Statüsü müzeden camiye çevrilen Ayasofya’nın ülke gündemini meşgul ettiği günlerden geçiyoruz. Camiye dönüşme hadisesi hakkında neredeyse her kesimden insanın görüş beyan ediyor olması, Ayasofya’nın sembolik değerinin ülke çapında bir karşılığının olduğunu gösteriyor.
Fakat karşılık üreten şeyin belirli türden bir müktesebat veya ülkü olmaktan çok daha fazla Ayasofya Camisi’nin gürültülü açılışından kaynaklandığını görebiliyoruz. Çünkü ülkede yaşam koşullarını belirleyen birçok olgu sessiz sedasız değişirken, müzenin camiye dönüştürülmesi hadisesi, bir tür “özgürlük manifestosu niteliği taşıyan devrimci bir değişim” olarak lanse edildi. Görkemli açılış törenini, büyük basın açıklamalarını, uzun canlı yayınları, koreografi gösterilerini görmeyen, bu yoğunluğa karşı koyabilen neredeyse hiç kimse kalmadı. Büyük bir sembolik yatırım olarak Ayasofya, halihazırda dinamik olan kamusal atmosferi daha da debdebeli hale getirdi: “Ayasofya zincirlerini kırıyordu.”
Ayasofya hadisesi hakkında görüş beyan etmeyi tetikleyen çok fazla unsur var. Görüşlerin büyük kısmını sembolik yatırımın değeri üzerine düşünümler oluşturuyor. Kimileri niyet okumasına girişip yapılanı doğru ve yerinde bulurken, kimileri de yine niyet okuması sonucunda olan biteni yanlış ve uygunsuz buluyor…
Bu türden kutuplu görüşlerin ortak özelliği, bir tür siyasal hafızaya sahip bireylerce üretiliyor olmaları. Çeşitli ideolojilere aidiyeti olan bireyler, konsolide bir kümenin içerisinden, verili bir dünya görüşüne uygun düşen söylemlerle olayı değerlendiriyorlar. Dolayısıyla bu türden değerlendirmeler kesin, keskin, katı ve açıkça değer biçici oluyor. Büyük bir kitle, hadisenin gürültüsünü kabul ediyor, bu kabul sebebiyle de büyük tepkiler veriyor. Çok büyük onayların ve çok büyük retlerin sahneye çıkması Ayasofya hadisesini konsolidasyon için açık bir aygıta dönüştürüyor.
Fakat yukarıdaki manzaraya baktığımızda, konsolidasyon sürecinden etkilenmek için ideolojik bir pencereye sahip olmak gerektiğini görüyoruz. Küresel veya ulusal düzeyde cereyan eden olayları değerlendirmek noktasında belirli türden bir formasyon devreye girdiğinde, o formasyonun kalıplarına uygun hipotezleri hızlıca öne süren insanlar benzeşim kümeleri oluşturarak bir kamuoyu haline geliyorlar. Bu sayede değerlendirmelerin bağlamlarını, formasyon kaynaklarını, birbirlerine mesafelerini ve birbirleriyle ilişkilerini, hangi hafızaya gönderme yaptıklarını fazla zorlanmadan belirleyebiliyoruz.
Konsolidasyon sürecinden etkilenmeyen geniş bir kitleden söz etmek de mümkün. Dijital çağ kuşağı veya Z kuşağı olarak ifade edilen kalabalıklar rahatlıkla bu kitleye dahil edilebilirler.
Bu kitle, grup aidiyeti düşük, ideolojileri içselleştirmemiş, siyasal hafızası ve tarihsel tanıklıkları ideolojik angajman için yeterli olmayan bir kitle olduğu için konsolidasyonun etki alanının dışında durabiliyor. Tüm bu farklılıklar ise en temelde kültürlenmenin dinamiklerinden kaynaklanıyor.
Bu kuşaktan önceki kuşaklar, onları sistematik öğrenmelere zorlayan kültürlenme süreçlerinden geçiyordu. Bilginin kaynakları, bu kaynakların içinde bulunduğu mekanlar ve kaynakların bireye mesafesi, bilginin örgütlenmesi ve denetlenmesi sonucunu doğuruyordu. Örgütlü bilgiden aidiyet ve meşruiyet krizi doğuyor; entelektüel çaba aidiyet ve meşruiyete kurban ediliyordu. Dahası öğreti olarak aktarım malzemesine dönüşüyor, toplumsal ilişkiler bu aktarımın dinamikleri aracılığıyla kuruluyordu. Kişisel beka kaygısı aidiyet grupları içinde adeta çözülüyor, bireyin öz yeterlilikleriyle yüzleşmeden üstesinden geldiği, grup motivasyonunun gölgesinde kalan bir olguya dönüşüyordu. Adeta bir tür inanç ve ülkü denizinin içerisinde yaşayan X ve Y gibi önceki kuşaklara yoğun sembolik savaşların özneleri olmak kalıyordu…
Z kuşağının ise kendinden önceki kuşakları niteleyen nerdeyse hiçbir özelliği taşımadığını görüyoruz. Yaşama katılma biçimleri o kadar farklı ki, önceki kuşaklar tarafından neredeyse farklı bir insan türü muamelesi görüyorlar. Bu mutlak ötekileştirmenin temelinde ise yeni türden bir kültürlenmenin toplumsal yansımaları yer alıyor.
Z kuşağı önceki kuşaklardan farklı olarak filtresiz, sistemsiz, dağınık ve kapsamlı öğrenmeler yaşıyor. Küresel trendler ideolojilerin yerini almış durumda; kişisel deneyimler sadece bu bariyere çarpabiliyor. Bu trendler ise sadece satın alınabilen sembolleri içeren örüntülerden oluşuyorlar; sosyo-ekonomik düzey dışında sembolik kapasiteyi belirleyen ne bir ideolojik formasyon ne de kalıp yargı mevcut…
Çok para, özgür hareket alanı, başarı, popülerlik, denetimsizlik ve bireysellik… Temel sorunları bunlar. Önceki kuşaklara bilinçsizlik ve duyarsızlık şeklinde görünen bu tablo aslında evrensel değerlere ve küresel sorunlara karşı duyarlılıklar içeriyor. Örneğin yakın dönem anketler Z kuşağının insan hakları ihlali, çevre kirliliği, iklim değişikliği ve terör gibi sorun başlıklarına önceki kuşaklardan çok daha fazla duyarlı olduklarını gösteriyor. Dolayısıyla Z kuşağı sanılanın aksine ideolojik angajmanlara girmek yerine büyük resme odaklanan, politik bilinç sahibi bir kitle.
Ayasofya meselesine bu bağlamda şahit olan Z kuşağı işte tam olarak böylesi bir kontekst içinden okuma yapıyor: X ve Y kuşağının milliyetçi-muhafazakâr ağabeyleri ve ablalarının “zincirleri kırma ülküsü” Z kuşağı için bir anlam ifade etmiyor.
Ayasofya’yı bir müzeyken seyreden boş gözler, cami olduğunda da ne büyüyor ne yaşarıyor ne de küçülüyor…
Ayasofya, yanından geçip gidilirken etkilenilen estetik harikası bir mimari olarak kalmaya devam ediyor…