Ana SayfaSeçim 2023RÖPORTAJ | “Muhalefet, iktidarın dilinin sahte olduğunu gösterecek kadar inandırıcı değil, çünkü...

RÖPORTAJ | “Muhalefet, iktidarın dilinin sahte olduğunu gösterecek kadar inandırıcı değil, çünkü o dile hakim değil”

Serbestiyet’in seçim sonuçları değerlendirme röportaj serisinde konuklar Prof. Dr. Abdülkadir İlgen ve yazar Tarık Çelenk. İlgen: “Erdoğan ve etrafı bir yığın hata ve istismarla itham edilebilir. Sıradan muhafazakârın derdi bu değil. O buna kulak kabartmıyor, onun derdi “Şu kadar yıl sonra bu kötü gidişe dur diyecek bir adam çıkmış. Yedi düvele meydan okuyor.” O yüzden her ne yaparsa yapsın bir hikmeti vardır parantezi içinde bütün kusurlar küsurat olarak geçiştiriliyor. Muhalefetin en büyük eksiği bu. Bu dilin sahte olduğunu gösterecek kadar inandırıcı değiller. İnandırıcı değiller çünkü o dile hâkim değiller.”

Serbestiyet’in seçim analizi röportaj serisinde bugün söz  sağ ve milliyetçi çevreleri iyi bilen isimlerde. EKOPOLİTİK Kurucusu, Yazar A.Tarık Çelenk ile Türk Yurdu dergisi yazarı, Prof. Dr. Abdulkadir İlgen’e seçimleri nasıl okuduklarını sorduk.

Millet İttifakı ve muhalefetin, Cumhurbaşkanlığı ve Parlamento seçimlerindeki söylemi, performansı, açmazları, hataları ve güçlü yönleri nelerdi? Muhalefetin Cumhurbaşkanlığını kaybetmesi ve Parlamentoda çoğunluğu sağlamaması bir başarısızlık mıdır? Muhalefetin başarısızlığında hangi ittifak içi ve dışı dinamikler etkili oldu? Seçim sonrası muhalefetin nasıl şekilleneceğini ya da dizayn olacağını öngörüyorsunuz? 

Prof. Dr. Abdulkadir İlgen:

Yüzde 48’lik oy oranı ciddiye alınması ve arkasında durulması gereken bir oran. Öncelikle bunu belirtmek gerekir. Seçimi kaybettikten sonra onu konsolide etmek de ayrı bir hazırlık ve strateji. Muhalefetin buna dair de herhangi bir hazırlığı bulunmadığı görünüyor. Bu bir.

İkincisi, toplumsal gramer ve kültür kodlarına hâkim olmayışından kaynaklanan noksanlar. Türk Toplumunda davranışları koşullayan en temel sabitelerden biri “sürüden ayrılanı kurt kapar” kompleksi. Zihniyetin kurucu unsuru bu; güvenlik duygusu. Bunun çok eskilere uzanan uzun bir tarihi var. Şimdi oralara girmek istemiyorum. Bunu taşıyan temel mecra da bilinç değil, bilinçdışı. O yüzden burada efkâr-ı âmme’den değil, hassâsiyet-i âmmeden söz edilir.

Muhalefet toplumla Türk Toplumunun “kolektif maşerî vicdanını” –buradaki “vicdan” kelimesini Gökalp’ın kullandığı anlamda “bilinç” olarak kullanıyorum- temsil eden ortak kodlar üzerinden değil, okuryazarlarımızdan bir kısmının kullandığı oluşturulmuş sentetik kodlar üzerinden ilişki kurmaya çalıştı. Hâlâ da oradalar.

Bunu da sanki akletmenin biricik şekli buymuş gibi rasyonellik olarak tesmiye ediyor, onun dışına çıkmamaya çalışıyorlar. Oysa rasyonellik denilen şey önü arkası belli örgütlü aklın oluşturulmuş sürümlerinden sadece biri. O da kendi epistemik cemaatinden başka kimseye hitap etmez. Hekimlerin dilini hekimlerin, mühendislerin dilini mühendislerin, finansal okuryazarların dilini finansal okuryazarların vs anlaması gibi bir şey bu.

Bilhassa muhalif basında ana akım medyayı temsil eden birkaç kişilik bir grubun dili halkla etkileşimde öne çıkarak rol çaldı ve kendi dilini zihinlere kazıdı. Küçük, fakat etkili bir cemaat, seküler bir cemaatin diliydi bu. Konuştukça karşı taraftaki kanaatleri tahkim eden, oranın değirmenine su taşıyan bir grup gazeteci. Bunu söylerken bu grubun bu işi bilerek yaptıkları anlamında bir ithamda bulunmuyorum. Söylemek istediğim farkında olmadan o amaca hizmet ettiklerini belirtmekten ibaret.

Bunun dışında bir de pür liberal, iyi niyetli başka bir grup var. Demokrasiyi sosyolojinin diline tercüme edemeyen bir grup bunlar. Kaldı ki sosyoloji tam olarak demokrasi isteyen bir sosyoloji de değil. Onların istediği demokrasiden çok, imtiyaz. Hepsi de oğluna gelinine aş is isteyen insanlar. Bunun, geçmişi çok uzun asırlara dayanan ve halen de canlı olan devletten beslenen çok uzun tarihi var.

Zannederim bu hassasiyet bazı vaatlerle dile gelse de yeterince öne çıkartılamadı. Neticede yenilgi mukadder olunca bütün olan biten tek kat bir kavrama, “milliyetçilik” kavramına yüklendi. Evet, bunun içinde milliyetçiliği besleyen unsurlar vardı ama sadece “milliyetçilik” olarak geçiştirilecek bir mesele değildi bu. Kat kat katmanlara ayrılan ve hepsinin de ana gövdesini güvenlik refleksinin oluşturduğu uzun bir tarih vardı bunun arkasında.

Burada tarih derken “”bio-politik” ve “bio-kültürel” olarak artık sadece bilincin erişimine açık kültürel bir olayı değil, onun erişimine kapalı biyolojik bir dürtü, eğilim veya farkında olunmadan eylenen kolektif bir alışkanlığın sosyolojisini kastediyorum. Buna kısaca zihniyet de denilebilir.

Bizde milliyetçilik diye oluşturulmuş söylemler bile bu denklemde ele alınmalı. Uzun süre milliyetçilik kavramı bile saf haliyle tutmadı, tereddütle karşılandı bu memlekette. Ulusalcılığı zikretmiyorum bile, o ayrı bir kategori ve muhafazakâr kesimlerin ihtiyatla yaklaştığı bir çizgi. Bilindik anlamıyla milliyetçilikte bile “denenmemiş olan” makul orta çizgi karşısında uzun süre marjinalliği temsil etti.

Tayyip Erdoğan’ın temsil ettiği çizgi, ne tam İslamcılık ne de milliyetçilik

İslamcılık da öyle, o da tutmadı. O da daha sonra çok daha farklı bir çizgiye evirilerek sunuldu topluma. İçinde gelenek ve toplumsal sosların bulunduğu haliyle kabul gördü. Şimdilerde bir yığın tarihi televizyon dizisiyle servis edilen enstrümanlarla bu daha tahkim ediliyor.

Tayyip Erdoğan işte bu çizgiyi temsil ediyor. Mecrasını Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Serbest Fırka ve nihayet 1946’da DP, ondan sonra da AP ve ANAP’ta bulan çizginin devamı. Temsil ettiği diyorum, çünkü temsil edenlerin ne olduğu ve tam olarak nereye baktıkları çok da önemli değil, önemli olan toplumun ona yüklediği anlam.

Bu çizgi ne tam olarak İslamcılık ne de milliyetçilik. Genel hatlarıyla vâki olanın dilidir. Gökalp bir yerde devlete “vaki milliyetçilik” der. İşte o. Tam olarak bu. Varlığını devletin bekasıyla tevhid etmiş bir topluluğun dili, grameri. Çünkü devlet bir sınıf veya zümrenin değil, en eski devirlerden itibaren herkesin devleti.

Bu dil bir bütün olarak en eski modernleşme devirlerimizdeki gerilimlere kadar uzanıyor. Aynı dil yaşadığımız toplumsal travmanın önemli bir yanına, istesek de istemesek de hepimizin içinde bir şekilde hissettiği yaralı bir belleğe, ivmesini oradan alan bir travmaya hitap ediyor.

Bazıları buna II. Endülüs Travması diyor. Unutmayalım ki bu coğrafyanın geçmişi imparatorluk çağlarına dayanıyor. Eski Dünyanın her yerinde Çin, İran ve Roma gibi büyük güçlere karşı muzaffer olmuş bir milletin ahfadı burası. İmparatorluğun çökme devrinde bile yedi düvele kafa tutmuş, onları dize getirmiş bir tarih bu.

Ne ki bu milletin kucağında koskoca bir imparatorluk can vermiş. Bir bütün olarak Rumeli elimizden çıkmış. Şam-ı Şerif, Hicaz kaybedilmiş. Musul ve Kerkük kaybedilmiş. Bugün Afrin’e, Prizren’e giden askerin yankısı memleketin en uzak köşelerinde bile bir “bir fetih rüyası” gördürüyor, “fatihane bir zan uyarıyorsa” bu boşuna değil.

Bir taraf bu geleneğe yaslanmış, onu temsil ediyor. Dükkânı orada açmış. Diğer tarafsa Tanpınar’ın ifadesiyle dükkânı Kop Dağı’nda açmış. Kim ne derse desin görüntü bu, algı bu.

Diğer taraf ve bilhassa CHP de koskoca bir imparatorluğu duvara toslatan kökü dışarda kozmopolit bir gruba karşılık geliyor ve bütün travmanın faturası da bunlara çıkartılıyor.

Bizde Türk Sağının sembol isimlerinden Fethi Gemuhluoğlu’nun “Mustafa Reşit ve Mithat Paşa’dan Bülent Ecevit’e kadar çıkan ihanet çizgisinin” diye dillere pelesenk olmuş meşhur sözüyle Mehmet Doğan’ın “Batılılaşma İhaneti” türünden kitaplar bu zihniyetin en tipik örnekleri arasında sayılabilir.

Bu öyle kolay unutulacak bir mesele olarak görünmüyor. Keffareti olmayan çok büyük bir günah bu. Fatura da bir bütün olarak modernleşme çizgisinin mimarları ve Türk Aydın’ına kesiliyor. Tayyip Erdoğan monşerler derken bütün bu çağrışımlara sesleniyor. Bugün de AK Parti’ye cephe alan sol muhaliflerle onlarla birlikte arzı endam eden bütün demokratlar bu yaftayla yaftalanıyor.

Tayyip Erdoğan ve etrafı bir yığın hata ve istismarla itham edilebilir, ediliyor da zaten. Sıradan muhafazakârın derdi bu değil. O buna kulak kabartmıyor, onun derdi “Şu kadar yıl sonra bu kötü gidişe dur diyecek bir adam çıkmış. Yedi düvele meydan okuyor. Yerli ve milli”, ona sahip çıkmak, arkasında durmak. O yüzden her ne yaparsa yapsın bir bildiği vardır, bir hikmeti vardır parantezi içinde bütün kusurlar küsurat olarak geçiştiriliyor.

Muhalefetin en büyük eksiği bu. Bu dilin sahte olduğunu gösterecek kadar inandırıcı değiller. İnandırıcı değiller çünkü o dile hâkim değiller. Bu konuda çok zayıf kaldıkları görülüyor. Gerisi, hazırlanan program da dahil her şey teknik teferruat olarak görünüyor.

Seçim sonrası muhalefetin bu kodlar ve bu terkiple devam etmesi mümkün görünmüyor. Bununla bu kompozisyonla demek istiyorum.  Zaten birlik dağıldı. Partilerin kendi içlerinde de bir ahenk olmadığı görülüyor. Sonrasında bir arayış başlayacak ama bunu sadece muhalefetin iç dinamikleri değil, iktidarın kendi bıraktığı enkaz karşısında göstereceği performans ve sonrasında ortaya çıkacak manzara belirler diye düşünüyorum.

Merkezi iktidar büyürken piyasa alanı daralır. Bu da iktidarın paradoksu, bumerangıdır

Cumhur İttifakı ve İktidarın, Cumhurbaşkanlığı ve Parlamento seçimlerindeki söylemi, performansı, açmazları, hataları ve güçlü yönleri nelerdi? Cumhurbaşkanlığını kazanması ve Parlamento çoğunluğu sağlaması bir başarı mıdır? Bu başarıda hangi ittifak içi ve dışı dinamikler etkili oldu? İktidarın seçim sonrasında Türkiye’nin kronik sorunlarına ve dış politik konseptine dair nasıl bir yol haritası çizeceğini öngörüyorsunuz?

Sorunun birinci kısmına dair görüşlerimi ilk soruda belirttim. Cumhurbaşkanlığı ve Parlamento çoğunluğunu kazanması pek tabii ki başarıdır. Usta işi bir iş çıkardıkları kesin. Kusursuz bir tasarım ve uygulama. Devlet ve “dijital iletişim” hizmetlerinin yanı sıra devletin bekasını muhalif unsurlarla ilişkilendirme konusundaki becerileri. Burada bilhassa HDP ve YSP ile bunlara bağlı iç ve dıştaki unsurların kendi iç çelişkileriyle başta CHP olmak üzere muhalefetin bu kurguyu boşa çıkartacak politika ve söylem geliştiremeyişi.

Açmazları ve hatalarına gelince burada temel sorun retorikle olgu arasındaki açının giderek büyümesi ve yeni kabineyle bunu gidermeye yönelik çabalar ilk bakışta göze çarpan bir gayret. Başta tekçi, layetecezzi ve mutlak bir iktidar anlayışının piyasa ekonomisiyle taban tabana zıt yapısı. İktidarı en çok zorlayan konuların başında bu geliyor. Temel açmazları bu.

Aynı kurgunun bir devamı insan hakları, ifade ve düşünce özgürlüğüyle demokrasi gibi alanlarda görülüyor. İktidar mevcut yöntemle büyük kitlelere aktaracak ilave bir artık üretemediği gibi, kamusal olanla birlikte piyasanın ürettiği ekonomik değer de giderek daralıyor.

Bu tarz rejimlerin temel açmazıdır bu. Merkezi iktidar büyürken piyasa alanı daralır. Bu da iktidarın paradoksu, bumerangıdır. AK Parti de bu döngüye sıkıştı. Buradan çıkamıyor. Demokrasi olmadan, dahası iktidarı paylaşmadan ekonomiyi nasıl büyütebiliriz sorusu muhtemelen bu kadroların uzun süredir çözmeye çalışıp da çözemedikleri konuların başında geliyor olmalı. Çin Modeli falan hep bu arayışın yansımaları.

Önümüzde şiddeti giderek artan devasa mali problemlere uluslararası ilişkilerde AB ile karşı karşıya gelinen bir yığın başka problem bulunuyor. Unutmayalım ki, burası 1774 Küçük Kaynarca’dan itibaren her ne olursa olsun Rusya karşısında Batı İttifakından yana konumlanmış bir ülke. O dönemden bu döneme bu çizgide fazla bir değişiklik olmadı. Bugün de tarih ve coğrafya aynı zaruretleri dayatıyor.

İktidar bugün Rusya’yı fazla incitmeden Batı ile ittifakı daha da güçlendirerek geleneksel çizgiye yakın bir yerde duracak gibi görünse de bütün bunlara dair nasıl bir programa sahip olup olmadıklarını şimdiden söylemek mümkün olmadığı gibi, bunu başarıp başaramayacakları da şüpheli.

Nihayetinde her şey yepyeni bir restorasyonu gerektirecek kadar kapsamlı. Bu da tikel tercihlerle değil, topyekun bir kurallar rejimiyle mümkün.

Selahattin Demirtaş hem kendi tabanına hem de partideki arkadaşlarına rest çekti

HDP/YSP’nin seçimler boyunca izlediği, seçim stratejisini nasıl buldunuz? Söylemi, kadrosu, performansı, hataları, açmazları ve güçlü yönleri nelerdi? Doğu ve Güneydoğu’da Cumhurbaşkanlığı 2.Tur seçimlerinde yüzde 5-9 arasında olduğu söylenen katılım düşüklüğünü nasıl okumak gerekir? HDP/YSP’yi seçim sonrasında neler bekliyor? Nasıl bir yapı ve söylem ile hareket edeceğini öngörüyorsunuz?

Yukarıda da kısmen belirttim. Selahattin Demirtaş ve parti içindeki önemli bir grup Türkiye Partisi olma ve demokratik bir çizgiyi vurgularken, iç ve dışta bazı unsurların buna pek de yanaşmadığı ve ellerindeki avantajı –onun ne olduğunu herkes biliyor- kaybetmek istemedikleri anlaşılıyor.

İkinci mesele muhalefetin milliyetçilik kıskacını aşacak ikinci bir yol bulamayışı ve siyasetin bu dar alana hapsedilmesi HDP ve Kürt seçmeni de etkiledi. İktidarın yapmak istediği de büyük ölçüde buydu ve bunda başarılı da oldu. Bu süreçte çok sayıda muhalif görünümlü siyasi ve gayri siyasi unsurun kullanıldığı da söyleniyor. Sadece bu da değil, muhalefetin sandıklar konusunda etkili ve güvenilir bir görüntü vermeyişi de bunda etkili oldu diye düşünüyorum.

Selahattin Demirtaş’ın bütün bunları başından beri en doğru okuyan siyasetçilerden biri olduğu açık. Seçim sonrası istifa etmesi de bir tür ön alma olarak gelecek döneme damgasını vuracak bir ayrışmanın işaret fişeği gibi. Bir tür hem kendi tabanı hem de partide birlikte siyaset yaptığı arkadaşlarına rest çekti. Bunun bir bütün olarak HDP’nin geleceğine damgasını vuracak temel ayrılma noktası olacağını düşünüyorum.

Millet İttifakı ve muhalefetin, Cumhurbaşkanlığı ve Parlamento seçimlerindeki söylemi, performansı, açmazları, hataları ve güçlü yönleri nelerdi? Muhalefetin Cumhurbaşkanlığını kaybetmesi ve Parlamentoda çoğunluğu sağlamaması bir başarısızlık mıdır? Muhalefetin başarısızlığında hangi ittifak içi ve dışı dinamikler etkili oldu? Seçim sonrası muhalefetin nasıl şekilleneceğini ya da dizayn olacağını öngörüyorsunuz? 

A.Tarık Çelenk:

Tabii şimdi burada Millet İttifakı’nın en büyük sorunu muhafazakâr kitleye ulaşamaması. Yani AK Muhafazakârlara ulaşamaması ve öyle ki anti Erdoğanist AK muhafazakârlar bile, bu seçimde millet ittifakına çoğunlukla yönelmediler.

İstanbul seçimlerinde Ekrem İmamoğlu’na oy veren anti Erdoğan muhafazakârların bile bu seçimde Millet İttifakı’na oy vermedikleri görüldü. Bunun temel nedenlerinden bir tanesi muhalif üç sağ partinin bu kitleye ulaşamamasıdır. Bu kitleye ulaşamamalarının da birkaç nedeni var.

Bu nedenlerden bir tanesi muhalif üç sağ partinin, muhalif TV kanallarında ve kısa videolarda kendilerini göstermiş olmalarıdır.

Zaten bu muhalif kanalları da, AK Muhafazakâr mahalle seyretmiyor. Kısa videolarla ilgili de TikTok dışında alışkanlıkları yok.

Bunun dışında bir başka neden de kitle mitinglerine bilindiği gibi daha çok CHP’nin ve İYİ Parti’nin seküler kitlesi geliyor ve bu kitle mitinglerine de muhafazakâr kitlenin gelmesini sağlayamadılar veya bu kitleye ulaşamadılar. Yüz yüze ulaşmaları lazım. Bu bir bakıma 1950’lilerin Hürriyet Partisi gibi bir durumu ifade ediyor.

Cumhur İttifakı’nın söylemi, güvenlikçi söyleme dayalı bir yaklaşımdı

Cumhur İttifakı ve İktidarın, Cumhurbaşkanlığı ve Parlamento seçimlerindeki söylemi, performansı, açmazları, hataları ve güçlü yönleri nelerdi? Cumhurbaşkanlığını kazanması ve Parlamento çoğunluğu sağlaması bir başarı mıdır? Bu başarıda hangi ittifak içi ve dışı dinamikler etkili oldu? İktidarın seçim sonrasında Türkiye’nin kronik sorunlarına ve dış politik konseptine dair nasıl bir yol haritası çizeceğini öngörüyorsunuz?

Cumhur İttifakı’nın söylemi güvenlikçi söyleme dayalı bir yaklaşımdı. Savunma sanayi üzerine bir söylem. Bunun dışında,  bölünme ve bölünmeme üzerine yani Kürt sorunu üzerine, PKK üzerine, PKK’nın tehdidi üzerine bir söylem de inşa edildi.

Bir de ülkenin onuru üzerine kurulmuş bir söylem de söz konusuydu. Bu söylem bir şekilde kitlelerde karşılık buldu. Ama aslında baktığınız zaman PKK’nın, sürekli olarak Kılıçdaroğlu’nun iktidara gelmesini istediklerini ifade etmesi, en basit bir siyaset bilimci ya da siyasetten anlayan bir insanın bile bunun daha farklı izlenimlere yol açacağı belliydi.

Burada önemli olan ise, güvenlikten kaygılanan muhafazakâr ve hatta bir kısım seküler ulusalcı kitlenin, bu güvenlik düzeninin değişmesi ya da iktidara yeni gelecek olanların bu düzeni kuramayacağı kaygısının onlarda hâkim olması çok etkili oldu. Bu kaygıyla üretilen siyaset dili, yani korku ümide baskın geldi.

Bunun da muhalefette bir sahicilik, bir inandırıcılık sorununu doğurduğu ya da bu sorunu aşamama halinden dolayı güven veremeyişi seçimleri kazanamamasında etkili oldu.

Tüm bu olumsuzluklara rağmen, bir değişim umudu vardı ama seçmen bu sistemin devamından yana ya da bu düzenin devamından yana bir oy tercihinde bulundu.

Türkiye bir Orta Doğu ülkesi ya da bir Orta Asya ülkesi olmaktan ziyade Rusya’ya dönüşmek üzere

Seçimde siyaset, ağırlıklı olarak Erdoğan üzerine kuruluydu. Yani Erdoğan’ın karizmatik liderliği, kişiliği, toplumu iknası ve toplumu konsolide etmesi üzerine kurulu olması çok önemliydi. Bir de Erdoğan’ın yanında onun kadar belirleyici olmasa bile kendilerini devlet adına davrandıklarını, ya da devletin bekası adına hareket ettiklerini belirten denge görevi gören ve oyun kuruculuk yönleri olan aktörler de etkili oldu.

Bu denge bu şekilde bütün ekonomik krizlere rağmen varlığını sürdürebilir. Türkiye sanki bir Orta Doğu ülkesi ya da bir Orta Asya ülkesi olmaktan ziyade bir Rusya’ya dönüşmek üzere.

Rusya’ya dönüşmeyi şöyle izah edebiliriz; bir bakıma Rusya’nın güvenlik devletinin, güvenlik bürokrasisinin yönettiği bir ülke halini alması şeklinde ifade etmek mümkün.  

Hâlbuki Türkiye’nin iki yüz yıllık bir anayasa seçim geleneği sözkonusu. Oysa Türkiye’de yirmi yıl sonra kimin bakan olacağı ya da otuz yıl sonra kimin lider olacağı tartışılıyor. Bu bir Putinizm ya da Sovyetizm tarzında bir şeyi de hatırlatıyor insana. Bunun kaygı veriyor olmasına dikkat çekmek lazım. Hâlbuki bizim anayasa ve seçim geleneğini ya da demokrasiyi yerleşik kılmamız öncelikli yapmamız gereken bir şey.

Muhafazakâr mahalle, HÜDAPAR’dan HDP kadar rahatsız olmadı

HDP/YSP’nin seçimler boyunca izlediği, seçim stratejisini nasıl buldunuz? Söylemi, kadrosu, performansı, hataları, açmazları ve güçlü yönleri nelerdi? Doğu ve Güneydoğu’da Cumhurbaşkanlığı 2.Tur seçimlerinde yüzde 5-9 arasında olduğu söylenen katılım düşüklüğünü nasıl okumak gerekir? HDP/YSP’yi seçim sonrasında neler bekliyor? Nasıl bir yapı ve söylem ile hareket edeceğini öngörüyorsunuz?

HDP’ye baktığım zaman yani özellikle muhafazakâr mahalle, HÜDAPAR’dan HDP kadar rahatsız olmadı. Burada şunu görmek gerekir. HDP’nin bağlı olduğu gelenek, KCK geleneğinden tutun PKK’nın kuruluşuna kadar olan gelenekten geliyor olması bunda etkili olmuştur.

Türk solunun, devrimci Türk solunun etkisi, gölgesi, gerek demokratik Türk solunun gerekse diğer grupların etkisinin, siyasi Kürt hareketinin, KCK hareketinin kısaca her biriminin etkisini HDP’de görebiliyoruz. Bu halkın hoşuna fazla gitmiyor. Yani Kürtler diyor ki, ben en azından arkasında namaz kılacağım bir Kürt istiyorum, demektedir. Arkasında namaz kılmayacağım bir Kürt istemiyorum, demektedir.

Türkiye’deki Türk solu, gerek silahlı propaganda ya da terörü kullanan yetmişli yıllardaki Türk solu ya da bunu yapmadan direkt demokratik Türkiye İşçi Partisi falan tarzında, halkların devrimleri falan vesaire şeklindeki sınıfsal hakları savunan Türk solu, şu ana kadar sahada bir başarı gösteremedi, ya da şu ana kadar bir seçim kazanamadı. Sadece kısmen Kürt siyasetini kazandı ama Kürt siyasetindeki limitlerini de tükettiler. Çünkü toplumdan ve tabandan ilişki kurmayı beceremediğin zaman aynı kültürel kodlarla artık o taban ya da gençlik dahi umutlarını kaybedebiliyor.

Belki bu seçimdeki oy oranının düşmesinde bunun etkili olduğunu söylemek mümkün. Yani Türk solunun nostaljisiyle, özgürlükçü söylemiyle, bir demokratik söylemle muhafazakâr yapıya saygı göstererek ama onlara da yabancılaşarak gidilen bir yolda başarı bu kadar olabiliyor, ya da Kürt siyaseti ancak bu kadarını toplayabiliyor.

- Advertisment -