lideri örgüt yöneticisi ya da örgüt üyesi gibi kavramlara göre belirlenmemelidir. b) Kademeler haklarında hüküm tesis edilenler için aldıkları hapis cezasının süresi, haklarında bir soruşturma ya da kovuşturma olanlar için de bu kovuşturma ve soruşturma için öngörülen cezanın üst sınırına göre tespit edilebilir. c) Adli tedbirler ve denetimli serbestlik süreleri de bu kademelere göre belirlenir, bu süreler uzun tutulmamalıdır. 7) Kanun, 6551 sayılı Terörün Sona Erdirilmesi ve Toplumsal Bütünleşmenin Güçlendirilmesine Dair Kanunun 2’nci maddesinde olduğu gibi Cumhurbaşkanına siyasi, hukuki, sosyoekonomik, psikolojik, kültür, insan hakları, güvenlik ve silahsızlandırma alanlarında ve bunlarla bağlantılı konularda gerekli tedbirleri almak üzere genel bir yetki vermelidir. T B M M Tutanak Hizmetleri Başkanlığı İncelenmemiş Tutanaktır Komisyon: Millî Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu Sayfa: 38 8) Kanun, silah bırakanların yeniden şiddete yönelmemesi için izleme ve destek mekanizmaları kurmalıdır. Topluma uyum sürecini hızlandırmak için bu mekanizmalar a) Eğitim, sağlık, mesleki beceri kazandırma ve istihdam programlarını, b) Psikososyal destek sağlanmasını, c) Barınma ve geçici gelir desteğini ihtiva etmektedir. 9) Kanun, kadın, çocuk ve hasta örgüt mensupları için özel önlemler getirmelidir. 10) Kanun süresiz değil, belirli bir dönem için uygulanmalıdır. 11) Kanunun uygulanmasını izlemek ve denetlemek üzere bağımsız bir komisyon kurulabilir. Meclise düzenli olarak rapor sunacak olan bu komisyonun farklı kaynaklardan gelecek kişilerden, örneğin Meclisten, Bakanlıklardan, yerel yönetimlerden, sivil toplumdan ve mağdur ailelerin temsilcilerinden teşekkül etmesi doğru olacaktır. Meclis eliyle gerçekleştirilecek olan kamusal denetim sürecin demokratik meşruiyetini de tahkim eder. Komisyon bir hukuki mutfak gibi çalışarak sürece dair seçenekler geliştirirken iktidarın da yerine getirmesi gereken önemli sorumluluklar vardır. İktidar, komisyonun zeminini güçlendirmeli, sürecin toplumsal desteğini büyütecek şekilde hareket etmelidir. 

İktidarın hızla atabileceği bazı adımlar söz konusudur. Örneğin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Anayasa Mahkemesi kararlarının gereğinin yerine getirmesi, kayyum uygulamasına son verilmesi ve kayyum atanan belediyelerin seçilmiş başkanlarının görevlerine iade edilmesi, hasta hükümlü ve tutukluların tahliye edilmesi, belediye başkanlarıyla ilgili olarak sürdürülmekte olan kovuşturma ve soruşturmaların en kısa sürede bitirilmesi, cezaevi idarelerinin keyfî ve hukuksuz tutumlarıyla kişilerin denetimli serbestlikten yararlanma ve açık cezaevine ayrılma taleplerinin reddedilmesinin önlenmesi, KHK’ler eliyle bir nevi sivil ölüme terk edilenlerin mağduriyetlerinin giderilmesi, umut hakkına dair bir hukuki düzenleme yapılması bu kapsamda değerlendirilebilir. İktidarın bunları yapması hâlinde hem bazı kesimlerin sürece karşı itirazları ortadan kalkmış olur hem de toplumun tamamında sürecin herkes için faydalı sonuçlar ürettiğine dair olan inanç güçlenir. Bu da komisyonunun zeminini de elini de çalışmalarını da kuvvetlendirir. 

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan dün “Suriye’de kalıcı barışın Türkiye’nin en büyük arzusu olduğunu ifade etti.” Bana göre Türkiye’de de Suriye’de de kalıcı barışın temini bu süreçle doğrudan irtibatlıdır. Eğer bu süreçte menzile varılırsa kalıcı barış için dev bir adım atılmış olur. Bugün Türkiye’nin önünde tarihî bir fırsat var, daha önce hiç bu noktaya varılmamıştı, evet, birçok girişimde bulunulmuş ancak barışa bu kadar yaklaşılmamıştı. Bu tarihî fırsat kaçırılmamalı ve birtakım ezberlere kurban edilmemelidir. Eski parametrelerle yeni bir düzen kuramayız. Türkiye yıkıcı korkularını bir kenara koymalı, Kürt meselesinin içte ve dışta kendisini rehin almasına bir son vermeli ve kurucu bir cesaretle kalıcı bir barışı inşa etme feraseti göstermelidir. Bunu gerçekleştirebilecek iradeye de bilgiye de birikime de sahip olduğumuz kanaatindeyim. Dinlediğiniz için çok teşekkür ederim. Hazıruna en derin saygılarımı sunarım.”

- Advertisment -