Ali Bayramoğlu ile Bugünler’in ilk bölümünde, Ali Bayramoğlu, 3 gün süren 10 büyükelçi krizini masaya yatırıyor.
Programın tamamını Serbest TV’de izlemek için:
“Büyükelçiler krizi üzerine birkaç söz söylemek, bu çerçevede bir siyaset değerlendirmesi yapmak istiyorum. Bu kriz, son dönemde yaşadığımız Türkiye’nin Batı ile ilişkilerindeki en kritik, en hassas noktalardan bir tanesiydi. Şu an itibariyle dindi. Nasıl dindiğini de biliyoruz. Amerikan Büyükelçiliğinin girişimi ile büyükelçiler bir anlaşmanın ilgili bir maddesine atıfla Türkiye’nin içişlerine karışmaya niyetleri olmadığını ifade ederek Erdoğan’ın geri adım atmasını sağladılar. 10 büyükelçinin istenmeyen adam olarak ilan edilme riski, onun yarattığı tehdit ortadan kalktı. Tehdit diyorum çünkü bu fevkalade irrasyoneldi. Son derece akıl dışı bir meydan okumaydı Tayyip Erdoğan tarafından yapılan bu açıklama. Devam etmesi halinde hiç şüphe yok ki ciddi sonuçları olacaktı. Bu sonuçlar Erdoğan’a fayda sağlayacak, milliyetçiliği tahkim etmesine yardım edecek ama diğer taraftan Türkiye’yi daha da çok sıkıntıya sokacak, otoriterlik basamaklarında daha da yukarıya çekecekti. Yalnızlaşma, bizim büyükelçilerimizin ilgili ülkelerde karşılık olarak istenmeyen adam ilan edilmesi, dolarda bugün yaşanan krizin bir yeni güvensizlik krizi ile daha da derinleşmesi gibi tablolar beklenebilir durumlardı. Dolayısıyla bu krizin dinmiş olması iyi oldu, buna hiç şüphe yok.
Yalnız bu kriz, bir dizi soruyu da arkasında bırakıp gitti. Bu soruları üç noktada ele almak mümkün.
İlki şu soruyla ilgili: Büyükelçilerin Dışişleri Bakanlığı’na verdikleri dilekçe ya da yaptıkları yazılı başvuru metninin anlamı neydi? Bu, Tayyip Erdoğan’ın söylediği çerçevede ya da ona yakın mı algılanmalı? Gerçekten kabul edilemez bir durum muydu?
Açık söylemek gerekirse, evet, Türk toplumu bu konularda özellikle hassastır. Tarihten gelen birçok hadise ve bellek meselesi bunda etkilidir. Bununla da birlikte, Türkiye de kimi sıkıntılar söz konusu olduğu zaman, insan hakları ihlalleri söz konusu olduğu zaman benzer yollara başvurmuştur. Örneğin Abdullah Gül’ün bir açıklaması oldu geçtiğimiz günlerde, Tayyip Erdoğan hapisteyken benzer bir çaba gösterildiğine ilişkin.
Dolayısıyla insan haklarına müdahale söz konusu olduğu zaman iç işlerine müdahale kavramını kullanmak doğru değil. Nitekim büyükelçilerin talep ettikleri şey, Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne ve onun bir kurumu olan AİHM’nin kararlarına uyması, hukuku takip etmesi yönündeydi. Bu da uluslararası camianın, ölçüsü kaçmış bir hukuksuzluğun, bir insan hakkı ihlaline dönüşmüş bir hususun dile getirmesi anlamına geliyordu. Krizi çıkaran Türkiye oldu. Türk siyasi iktidarının bu konudaki açıklamaları, tutumu bugün meselenin geldiği nokta itibari ile bir haklılığı hiçbir şekilde ifade etmiyor.
İkincisi, bu hikaye Batı ülkelerinin, kim organize ettiyse bu girişimi, bir stratejik hatası haline dönüştü. Bir stratejik hata hikayesine dönüştü. Bugün gelinen noktada Tayyip Erdoğan’a bir hayat öpücüğü, bir soluk vermiş oldular adeta. Çünkü atılan bir geri adım söz konusu oldu. Bu geri adım söz konusu olunca mesele insan hakları ve hukuk merkezli bir tartışma yerine içişlerine müdahale var mı, yok mu tartışmasına döndü. Ve tartışmanın sonunda bu büyükelçiler Viyana Sözleşmesi’nin 41. maddesine atıfla Türkiye’nin içişlerine müdahale etmediklerini açıkladılar. Böyle bir durumda da Tayyip Erdoğan, açıkçası kendi siyasi iktidarına yönelik bir eleştiriyi, bir beklentiyi son derece sert bir tehditle savuşturmakla kalmadı, aynı zamanda bunu bir tür iç siyaset malzemesi haline çevirdi. Haksızlığa uğrayan, bağımsızlığına müdahale bir Türkiye’yi yine Tayyip Erdoğan’ın baskın ve aşırı cesur, aşırı alfa karakterli davranışı kurtardı, şeklinde bir tablo ortaya çıktı.
Nitekim birçok konuda, örneğin dövizin yükselmesinde bile, bugünlerde gazetelerde böyle yazılar yayınlanıyor, her şeyi bağımsızlığa müdahaleye bağlayan, içerideki tüm sorunları bununla açıklayan ve buna direnen siyaseti yücelten bir bakış açısı yeniden semalarımızda dolaşıyor. Bunun karşılığı maalesef var Türk siyasetinde. Nitekim Erdoğan bugüne kadar bu tür dış politik sorunları iç siyasete taşıyarak ya da dış politikada kriz çıkartıp bunu iç politika malzemesine dönüştürmeyi hedefleyerek epey yol aldı. Bu son olay da bunun en önemli unsurlarından biri oldu.
Üçüncü nokta da şu elbette; ne oldu şimdi? Baktığımızda bu krizden sonra olan şudur aslında, otoriterlik – hukuksuzluk – iç işlerine karışmama hususu ile otoriterlik tanımı arasında bir bağ kurulmuş oldu. Yani Türkiye’nin içerideki her tür hukuksuzluğu ve her tür otoriter uygulaması, iç politikası ya da kendi bağımsızlığı etrafında almış olduğu bir kararlar silsilesi olarak ilan edildi ve bu adeta Batılı ülkeler tarafından kabul edilmiş oldu. En azından simgesel olarak. Hiç şüphe yok ki yakında Avrupa Konseyi’nden, bu mahkeme kararının uygulanmamasıyla ilgili daha sert hamleler de gelecektir.
Türkiye bakımından Burada şahsilik-kurumsallaşma makası daha da açılmaya başladı. Kurumsaldan, kurumsal akıldan uzak bir Türkiye, daha şahsi ve keyfi kararlar verebilen bir Türkiye tablosu hem içeride hem dışarıda biraz daha pekişmiş oldu. En azından şu günler için böyle bir tablonun muhafazakar kesimde etkili bir unsur olarak karşımıza çıktığı bir vakadır.
Şunu da tabii ki söylemek lazım; muhalefet partileri bu alanın yani dış politikanın ve Türkiye’nin dış politik alanda yapmış olduğu enstrümantalizasyon tipi hamleleri, Mavi Vatan gibi mevzuları daha ciddiye almak zorundalar.
Yaşanan sadece bir skandal değildir. Yaşanan sadece Türkiye’nin girip çıktığı bir risk alanı değildir. Aynı zamanda iç siyasi dengeler açısından Erdoğan’ın bir hamle yapıp o hamlede yine kendisine yeni girdiler sağlaması ile ilgili bir durumdur. Muhalefetin bu alana girmesi artık kaçınılmaz diye düşünüyorum.