Türkiye’de demokrasi uğrunda verilen mücadeleleri en güzel bir biçimde anlatan ifadelerden biri merhum gazeteci Mehmet Ali Birand’ın bir belgeselinde dile getirdiği şu sözlerdir; “Demokrasi dünyanın en narin çiçeğidir. Onu yaşatan hoşgörüdür, uzlaşıdır, diyalogtur…”
Ülkemiz, ne yazık ki, bu narin çiçeğin pek çok kez koparıldığına şahitlik etmiştir. Şu anda ise iktidar, o çiçeği köküyle birlikte koparma çabasındadır. Bugün ülkemizde, kötü muamele, işkence adeta haber değeri taşıyamayacak bir düzeyde sıradanlaşmıştır. Kendisini siyasi iktidarla aynı çizgide görmeyen, aynı değerleri paylaşmayan, aynı yerde durmayan sayısız insan, bu ülkenin kaynaklarına erişim konusunda örtülü bir dışlanmaya maruz bırakılmaktadır. İktidar “devlet benim” anlayışı ile tüm gücü elinde toplayarak yozlaşmış; demokrasinin kalbi olması gereken TBMM etkisizleştirilmiş, medyanın çok sesliliği ortadan kaldırılmış ve hukukun üstünlüğünden üstünlerin hukukuna geçilmiştir. Devlet gücünü kullananların insan haklarını ayak bağı olarak gördüğü, hukuku üstün, yargıyı bağımsız tutmak yerine kendisine bağladığı gerçeğiyle karşı karşıyayız. Demokrasiden uzaklaştıkça daha da fakirleşmekteyiz.
Türkiye’de demokrasinin gerekleri yok sayılıyor
Ülkemizin bugüne kadarki en acı kaybı ne yazık ki demokratik değerlerini kaybetmek olmuştur. Türkiye’de bir süredir demokrasiyi seçimlere indirgemiş bir anlayış hâkim. Oysa demokrasi, anayasal organlar arasında denge ve denetime dayanan, tüm kurumların hesap verebilir olduğu, hukukun üstünlüğüne bağlı, insan haklarına saygılı bir yönetimi ifade eder. Güç sahiplerinin hem bağımsız yargı hem de basın ve sivil toplum yoluyla kontrol ediliyor olmasını gerektirir. Ne yazık ki Türkiye’de demokrasinin bu gereklilikleri çok büyük ölçüde yok edilmiş haldedir. Yargı organlarına yönelik baskılarda, insan hakları ihlallerinde, mahkeme kararlarına yönelik direnişlerde, gazetecilerin hapsedilmesinde, basın yayın organlarının RTÜK ve BİK kurulları aracılığıyla kontrol edilmeye çalışılmasında, devlet yönetiminin tamamının tek bir kişinin inisiyatifine bırakılmasında vb. pek çok olayda bu yok edilişi görüyoruz. Nitekim, uluslararası kurum ve kuruluşlar da bütün bunları görüyor ve raporlarına yansıtıyor.
Özgür olmayan seçimli bir otokrasiyiz
Freedom House tarafından yayımlanan özgürlükler raporunda Türkiye, özgür olmayan ülkeler arasında yer alıyor. Raporda, adil seçimlerden kayyum uygulamalarına, hükümetin medya üzerindeki etkisinden azınlıkların siyasi temsiline, kararname yetkisiyle bağımsız kurumlara yapılan müdahalelere, yolsuzluklara, yargı süreçlerindeki hak ihlallerine uzanan çok geniş değerlendirmeler yer alıyor ve ne yazık ki Türkiye bu değerlendirmeler neticesinde “özgür olmayan” ülke olarak niteleniyor.
Economist Intelligence Unit (EIU) tarafından hazırlanan Demokrasi Endeksi’nde ise Türkiye, 167 ülke arasında 103’üncü oldu. Bu rapora göre Türkiye, kusurlu bir demokrasi dahi değil, daha alt kademeyi ifade eden hibrit rejimler kategorisinde yer alıyor. Benzer şekilde, geçtiğimiz günlerde V-Dem Enstitüsü tarafından yayımlanan Demokrasi Raporu’nda dünyada en çok otoriterleşen beş ülkeden biri olduğu belirtilen Türkiye “seçimli otokrasi” olarak değerlendiriliyor. Yani, Türkiye’de yönetenler seçimle başa geliyor ama sonrası yok. Rapora göre, Tunus ve Libya gibi ülkeler ilerleme kaydederken toksik bir kutuplaşma içerisinde olduğu belirtilen Türkiye gittikçe geriliyor. Türkiye liberal demokrasi puanı bakımından Mısır’dan, Ruanda’dan ve İran’dan daha aşağılarda. Bu kötü sonuçların nedenlerini iyi okumak önemli. Durum şu ki, raporda esas alınan Anayasaya saygı, yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı, hukuki belirlilik ve öngörülebilirlik, temel hak ve özgürlükler gibi alanların tamamında Türkiye’de ciddi bir düşüş var. Ülkemizi özgür kategorisinden özgür olmayan kategorisine; demokrasiden otokrasiye düşüren iktidar bu gerçekleri görmediği gibi otoriterlikte dozu artırarak ülkeyi uçuruma sürüklüyor.
CHS adı altında uygulanan keyfi yönetim Türkiye’deki hızlı otoriterleşmenin önemli tetikleyicilerinden biri olmuştur
Türkiye’de her dönem demokrasi sorunları yaşanmıştır. Ancak Türkiye demokrasisi son dönemlerde hiç olmadığı kadar yıpratılmış, değersizleştirilmiştir. Uluslararası kuruluşlar tarafından da vurgulandığı üzere, mevcut durumun önemli sebeplerinden biri de Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi adı altında uygulanan kuralsız, keyfi yönetimdir. Örneğin, Avrupa Birliği’nin 2021 yılı Türkiye İlerleme Raporunda da vurgulandığı gibi gücün tek bir makamda aşırı toplanmasına karşı güvence kalmamış, denge ve denetleme sistemi mevcut Anayasa’ya da aykırı biçimde fiilen yok edilmiştir. Bu durumun, ülkedeki demokratik hesap verebilirliğin yalnızca seçimlerle sınırlı kalmasına yol açtığı belirtiliyor. Raporda ayrıca, meclisin etkisizleştiği, Merkez Bankası gibi düzenleyici kuruluşlar üzerinde baskı kurulduğu, kamu hizmetinin siyasallaştığı, kayyum uygulamaları ile vatandaşlarının seçimlerinin önüne geçilerek yerel demokrasilerin zayıflatıldığı, OHAL bitmesine rağmen insan hakları alanındaki kısıtlayıcı uygulamaların sürdüğü tespitlerine yer verilerek Türkiye’de demokratik gerilemenin devam ettiği ifade ediliyor.
İktidar ifade, toplanma ve örgütlenme özgürlüklerine yönelik müdahalelerle demokratik toplumu yok etmiştir
Demokrasi ilkesinin en temel gereklerinden biri, demokratik bir toplumun sağlanmasıdır. Bu da ancak ifade, toplanma ve örgütlenme özgürlüklerinin güvence altına alınmasıyla mümkündür. Nitekim Anayasa Mahkemesi de “Çoğunluğa muhalif olanlar da dâhil olmak üzere düşüncelerin her türlü araçla açıklanması, açıklanan düşünceye paydaş sağlanması, düşünceyi gerçekleştirme ve gerçekleştirme konusunda başkalarını ikna etme çabaları ve bu çabaların hoşgörüyle karşılanması çoğulcu demokratik düzenin gereklerindendir.” diyerek ifade ve toplanma özgürlüklerinin demokrasi ile ilişkisini ortaya koymaktadır. Oysa geçtiğimiz yılda; valiliklerin gerekçe göstermeden toplantı ve gösterileri tamamen yasakladığını, gelenekselleşen çeşitli festival ve konserlerin kamu düzeni bahanesiyle iptal edildiğini, seslerini duyurmak isteyen kadınların, annelerin ve öğretmenlerin yürüyüşlerine polisin orantısız müdahalelerde bulunduğunu gördük. Gazetecilerin, sanatçıların farklı görüşleri dolayısıyla tutuklanmasını hayretler içerisinde izledik. Demokrasinin esaslı unsuru olan siyasi partilerin afişlerinin ve mitinglerinin engellendiğine tanıklık ettik. İktidar bu özgürlüklerden öylesine korkuyor ki, Dezenformasyon Yasası adı altında hazırladıkları yasa tasarısıyla ifade ve basın özgürlüklerini “ülkenin iç ve dış güvenliği” gibi hassas kelimelerin altına gizleyerek yok etmek istiyor. Bütün bunların amacı demokrasinin ön koşulu olan demokratik toplumu ortadan kaldırmak, yerine otoriteyi hâkim kılmaktır.
Çok yolsuzluk, az demokrasi!
Demokrasi ve yolsuzluk birbirini dışlayan, bir arada var olamayan iki karşıt olgudur. Demokrasilerde, yönetenler yönetilenlere doğrudan veya yasama, yargı, medya, basın, sosyal medya vb. yapı ve kanallar aracılığıyla hesap vereceğini bilir ve ona göre davranırlar. Ülkemizde, demokrasiden kopuşla birlikte, yolsuzlukların sıradanlaştığı bir döneme geçilmiştir. Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün Yolsuzluk Algısı Endeksinde 2000’li yılların başında 50. sıralarda yer alan Türkiye, geçtiğimiz 10 yılda en çok puan kaybeden ülkeler arasında yer alarak 96. sıraya gerilemiş. Bu tablo, yolsuzlukla mücadele diyerek başa gelen iktidarın, bu mücadeleyi yarıda bırakıp yolsuzlukların merkezine yerleşmesinin doğal bir sonucudur. Bugün, toplumunun yüzde 74’ü son iki yılda ülkede yolsuzluğun arttığını; yüzde 67’si de gelecek iki yılda daha da artacağını düşünüyor. Tüyler ürpertici yolsuzluk olayları karşısında yargının sus pus olduğu, yolsuzluk yapanlardan hesap sorması gerekenlerin yolsuzlukların başı haline geldikleri bir ortamda bu artış beklenenden de yüksek olabilir. Böyle bir ortamda demokrasinin gerçekleşmesini beklemek beyhude. Dolayısıyla, bir yandan demokrasideki gerilemeler yolsuzlukları artırıyor; diğer yandan da artan yolsuzluklar demokrasiye dönüşü zorlaştırıyor. İnsan hakları ihlallerinin ve demokratik düşüşün engellenmesi için acilen yolsuzluklara karşı bir mücadele başlatmak gerekiyor. Gücün giderek artan bir biçimde tek merkezde toplandığı yönetim düzeniyle özgürlükçü demokrasi, toplumsal huzur ve tüm kesimlere yansıyacak bir ekonomik refahın yakalanması da mümkün değildir.
Özgürlüklerden Korkmamak
Sonuç olarak, Türkiye ekonomiden sağlığa, eğitimden dış politikaya birçok büyük sorunla karşı karşıyadır. Ve tüm bu sorunların temelinde demokrasi kazanımlarımızın yok sayılması yatmaktadır. Ülkemiz bu karanlık günlerden ancak güç yozlaşması yaşayan tüm iktidarlardan gerekli dersleri çıkartarak ve tüm toplumsal kesimlerin hak ve özgürlüklerinin temin edildiği yeni bir sayfa açarak çıkabilir. Önümüzdeki süreç ve özellikle 2023 seçimleri ülkemiz için bir yol ayırımıdır. Herkes bu tarihi sorumluluğun bilincinde hareket etmelidir. Özgürlükçü ve çoğulcu demokrasi anlayışının inşası, bu ilham verici malzemenin insan onurunu ve farklılıklarımızı merkeze alarak yeniden bayraklaştırılmasıyla mümkün olabilir. Bunun için ise çok çalışmaya, hoşgörüye ve uzlaşıya ihtiyacımız olduğu açıktır. Ancak daha da önemlisi; özgürlüklerden, farklılıklarımızdan ve ötekinden korkmadan cumhuriyeti demokrasi ile taçlandırmamız gerekir. Çünkü farklılıklara saygı duyulduğu, eşit vatandaşlığın tesis edildiği ve döneme, kişiye, çıkara göre gerçeklerin değişmediği bir demokrasi ideali Türkiye’deki bütün yurttaşlarımızın hakkıdır. Bu ideali canlı tutmak ise başta siyasetçiler olmak üzere hepimizin en büyük sorumluluğudur.