Ana SayfaANALİZLERÇEVİRİ | Seyahate karşı bir görüş

ÇEVİRİ | Seyahate karşı bir görüş

Agnes Callard, New Yorker’da yazdı: “Seyahat bizi en iyi halimizde olduğumuza ikna ederken aynı anda kendimizin en kötü versiyonuna dönüştürür. Turist olmak, kişinin kendi hislerinin önemli olmadığına çoktan karar vermiş olmasıdır. Bir deneyimin otantik olarak X olup olmadığı, X’in ne olduğundan bir haber olarak tam da sizin karar veremeyeceğiniz bir şeydir. Sokrates felsefenin ölüme hazırlık olduğunu söylemişti. Bunu yapamayacak diğer herkes için seyahat var!”

İnsanlardan duyabileceğiniz en içi boş ifade nedir? Ben söyleyim: “Seyahat etmeyi seviyorum”. Bu size birisi hakkında çok az şey söyleyecektir. Çünkü neredeyse herkes seyahat etmeyi sever; ama yine de insanlar bunu söyleyip duruyorlar, çünkü bir nedenden ötürü hem seyahat etmiş olmaktan hem de bunu yapmayı dört gözle beklemekten gurur duyuyorlar.

Bu tutumun karşısında olanlar küçük bir grup ama konuşkanlar. Örneğin, G. K. Chesterton “seyahat zihni daraltır” diye yazmış. Ralph Waldo Emerson ise seyahati “aptalların cenneti” olarak görüyordu. 

Sokrates ve Immanuel Kant (tartışmasız tüm zamanların en büyük iki filozofu) kendi memleketleri olan Atina ve Königsberg’i nadiren terk etmişlerdi. Fakat kuşkusuz seyahatten en çok nefret eden kişi, muhteşem “HuzursuzluğunKitabı ” eserinde seyahate öfke saçan Portekizli yazar Fernando Pessoa’dır:

“Yeni yaşam biçimlerinden ve yabancı yerlerden iğreniyorum…. Seyahat fikri midemi bulandırıyor… Ah, bırakın var olamayanlar seyahat etsin!… Seyahat, hiçbir şey hissedemeyenler içindir…. Yalnızca hayal gücü yoksulluğu, bir şeyler hissetmek için hareket etmek zorunda kalmayı haklı çıkabilir.”

Bunu aykırı bir duruş olarak görme eğilimindeyseniz, düşüncenizi kendi seyahatinizden başkalarınınkine kaydırmayı deneyin. Yurtiçinde veya yurtdışında, insanlar “turistik” faaliyetlerden kaçınma eğilimindedir. “Turizm”, başkaları yaptığı zaman seyahat etmek olarak adlandırdığımız şeydir. İnsanlar seyahatleri hakkında konuşmaktan hoşlansa da, çok azımız onları dinlemekten gerçekten hoşlanırız. Bu tür sohbetler akademik metinleri ve anlatılıp durulan rüyaları andırır: Başka bir ifadeyle bunlar tüketicilerinden ve dinleyenlerden çok üreticilerinin ihtiyaçları tarafından yönlendirilen iletişim biçimleridir.

Seyahatin yaygın önermelerinden biri, bizi aydınlanmış bir duruma getirdiği, dünya hakkında eğittiği ve bizi dünya sakini haline getirdiğidir. Bir keresinde bir septik olan Samuel Johnson bile, “Fransa’da bulunmakla öğrendiğim şey, anavatanımda bulunmaktan memnun olmayı öğrenmek oldu” demişti.

Elbette Samuel seyahatin belli bir cazibesi olduğunu kabul ediyordu. Çok sevdiği Boswell’e tavsiyede bulunan Johnson, Boswell’in çocuklarının iyiliği için Çin’e seyahat etmeyi önermişti: 

“Onlara yansıyan bir parlaklık olacaktır. . . Her daim Çin Seddi’ni görmeye gitmiş bir adamın çocukları olarak kalacaklar.”

Seyahat bir başarı olarak damgalanmıştır: İlginç yerler görmek, ilginç deneyimler yaşamak, ilginç insanlardan biri olmak. Peki gerçekten böyle mi?

Pessoa, Emerson ve Chesterton, seyahatin bizi insanlıkla temasa geçirmek bir yana, ondan kopardığına inanıyorlardı.Seyahat bizi en iyi halimizde olduğumuza ikna ederken aynı anda kendimizin en kötü versiyonuna dönüştürüyordu. Buna gezginin yanılsaması da diyebiliriz.

Bunu keşfetmek için, “seyahat” ile neyi kastettiğimizle başlayalım. 

Sokrates, Peloponez Savaşı’na çağrıldığında yurtdışına gitmişti; yine de gezgin sayılmıyordu. Emerson’un eleştirileri de “zorunluluktan” veya “görevleri” gereği seyahat edenler hakkında değildi:

“Sanat, çalışma ve hayırseverlik amacıyla” büyük mesafeler kat etmeye hiçbir itirazı yoktu. 

Herhangi bir yerde bulunmak için bir nedeniniz olduğunun göstergesi, kanıtlayacak hiçbir şeyinizin olmaması ve dolayısıyla bunu kanıtlayacak hatıra, fotoğraf veya hikaye toplama dürtünüzün bulunmamasıdır.

“Turizmi” ilginç olanı hedefleyen ve Emerson ve arkadaşları haklılarsa, bir şeyler ıskalayıcı bir seyahat türü olarak tanımlayalım.

“Turist, hayatında değişiklik yaşamak amacıyla evinden uzaktaki bir yeri gönüllü olarak ziyaret eden, geçici olarak gelmiş kişidir.” 

Bu tanım, turizm antropolojisi üzerine klasik bir akademik kitap olan “Ev Sahipleri ve Misafirler (Hosts and Guests) “in girişinden alınmıştır. Son cümle çok önemlidir: Turistik seyahat değişim amacıyla yapılır. Peki ama tam olarak ne değişiyor? 

İşte aynı kitabın sonuç bölümünden anlamlı bir gözlem daha: “Turistlerin ev sahibi yerden bir şeyler alma olasılığı, ev sahiplerinin onlardan bir şeyler alma olasılığından çok daha düşüktür, dolayısıyla ev sahibi toplumda bir değişim zinciri başlatırlar.” 

Hayatlarımızda bir değişimi deneyimlemek için seyahat ediyoruz ancak sonucunda başkalarına ‘değişim’ yaşatmış oluyoruz.

Örneğin, on yıl önce Abu Dabi’deyken bir şahin hastanesinde rehberli tura katılmıştım. Kolumda bir şahinle fotoğraf çektirdim. Şahinciliğe ya da şahinlere ilgim yoktu ve insan olmayan hayvanlarla karşılaşmaktan genel olarak hoşlanmam. Ancak şahin hastanesi, “Abu Dabi’de ne yapılır?” sorusunun yanıtlarından biriydi. Ben de gittim işte. Şahin hastanesinin yerleşim planından misyon bildirgesine kadar her şeyinin benim gibi insanların (yani biz değişmeyen değiştiricilerin, biz turistlerin) ziyaretleriyle şekillendiğinden ve şekillenmeye devam edeceğinden emin gibiyim. 

Mesela Antre duvarında bir dizi “turizmde mükemmellik” ödülü gördüğümü hatırlıyorum. Buranın bir hayvan hastanesi olduğunu unutmamalıyız.

Bir yerin, oraya gönüllü olarak, bir değişim yaşamak amacıyla seyahat eden insanlar tarafından şekillendirilmesi ve değiştirilmesi neden kötü olabilir? Cevap; bu tür insanlar ne yaptıklarını bilmemekle kalmayıp bir şeyler öğrenmeye bile tenezzül etmezler.

Beni düşünün. Şahinciliğe karşı bu kadar derin bir tutku duymak ve bunun peşinden gitmek için Abu Dabi’ye uçmaya istekli olmak bir şeydir, fakat hayatımı yeni bir yönde geliştirme umuduyla bu ziyarete görece hevesli bir ruhla yaklaşmak ise başka bir şey. Ben her iki durumda da değildim. Hastaneye, Abu Dabi sonrası hayatımın da Abu Dabi öncesi hayatım kadar şahincilik içereceğini, yani sıfır şahincilik içereceğini bilerek girdim. Değer vermediğiniz ya da değer vermeyi düşünmediğiniz bir şeyi görmeye gidiyorsanız, bir yerden bir başka yere gitmek dışında pek bir şey yapmıyorsunuz demektir, tıpkı bir lokomotif gibi. ​

Turizm, lokomotif gibi bir oraya bir buraya giden karakteriyle dikkat çekmektedir. “Fransa’ya gittim.” 

Ee, peki ama orada ne yaptınız? “Louvre’a gittim.” Tamam, peki orada ne yaptın? “Mona Lisa’yı görmeye gittim. ” Yani, hızlıca geçip gitmeden önce demek isitiyorsun: Çünkü birçok insan “Mona Lisa “ya bakmak için sadece on beş saniye harcıyor, o kadar. Baştan aşağı oradan oraya koşuşturmaca.

Tuhaf turist rasyonalitesi, hem bir yerde yapmaları gereken şeyi yapma arzusuyla hem de tam olarak yapmaları gereken şeyden kaçınma arzusuyla hareket etmelerini sağlar. Paris’e ilk seyahatimde hem “Mona Lisa “dan hem de Louvre Müzesi’nden kaçınmamın nedeni buydu. Ancak hareket etmekten kaçınmadım. Şehrin bir ucundan diğerine, düz bir çizgi üzerinde defalarca yürüdüm durdum. Yürüyüşümü bir harita üzerinde işaretleseydiniz, dev bir yıldız işareti oluştururdu. Yaşadığım ve çalıştığım hiçbir büyük şehirde, bütün günümü yürüyerek geçirmeyi asla düşünemem.

Fakat seyahat ettiğinizde, neyin değerli bir zaman kullanımı sayılacağına dair normal standartlarınızı askıya alırsınız. Diğer standartlarınızı da askıya alırsınız; yemek, sanat ya da eğlence zevkleriniz tarafından kısıtlanmak istemezsiniz. Ne de olsa, deriz kendi kendinize, seyahat etmenin tüm amacı günlük yaşamın sınırlarını aşmaktır. Peki, hayatınızda genellikle müzelerden uzak duran biriyseniz ve aniden bir değişiklik yaşamak amacıyla müzeleri gezmek isterseniz, tablolara bakarak ne çıkaracaksınız ki? Aynı şekilde (benim gibi) şahinlerle dolu bir odada da olabilirsiniz.

Turistin nasıl kendi kendini baltaladığını biraz daha yakından ve derinlemesine inceleyelim. 

Walker Percy’nin “The Loss of the Creature” adlı denemesinden iki örnekle bunu izah etmeye çalışacağım.

İlki: Büyük Kanyon’a gelen bir gezgin. Seyahatinden önce zihninde kanyona dair bir “sembolik kompleks” fikri oluşmuştur. Kanyon, gördüğü resimlere ve kartpostallara benziyorsa çok mutlu olacak; hatta kanyonu “kartpostaldaki kadar güzel!” diye tanımlayabilecektir. Ancak ışıklandırma farklıysa, renkler ve gölgeler beklediği gibi değilse, kendini aldatılmış hissedecektir: ‘Kötü bir günde gelmişim’ diyecektir. Kanyona olduğu gibi bakamayan, sadece kafasındaki görüntüye uyup uymadığına karar vermek zorunda kalan gezgin “sadece sıkılmış olabilir; ya da buradaki zorluğun bilincinde de olabilir: Ayaklarının dibinde genişleyen büyük şey bir şekilde ondan kaçıyor gibidir.”

İkincisi: Iowa’lı bir çiftin Meksika’yı dolaşması. Yolculuktan keyif alıyorlar, ancak her zamanki manzaralara biraz dudak büküyorlar. Kayboluyor, kayalık bir dağ yolunda saatlerce gidiyor ve sonunda, “haritada bile işaretlenmemiş küçük bir vadide” dini bir festivali kutlayan bir köye rastlıyorlar. Köylülerin dansını izleyen turistler sonunda “otantik bir manzaraya, büyüleyici, tuhaf, pitoresk, bozulmamış bir manzaraya” kavuşmuş oluyorlar. Yine de bir miktar memnuniyetsizlikleri var. Iowa’daki evlerine döndüklerinde, etnolog bir arkadaşlarına bu deneyimden övgüyle bahsediyorlar: “Orada olmalıydınız! Bizimle geri gelmelisin!”

Etnolog gerçekten de onlarla birlikte döndüğünde ise, “çift olup bitenleri izlemek yerine etnoloğu izliyor! En büyük umutları arkadaşlarının dansı ilginç bulması oluyor.” Çünkü “deneyimlerinin gerçek olduğunu onaylaması” için ona ihtiyaçları var.

Turist gerçekten de hürmetkâr bir karakterdir. Deneyimlerinin doğrulanmasını etnoloğa, kartpostallara, bir yerde ne yapmanız ya da yapmamanız gerektiğine dair geleneksel bilgilere havale eder. Bu hürmet, bu “deneyime açıklık” tam da turisti deneyimden mahrum bırakan şeydir. 

Emerson şöyle bir itirafta bulunmuştur: “Vatikan’ı ve sarayları arıyorum. Gördüklerim ve önerdiklerimle sarhoş olmak istiyorum ama sarhoş değilim.” Emerson bir anıtın, bir tablonun ya da bir şahinin önünde durmuş ve bir şeyler hissetmeyi beklemiş her turist adına konuşuyor, aslında. Emerson ve Percy bu talebin neden mantıksız olduğunu anlamamıza yardımcı oluyorlar: Turist olmak, kişinin kendi hislerinin önemli olmadığına çoktan karar vermiş olmasıdır. Bir deneyimin otantik olarak X olup olmadığı, X’in ne olduğundan bir haber olarak tam da sizin kara veremeyeceğiniz bir şeydir.

Benzer bir argüman, turistin insanlığın büyük geçmişini onurlandırma dürtüsü için de geçerlidir. Percy ve Emerson estetik olana odaklanıp bize gezginlerin aradıkları duyusal deneyimleri edinmelerinin ne kadar zor olduğunu gösterirken, Pessoa ve Chesterton etik olanla daha çok ilgilenir. Bu iki isim gezginlerin neden diğer insanlarla gerçekten bağlantı kuramadıklarını araştırıyorlar. Paris seyahatlerim sırasında insanlara bakar, kıyafetlerini, tavırlarını, etkileşimlerini dikkatle incelerdim. Etrafımdaki Fransızların Fransızlığını görmeye çalışırdım. Arkadaş edinmenin yolu bu olmasa gerek.

Pessoa yalnızca bir tane “ruhu olan gerçek gezgin” tanıdığını söylemiştir: Takıntılı bir şekilde broşür toplayan, gazetelerden haritalar yırtan ve uzak yerler arasındaki tren tarifelerini ezberleyen bir ofis çalışanı delikanlı. Bu çocuk dünyanın dört bir yanındaki yelken rotalarını sayabiliyormuş ancak Lizbon’dan bir kere bile ayrılmamış. Chesterton da bu tür sabit gezginlerden bahseder: “Evinde oturup Lapon halkını sevebilecek, Çinlileri kucaklayabilecek, Hampstead ya da Surbiton’da Patagonyalıları bağrına basabilecekken; gidip bu insanların neye benzediklerini görmek için basiretsiz ve intihara meyilli bir dürtüye kapılan düşüncesiz turist” için “dokunaklı ve hatta trajik bir durumda” diye yazmıştı.

Sorun başka yerler görmek isteyen turistte ya da görmek istediği yerlerde değil, asıl sorun turisti bir seyirci gibi ilişki kurmaya zorlandığı insanların arasına iten ‘seyahatin insanlıktan çıkarıcı etkisindedir’. 

Chesterton, uzaktaki bir şeyi en uygun şekilde, yani uzaktan sevmenin daha evrensel bir bağ kurma sağladığına inanır. Chesterton bu konuda şöyle yazıyor: “Hampstead’deki bir kişi yabancıları ‘çalışan, çocuklarını seven ve ölen insanlar olaraksoyut şekilde düşündüğünde, onlar hakkındaki temel gerçeği zihninde kavrar. Evinde, oraya gitmeden hissettiği insani bağ bir yanılsama değildir; daha ziyade içsel bir gerçekliktir.Seyahat ise, yakın olmak için büyük mesafeler kat ettiğimiz kişilerin varlığını hissetmemizi engeller.”

Turizmle ilgili en önemli gerçek şudur: Döndüğümüzde nasıl olacağımızı zaten biliyoruzdur. Tatil yapmak yabancı bir ülkeye göç etmeye, üniversiteye girmeye, yeni bir işe başlamaya ya da aşık olmaya benzemez. Sözünü ettiğimiz arayışlara, bir tünele girdiğinde dışarı çıktığında kim olacağını bilmeyen birinin korkusuyla gireriz. Fakat yolcu, aynı temel ilgi alanları, siyasi inançlar ve aynı yaşam biçimine geri döneceğinden emin olarak yola çıkmaktadır. Dolayısıyla seyahat bumeranga benzer. Sizi başladığınız yere bırakır.

Şayet bunun sizin için geçerli olmadığını düşünüyorsanız, kendi seyahatlerinizin büyülü ve derin olduğunu, değerlerinizi derinleştiren, ufkunuzu genişleten, sizi gerçek bir dünya vatandaşı yapan vb. etkileri olduğunu düşünüyorsanız, bu olgunun birinci şahıs olarak değerlendirilemeyeceğini asla unutmayın. 

Pessoa, Chesterton, Percy ve Emerson, gezginlerin kendilerine ‘değiştiklerini söylediklerinin’ farkındaydılar. Ancak bir yanılsamayı tespit etmek için iç gözlemlere güvenemezsiniz. Bunun yerine, yakında yaz maceralarına atılacak olan arkadaşlarınızı düşünün. Döndüklerinde onları ne durumda bulmayı bekliyorsunuz? Seyahatlerinden dönüştürücü, “hayatta bir kez yaşanacak” bir deneyimmiş gibi bahsedebilirler, ancak davranışlarında, inançlarında, ahlaki pusulalarında bir fark görebilecek misiniz? Herhangi bir fark olacak mı, gerçekten?

Elbette ki seyahat eğlenceli bir şeydir. Bu yüzden seyahati sevmemiz pek tuhaf değil. Tuhaf olan, ona neden büyük bir önem, bir erdem havası yüklediğimiz. Eğer tatil yalnızca değişmeyen bir değişimin peşinde koşmak, hiçbir şeyi kucaklamamaksa, neden anlamı üzerinde ısrar ediyoruz?

İnsan bunları düşününce hiçbir şey yapmadan durmanın belki de ne kadar zor olduğu sonucuna varmak zorunda kalıyor; bu da bulmacaya bir çözüm öneriyormuş gibi. Bir daha asla seyahat etmeyeceğinizi öğrendiğinizde hayatınızın nasıl görüneceğini hayal edin. Eğer hayatınızda büyük bir değişiklik yapmayı planlamıyorsanız, önünüzde korkutucu bir ihtimal belirmektedir:

“Her ne yapıyorsanız ondan daha fazla ve daha fazla yapıp, sonra da öleceksin.”

Seyahat, bu geniş zaman dilimini seyahatten önce ve sonra olmak üzere ikiye ayırarak yok oluşun kesinliğini bizlerden gizler. Ve bunu mümkün olan en akıllıca şekilde yapar: Size tadımlık vererek. Bir gün hiçbir şey yapmayacağınız ve hiç kimse olmayacağınız gerçeğini düşünmek istemezsiniz. Böyle bir deneyimin önizlemesini yapmak kolay değildir, buna ancak nasıl heyecan verici ve eğitici şeyler yaptığınıza dair bir anlatıyla ‘bir şeyleri’ gizleyebildiğinizde izin verebilirsiniz: 

Bu deneyimin önizlemesini yapmanıza ancak bunu nasıl heyecan verici ve eğitici şeyler yaptığınıza dair bir anlatıyla gizleyebildiğinizde izin verirsiniz: Deneyimlemiş ve birtakım şeyler ve yerlerle kaynaşmışsınızdır, hatta dönüşmüşsünüzdür. Ve tüm bunları kanıtlayacak hediyelik eşyalarınınız ya da fotoğraflarınız bile var.

Sokrates felsefenin ölüme hazırlık olduğunu söylemişti. Bunu yapamayacak diğer herkes için seyahat var!…

Kaynak: https://www.newyorker.com/culture/the-weekend-essay/the-case-against-travel

Çeviri: Hasan Ayer

- Advertisment -