Pazartesi günü (30 Ocak) birinci bölümünü yayımladığımız soruşturmanın ikinci bölümünde sorularımızı Liberal Düşünce Topluluğu eski başkanı ve Özgürlük Araştırmaları Derneği’nin kurucusu Prof. Mustafa Erdoğan, ÖZGÜR-DER Genel Başkanı Rıdvan Kaya, hukukçu ve Karar gazetesi yazarı Taha Akyol ile MAZLUMDER Genel Başkanı Av. Kaya Kartal’a yönelttik.
Sorularımız ve gelen cevaplar şöyle:
- Kimi ülkelerde yasal olan Kur’an’ın yakılması eylemi ifade özgürlüğünün bir göstergesi olarak mı kabul edilmeli, yoksa eylemin niteliği ve yol açacağı sonuçlar nedeniyle ifade özgürlüğünün kapsamının dışında mı görülmeli? İfade özgürlüğünün kapsamı ve sınırı bu olay dolayımında nasıl formüle edilmeli sizce?
- Kur’an’ın yakılması veya yırtılması, şiddeti tahrik ve teşvik edici bir eylem ise şayet, buna karşı gösterilecek başka bir şiddet ve tahrik edici eyleme karşı kamu düzeni ve kamu güvenliği nasıl sağlanabilir? ABD ve Batı’da yükselen aşırı sağ akımlarla birlikte düşünüldüğünde, bu eylemlerin zaman içinde kültürel ve dini çatışmaya veya Avrupa tecrübesinde bir dönem yaşanan din savaşlarına evrilmesi söz konusu olabilir mi? Bu, aşırı evhamlı bir gelecek tahayyülü mü olur sizce?
- Genel olarak kabul edildiği gibi bu tür eylemler toplumda nefreti yaygınlaştıran ve düşmanlığı derinleştiren bir rol oynuyorsa, bireysel özgürlük boyutunu bu çerçevede bir kez daha düşünmek gerekir mi? Toplumsal huzur ve barış için yeni düzenlemeler gerekir mi?
- Yasallık gerekçesi kutsal metinlerin yakılmasının zemini ve zırhı olabilir mi? Yasallık ve özgürlük arasında nasıl bir denklem kurulmalıdır?
- Kur’an’ın yakılması ve yırtılması, Peygamberlere yönelik hakaret, aşağılayıcı ifadeler, tahrik edici çıkışlar, söz ve davranışlar, kınanmalı mı cezalandırılmalı mı yasaklanmalı mı? Bunların dışında başka bir formülünüz var mı? Mutlak özgürlük ve mutlak yasak arasında bir denge kurulabilir mi?
Mustafa ERDOĞAN: “İncinmek veya rahatsız olmak ifade özgürlüğü hakkını ortadan kaldırmak için bir gerekçe olamaz”
İfade özgürlüğü terimindeki “ifade”den kasıt bir inanç, görüş, kanaat veya bilginin sözle, yazıyla veya sanat eseri aracılığıyla dış dünyaya yansıtılması; algılanabilir, gözlenebilir veya hissedilebilir bir haricî varlığa kavuşturulmasıdır. Bu durumda ifade özgürlüğü de bir inanç, görüş, kanaat veya bilginin başkalarının erişebileceği şekilde açıklanmasının serbest olması demektir.
İnanç, görüş veya kanaatini açıklayan kişi bakımından ifade özgürlüğü bir kendini-gerçekleştirme biçimidir. İfade özgürlüğünün kişiler ve genel olarak toplum bakımından başka bilinen yararları bulunmakla beraber, onu temel bir değer yapan asıl niteliği onun bireyin özerk ahlâkî failliğinin bir göstergesi olmasıdır.
“Hiç kimsenin incinmeme diye bir hakkı yoktur ve buna kutsallık alanı da dâhildir”
İfade özgürlüğü temel ve genel bir ilke olan bireysel özgürlüğün görünüm biçimlerinden biridir, dolayısıyla onunla aynı değere, aynı ahlâkî ve hukukî statüye sahiptir. Bunun pratik sonucu, ister entelektüel, ister akademik, isterse sanatsal olsun ifadenin serbestliğinin esas olmasıdır. Yani ifade özgürlüğü default pozisyondur; başka bir deyişle, ifade özgürlüğünden yana bir karine vardır. Bu şu anlama gelir: Yasaklanmasını gerektiren çok güçlü ve ikna edici nedenler var olmadığı sürece her türlü ifade serbesttir.
Öyleyse, bir inanç, düşünce, görüş veya kanaat ifadesinin yahut sanatsal bir ifadenin yasaklanabilmesi için özgürlük genel ilkesini o somut durumda geçersiz kılacak değerde bir nedenin gösterilmesi gerekir. Bu genel ilke ise özgürlük kullanımının başkalarına somut, ölçülebilir bir zarar vermesidir. Ancak, bu kriterin ifade özgürlüğüne uygulanabilirliği kuşkuludur; çünkü açıklanan bir inanç, bilgi, görüş veya sanat eseri kendi başına, yani sırf bir inanç, görüş veya sanat eseri olmak itibariyle, başkalarına gerçek bir zarar veremez.
Bazı inanç, düşünce, kanaat veya hatta bilgi açıklamalarının kimi kişi ve grupları rahatsız etmesi, incitmesi, hatta şoke etmesi elbette mümkündür; ama incinmek veya rahatsız olmak kişilerin ifade özgürlüğü hakkını ortadan kaldırmak için bir gerekçe olamaz. Esasen herkes bir şeylerden incinir, rahatsız olur, hiç kimsenin incinmeme diye bir hakkı yoktur ve buna kutsallık alanı da dâhildir. Eğer öyle bir hak olsaydı, bir kişinin kendini gerçekleştirme çabası başkalarının izin ve onayına tâbi olurdu. Ayrıca hoşumuza gitmeyen düşünsel, bilimsel veya sanatsal ifadeleri yasaklamak medenî bir davranış biçimi olmadığı gibi, bilimsel gelişme ve ilerleme için de ciddî bir engellidir.
İfade özgürlüğü meselesinde genellikle yapılan en büyük yanlış, ahlakilik ve nezaketin gerekleriyle hukukî düzenleme konusunu birbirine karıştırmaktır. Hukuk “ahlâkın cebren icrası’’nın (enforcement of morals) alanı değildir. Ahlâkî buyrukları hukukî emir ve yasaklara dönüştürmek ahlâkî çoğulculukla da bağdaşmaz, dahası bu tutum toplumsal barışı tehdit eder. Onun için, başkalarıyla ilişkilerimizde nezaket ölçülerine riayet etmek elbette tavsiyeye değerdir, ama bu bir hukuk meselesi değildir.
Zevk için veya eğlence olsun diye inanç ve kanaatlerine saldırmak suretiyle başkalarını üzmek, kırmak, incitmek elbette yanlıştır; ama bu o kişilere, görüş ve kanaat açıklamalarının hukuken yasaklanmasını gerektirecek türden gerçek bir zarar vermez. Kaldı ki, dediğimiz gibi, özgür bilgi ve hakikat arayışında pek çok kimsenin incinmesi kaçınılmazdır.
Tarih bize, insanlık için çoğu önemli bilgilerin başlangıçta birçok kişi, grup veya topluluğu inciten birer ifade/önerme olarak ortaya çıkmış olduklarını göstermektedir. Meselâ, bir zamanlar dünyanın evrenin merkezi olmadığı düşüncesi pek çok dindarı dehşete düşürüyor, bu Tanrıya bir hakaret olarak algılanıyordu.
Rıdvan Kaya: “Batı’nın anti-Semitizme gösterdiği aşırı özen ile İslama saldırganlıklara karşı müsamahakâr tutumu tam bir tenakuz”
İslam ve Müslümanlar söz konusu olduğunda Batılı zihniyette derin kökleri bulunan düşmanlık duygularının hangi boyutlarda etkili olduğuna dair somut iddialar ileri sürmek zor ama ortada en genelde bir dışlama, ötekileştirme ve en azından değersiz görme ve anlamama halinin mevcudiyeti açık. Geldiği noktada adeta kutsalı kalmayan Batı, İslam’ın Müslüman kitleler için taşıdığı anlamı, değeri, hürmeti kavramakta zorluk çekiyor. Batı’nın anti-Semitizm ve Holokost’u her türlü tartışma dışında tutma konusunda aşırı özen gösteren tutumuyla, İslam’a yönelik saldırganlık karşısında takındığı müsamahakâr tutum tam bir tenakuz oluşturmakta.
Hristiyanlığın tarihsel mirasıyla, kapitalist tüketim kültürünün dünyaperestliğinin bileşiminin İslam’a karşı çift yönlü bir dışlamayı beraberinde getirdiğini görüyoruz. Dolayısıyla İslam’a karşı saldırgan tutum alışları engelleyecek hiçbir yasal-idari mekanizma söz konusu olmuyor. Oysa en azından Batılı zihni çerçeve ve siyasal kültür açısından sorunun ırkçı bir yönü olduğunun görülmesi gerekmez mi?
Diyelim ki, İslam’a hürmetsizlik Batı hukukunda bir suç teşkil etmiyor, peki Müslümanlara karşı düşmanlık neden engellenmiyor, kovuşturulmuyor? Söz konusu eylemlerde nefret saçma tavrı en açık bir tarzda tezahür etmesine rağmen, neden nefret yasası devreye girmiyor? Ne yani, hürmet görmek için Müslümanların da, Yahudiler gibi illa Batılılarca soykırıma tâbi tutulmayı beklemeleri mi gerekecek?
Batılı ikiyüzlülüğün bariz görüntülerinden birini cinsel sapkınlığın teşvik ve himayesinde görmek mümkündür. Sekülerizmin yeni kutsallarından biri olmaya doğru giden cinsî sapıklığa karşı her türlü çıkış en sert biçimde cezalandırılmaya çalışılıyor. Sadece sapıklığı eleştirdiği, insanları bu lanetli hastalığa karşı uyardığı için çeşitli Avrupa ülkelerinde son yıllarda çok sayıda imamın suçlandığı, sınırdışı edildiği; bu suçlamayla mescitlerin kapatıldığı biliniyor.
Kur’an-ı Kerim’i yakmayı ifade özgürlüğü kapsamında görenlerin cinsel sapkınlığın eleştirisine bu kadar tahammülsüz tutum almaları ilginç değil midir? Bakın ortada sapkınlara yönelik doğrudan bir eylem, hatta bir eylem çağrısı dahi yokken, sadece bu konuya dair alınan tavır dahi en şiddetli şekilde kovuşturma konusu olabiliyor. Bir mescitte sarf edilen sözler üzerinden insanlar yargılanabiliyor, ülkeden kovulabiliyor. Bu sözler asla ifade özgürlüğü kapsamında ele alınmıyor.
Ne var ki ülke ülke gezip provokatif bir tarzda insanların inancına saldırma eylemi ifade özgürlüğü gerekçesiyle himaye görüyor! Herkesten de bu saçmalığa tahammül göstermesi bekleniyor. Tepki verdiklerinde de Müslümanlar hoşgörüsüz olmakla, terörizme meyletmekle suçlanıyor.
Batı’nın İslam’a önyargılı ve çarpık yaklaşımı sömürgeci mirasıyla ve halen süregelen emperyalist işleyişle paralellik arzetmekte. Dün medenileştirme misyonuyla sömürgeciliği meşrulaştıranlar, bugün de demokrasiden nasibini almamış, ilkel, geri bir kültürü temsil ettiğini düşündükleri Müslümanlara karşı kendilerinde aynı terbiye edici, eğitici misyonu vehmetmekteler.
Batı’nın İslam dünyasına bakan gözü kör, kulağı sağır! Batı; Afganistan ve Irak işgallerinin Müslüman kitlelerde meydana getirdiği sarsıntıyı anlamıyor. Yaklaşık bir asırdır devam eden Filistin trajedisinin oluşturduğu derin buğzu ve İsrail söz konusu olduğunda her türlü hukuki siyasi, insani ölçünün tepetaklak edilmesine yol açan kirli desteğin, sempatinin, dayanışmanın doğurduğu nefreti göremiyor. Batı ifade özgürlüğünü savunduğunda bile, temel bir insani hakkı Müslümanlara karşı savaşın bir aracına dönüştürmüş bir şekilde algılandığını kavrayamıyor.
Elbette en baştan beri Batı derken bir genelleme yaptığımızın farkındayız. Şüphesiz her şeyiyle homojen, tüm siyasetini tek bir ortak perspektif zemininde belirleyen ve buna göre hareket eden bir Batı’nın varlığı tartışılır. Nitekim Paludan adlı psikopatın eylemine onay veren İsveç ve Danimarka hükümetlerinin tutumuna Batı’dan da eleştiriler geldiğini biliyoruz. Ne var ki, özellikle 11 Eylül sonrası süreçte Batı’nın İslam dünyasına ilişkin politikalarında adeta merkezi bir tutumun izleri giderek daha bir belirginlik kazanmakta. Bu emperyal, şoven ve dışlayıcı tutuma Batı içinden yükseltilen itirazlar ise giderek daha cılız ve etkisiz bir nitelik arzetmekte.
“İslami sembolleri ve Müslümanları hedef alan eylemler birkaç psikopatın aşırılığı olarak görülemez”
Bu olgunun en somut muhatapları Batı’da yaşayan Müslümanlar. Başta mülteci konumundakiler olmak üzere, ‘yabancılara’ yabancı olduklarını giderek daha fazla hissettirecek bir süreç işlemekte. Renkleri ya da isimlerinin farklılığı dolayısıyla ayrımcılığa maruz kalanların sayısının hızlı biçimde artması, “terör” şüphesi üzerine uzayıp giden gözaltı süreleri, başörtüsünün giderek tam bir tahammülsüzlük nesnesine dönüşmesi ve benzeri uygulamalar geçmişte sadece ırkçı-şoven aşırı sağcıların dillendirdikleri “ya sev ya terk et” söyleminin giderek resmiyet kazandığının göstergelerini sunmakta.
Netice itibariyle tablonun bütününe baktığımızda İslami sembolleri ve Müslümanları hedef alan eylemlerin birkaç psikopatın aşırılığı olarak görülemeyeceği ortadadır. Sorunun en azından sömürgecilik deneyimiyle yaşıt tarihsel kökleri ve küresel çapta yaşanan emperyalist saldırganlık boyutlarıyla ele alınması bir zorunluluktur. Sorunu Batılıların yapmaya çalıştığı gibi kendilerinin ifade özgürlüğü hassasiyeti ve Müslümanların kutsal değerlerine düşkünlükleri ikilemine sıkıştırarak yorumlamak ise bilerek sorunu anlamazlıktan gelmek demektir.
Taha Akyol: “Kutsal kitapların yakılması eleştiri değil, nefret ve tahrik eylemidir”
Birinci sorunuzu ilişkin görüşlerim şunlardan ibaret:
Kutsal kitapların yakılması, dinlerin müminlerini öfkeye sevk edecek tarzda herhangi bir şekilde alenen aşağılanması kesinlikle ifade hürriyeti çerçevesinde düşünülemez. Çünkü eleştiri değil “nefret” ve “tahrik” eylemidir. Nitekim İsveç, Tevrat’ın yakılmasına izin vermedi, polis müdahalesiyle engelledi, Tevrat’a ‘yakma’ suretiyle hakaret etmenin ifade hürriyeti olamayacağını kabul etti. Çünkü bunun antisemitizm olduğu ve Yahudileri aşağılayacağı bellidir. Aynı hassasiyetin Kur’an-ı Kerim ve Müslümanlar hakkında gösterilmemesi, polis koruması altında yakılması hem Avrupa’nın bilinçaltı duyguları bakımından ayıptır hem seyirci kalınması hatta korunması İslamofobinin bir tezahürüdür. Evrensel hukuk bakımından dinler, inançlar arasında saygınlık, koruma ve özgürlük itibariyle fark yoktur. Batı Trakya Türklerinin din ve vicdan hürriyetine müdahale eden Yunanistan’ı mahkûm eden AİHM kararı, bunun veciz bir örneğidir. Hele kimliklerin kutuplaştığı zamanımızda herhangi bir kutsal kitaba herhangi bir şekilde hakaret etmek kamu düzenine karşı tehlike oluşturduğu gibi, aynı zamanda tıpkı ırkçılık gibi, antisemitizm gibi bir nefret suçudur.
“Birlikte yaşama kültürü için nefret suçları ve yaptırımları yeniden ele alınmalı”
İkinci sorunuza cevabım:
Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” tezinde birçok yanlışlar vardı, hatta ‘Batı üstünlüğü’ merkezli bir teoriydi. Ama her tarafta kimliklerin çatışmacı bir tarzda yükselmesi, kutuplaşma, aşırı sağ ve İslamofobik tezahürler gösteriyor ki, bir tehlike vardır. Mahatma Gandhi’nin ülkesinde Hindu milliyetçiliği birlikte yaşamayı tehdit ediyor. Küreselleşme çağında bir yandan iletişimin yoğunlaşması ve nüfus hareketleri yan yana gelişleri ve farkındalıkları artırıyor, öbür yanda bunlar arasında çatışmacı eğilimler güçleniyor. Aşırılıklara karşı birlikte yaşama kültürünü geliştirmek, siyasete mutlaka ılımlı dil ve merkez eğilimli tavırlar getirmek, hukukta nefret suçlarının tanımını ve yaptırımlarını yeniden ele almak gerekiyor.
Üçüncü sorunuz için şunları söyleyebilirim:
Türkiye’de ve dünyanın her yerinde dindar kitleler ve dinî faaliyetler vardır. Dine karşı ateist ve materyalist yayınlar, cemiyetler, faaliyetler de vardır. Çatışma bunlardan çıkmıyor. Çatışmanın iki tehlikeli özelliği var: Siyasallaşma ve aşırılık. IŞİD gibi tezahürlerin İslamofobiyi beslediğini, Diyanet’in 2015 raporunda da okuyoruz. Filistin’deki Yahudi yayılmacılığı ve İslamofobi de radikal siyasal İslamcı akımları tahrik ediyor. Ne yapmalı? Hukukta ve zihinlerde nefret suçlarını yeniden düşünmek ve bu tehditlere karşı yeniden tanımlamak… Hem fikir ve ifade hürriyeti hem nefret yasağı…
Dördüncü sorunuza yukarıda cevap vermiştim. Özetle, hem fikir ve ifade hürriyeti hem nefret eylemlerinin yasaklanması…
Son olarak beşinci sorunuz için şunları belirtebilirim:
Elbette kınanmalı ve nefret suçu tanımı yeniden ele alınarak elbette cezalandırılmalı. Formülü söylemiştim; aşırılıklara karşı birlikte yaşama kültürünü geliştirmek, siyasete mutlaka ılımlı dil ve merkez eğilimli tavırlar getirmek, hukukta nefret suçlarının tanımını ve yaptırımlarını yeniden ele almak gerekiyor.
Av. Kaya Kartal: “Müslümanları tahrik ediyor, ırkçılığı besliyor, batıda yükselen faşizm dalgasına hizmet ediyor”
Birinci sorunuza dair görüşlerimi şöyle dile getirebilirim:
Düşünce ve bunu ifade etme biçimlerinin bu derece tahrik edici bir şekilde dile getirilmesi apaçık bir düşmanlık, ırkçılık ve nefret göstergesidir. İslam düşmanlığının, İslamofobiyi de aşan, batılı devletlerce beslenen ya da göz yumulan, bir takım batılı entelektüel tarafından ifade özgürlüğü ezberi ile öne çıkarılmaya çalışılan bir boyutta dile getirilmiş ya da şekle bürünmüş olması, Avrupa’nın ve Avrupa’daki Müslümanların geleceği açısından da düşündürücüdür.
Bu düşmanlığın ve nefretin yöneldiği bir kitap olarak Kur’an-ı Kerim’in düşmanlıktan zerre zarar görmeyeceği açıktır. Nüzulünden bugüne Kur’an’a yönelik benzer saldırılar sadece merak ve ilgiyi artırmış, yer yer saldırganların dahi mesajın çekim gücüne karşı koyamaması neticesinde onların Kur’an’da ve İslam’da hayat bulmasına vesile olmuştur. Ancak bu türden saldırıların, nefretin ve düşmanlığın Müslümanları tahrik ettiği, ırkçılığı beslediği, özellikle batıda yükselen faşizm dalgasına hizmet ederek muhtemel saldırılara ve karşı saldırılara zemin hazırladığı da izahtan varestedir.
İfade özgürlüğü, başka inançları tahkir etmeyi, onlara düşmanca ve nefretle yaklaşmayı, onlara ya da kendisine yönelik şiddeti çağıracak, saldırılara tahrik edecek söz ve eylemleri kapsamamaktadır. AİHS 10/2. Maddesinde, “ulusal güvenliğin, toprak bütünlüğünün veya kamu güvenliğinin korunması, kamu düzeninin sağlanması ve suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlakın, başkalarının şöhret ve haklarının korunması, gizli bilgilerin yayılmasının önlenmesi veya yargı erkinin yetki ve tarafsızlığının güvence altına alınması” için gerekli olan bazı formaliteler, koşullar, sınırlamalar veya yaptırımlar söz konusu edilmiştir.
Sırf kamu otoritesini kullanamadıkları ve öz savunma imkânları bulunmadığı için modern dünyada dinlerin ve dini değerlerin bu korumadan yararlanmasının önüne geçilmesi geçici bir şımarıklıktan ibarettir. Umudumuz aklı başında kişi ve kurumların bu tür devlet destekli ırkçı saiklere dayanan saldırıların arkasında durmayacağı, inançlara saygı ekseninde hareket edeceği yönündedir.
İkinci sorunuz için:
Dini değerlere yönelik saldırıların, sonrasında dindar kişilere ve kurumlara yönelik katliam ve kundaklama suçlarını tetiklediğine dair onlarca örneğin bulunduğunu söyleyerek başlamak isterim. Özellikle Müslümanların nüfus olarak hızlı artış gösterdiği, göç ve mülteci krizinin bütün dünyayı sardığı bir zamanda ABD ve Avrupa’da gerçekleşen tahrik edici eylemler, faşist örgütlenmelerin zemin kazanarak büyümesine yol açmaktadır. Almanya’da polis teşkilatının bir dönemin önemli katliamlarını gerçekleştiren Neonazi örgütlenmesi NSU ile irtibatında da açığa çıktığı üzere dolaylı da olsa devlet desteği de görerek büyüyen bu yapıların, ileride daha büyük kriz ve çatışmaları tetikleyeceği aşikârdır.
Üçüncü sorunuza ilişkin yaklaşımım ise şu şekilde:
Kutsal metinlerin yakılması, yırtılması veya Peygamberleri aşağılayıcı söz ve eylemler, karikatür ve resimler, dindar şahıslara ve dini kurumlara yönelik çirkin içerikli söz ve fiiller açıkça görüldüğü üzere düşmanlığı beslemektedir. Kitleleri karşılıklı olarak tahrik eden, insanları şiddete davet eden bu tür fiiller bırakınız ifade özgürlüğünün koruması altında ele alınmayı, suç olmaları itibariyle engellemeye ve yaptırıma tâbi tutulmalıdırlar.
Dördüncü ve beşinci sorunuzu birlikte cevaplandırmak isterim:
Her yasa metninin meşru ya da doğru olmadığı, insan ürünü birer metin olan yasaların sık sık değişiyor olmasından da anlaşılmaktadır. AİHS bakımından zaten bir sınırlamaya tâbi tutulabileceği ortaya konulan ve devletlerin kendi hassasiyet ya da değerleri söz konusu olduğunda zaten çeşitli sınırlamalara tâbi olan ifade özgürlüğünün inanca saygı çerçevesinde ulusal ve ulus üstü alanda daha net sınırlara tâbi tutulması, saygısızlığı aşan düşmanlıktan beslenen tahrik eylemlerinin engellenmesi ve yaptırıma tabi tutulması pekâlâ mümkündür ve gereklidir.