Küreselleşme ve yeni -sosyal- medyanın bu kadar yaygınlaşmadığı “eski güzel günler”de aşureyi kendi aramızda yapar, mahalleliyle paylaşırdık. Mevlitler, akraba ve mahalleli kadınların evlerde, erkeklerin camilerde bir araya geldiği; birbirlerinin üzüntüsünü paylaşıp sevincini kutladığı, gençlerin anne zoruyla bulunduğu, çocukların “mevlit şekeri”nden ötesini merak etmediği kalabalık dua günleriydi. Bugünlerdeyse ücretli ilahi grupları, ev sahibinin cüzdanını epeyce boşaltan (isimli Yasin cüzleri, mendiller vs.) hediyelik “ürün”ler… Nasıl Türkçeleştireceğimizi bilemediğimiz “baby shower”ları da unutmayalım. Gösteri çağına eklemleyip hızla girdiğimiz “imaj çağı” mevlidi, aşureyi, diş buğdayını bile tüketim malzemesine ve uzay boşluğunda dolaşan şaşaalı fotoğraflara/imajlara dönüştürdü. Ritüeller değişirken düşüncelerimiz/inanışlarımız da boş durmamıştır.
Bu değişimin, dönüşümün sebeplerini ve sonuçlarını Prof. Dr. Alev Erkilet’le konuştuk.
Mevlit şekeri nasıl mevlit paketine dönüştü?
Bu süreci iki farklı ama birbiriyle bağlantılı yaklaşımdan hareketle değerlendirmek mümkün. R.K. Merton gibi bazı işlevselcilere göre aynı değer –bizim örneğimizde bu İslami değerler oluyor- zaman ve mekânın değişimine bağlı olarak farklı araçlar tarafından taşınabilir ve cisimleştirilebilir. Coğrafi ve iklimsel koşullara bağlı olarak kadınların örtülerinin renginde ve şeklinde meydana gelen değişimler, sadaka taşlarının dijitalleşmesi ve cami avlularındaki fiziki taşların kullanımının azalması vs. gibi örnekler bu bağlamda zikredilebilir. Burada süreç değerden bağımsız bir anlayışla ele alınmakta ve aynı değer farklı araçlar tarafından taşınabilir ya da aynı araç birden fazla değeri cisimleştirebilir ilkesine yaslanılmaktadır. Bu genelde doğrudur ve tamamen sosyolojiktir de. Ama Sorokin’in de vurguladığı gibi, değeri cisimleştiren aracın mahiyetine de bakmak gerekir zira taşıyıcılar ve araçlar zaman zaman geri dönerek değerlerin mahiyetini de etkileyebilir.
Meselâ içinde yaşadığımız dönem kapitalizmin kendisini küreselleştirmesi ile vasıflanmakta ve her tür değer kapitalizme eklemlenerek metalaştırılmaktadır. Çok klasik bir örnektir ama yine de zikretmekte yarar var: Anti-kapitalist bir devrimci olarak hayatını adadığı mücadele, Ché’nin kapitalizm tarafından bir tüketim objesine dönüştürülmeye çalışılmasını engelleyememiştir. Bilgi Üniversitesinin Santral İstanbul Kampüsünde 2009 yılında açılan, küratörlüğünü Trisha Ziff’in yaptığı bir sergide (Korda’nın Objektifinden Ché: Bir Portrenin Devrimle Başlayıp İkonla Biten Hikâyesi), Alberto Corda Diaz’ın 1960 yılında çektiği o çok meşhur Ché fotoğrafının (portresinin) kapitalizm tarafından bir tüketim nesnesine dönüştürülme sürecinin izini sürüyordu. Sonrasında kitaplaştırıldı da. Korda’nın adlandırmasıyla “kahraman gerilla Ché” ölümünün hemen ardından tişörtlerden, afişlere kadar yüzlerce nesneye yüzü basılan bir ikona dönüştürüldü.
Sorunuzun cevabı da bana çok anlamlı gelen bu örnekte gizli: Kapitalizm sosyalist değerler ve simgeler gibi İslami olanları da tüketim nesneleri hâline getirme çabasında. Tesettürün modalaştırılması, giyinme ya da örtünmenin yerini kombinlerin alması, nişan, evlilik, doğum, hatta ölüm gibi önemli günlerin tüketim vesilesine dönüştürülmesi de bu bağlamda ele alınabilir. Biz sosyologlar olarak sözünü ettiğiniz değişim sürecinin bu veçhesine; değer-araç ilişkisinin tek yönlü ele alınmaması gerektiğine; araçların da etkileşimde oldukları değerleri dönüştürebilecek bir kapasiteye sahip olduğuna dikkat çekmek istiyoruz. Bunları eski güzel günlere bir ağıt olarak değil, geleceğin inşasında dikkate alınmak üzere sorunsallaştırıyoruz.
“Türkiye’de nasıl da hızlı bir alışkanlığa dönüşen evlilik tekliflerinin vazgeçilmezi pırlantanın serüvenini de bu bağlamda örnek verebiliriz. Gerçeğine ya da büyüğüne güç yetiremeseniz bile, evlenme teklifinizi yaparken sahtesini ya da küçüğünü kutusundan çıkarmalısınız ki karşınızdakine değer verdiğiniz anlaşılsın.”
Dindar/muhafazakâr kitlenin dönüşümünü yalnızca zenginleşme ile açıklayabilir miyiz?
Mevlit şekerinin mevlit paketine dönüşmesi sürecini sadece sosyo-ekonomik seviyedeki değişimle açıklamak doğru olmaz. Burada sadece dindarların değişiminden değil topyekûn bir toplumsal değişimden söz ediyoruz.
Kapitalizmin kendini küresel ölçekte yaymasını analiz etmeye devam edersek: Evet, hatırı sayılır bir ücret ödenmesi gereken “ürün” paketlerini ancak üst gelir grubundaki birey ve aileler tüketebilir. Veblen ve Simmel’in nerdeyse bir asır önce belirttiği gibi, zenginler servetlerini vurgulamak ve alt sınıflarla aralarına bir çizgi çekmek amacıyla tüketim yaparlar. Ancak, orta ve alt sınıflar da tüketimlerinde onları taklit eder ve aynı ürünlerin ya da ürün paketlerinin taklitlerini (taklit çantalar, taklit kıyafetler) kullanarak sınıfsal sınır çizgisini aşmaya çalışır. Kapitalizme bütünsel bir eklemlenme sürecinin altını çizmek için söylüyorum bunu.
Türkiye’de nasıl da hızlı bir alışkanlığa dönüşen evlilik tekliflerinin vazgeçilmezi pırlantanın serüvenini de bu bağlamda örnek verebiliriz. Gerçeğine ya da büyüğüne güç yetiremeseniz bile, evlenme teklifinizi yaparken sahtesini ya da küçüğünü kutusundan çıkarmalısınız ki karşınızdakine değer verdiğiniz anlaşılsın.
Sınıfların kendi koşullarına uygun, topyekûn kapitalistleşme sürecine uyarlanma biçimleri var. Asıl mesele, bu süreçlerin İslami bir duruşun etkisinden nasıl bağımsızlaştığını, bağımsızlaşabildiğini anlamak. Çünkü İslami dindarlık ya da İslamcılık bu tür değişim süreçlerine karşı bir panzehir etkisi gösterir. Gösterişçi tüketimi değil sadelik ve israftan kaçınmayı öven özellikleriyle aşırı tüketimle vasıflanan kapitalizmi kendisinden uzak tutmuş ve İslam’ı bütünsel bir hayat nizamı ve sistem olarak tanımlamış ve kuramsal olarak da temellendirmiştir. Muhafazakâr değildir; devrimcidir. Mevcut sistemi İslami olan istikametinde dönüştürmek amacındadır ve pastadan pay almak kaygısı gütmez. Bu nedenle de mevcut kapitalist iktisadı sahiplenmez, tam tersine mesafelenir.
Bence sorunuzdaki muhafazakâr sözcüğü cevabı da içinde barındırıyor. Muhafazakârlaşma bütünsel bir sistem olarak dinden, üst-yapısal bir yaşam biçimi dine doğru geçiş sürecidir diyebiliriz. Görünürlüğü vurgulayan, pastanın kendine düşen payını artırmaya çalışan ama mevcudu dönüştürmeyi hedeflemeyen bir bakış açısı. Yıllar önce muhafazakârlığın Batılı bir tanımlamayla Fransız devrimiyle ilişkisine gönderme yapan Wallerstein’in metinlerinden yola çıkarak İslamcılık ile muhafazakârlık arasındaki çelişkiye dair pek çok yazı yazdım. Türkiye’deki dindarların kendilerine muhafazakâr demeye başlamalarının da aslında bazı yazar ve akademisyenlerin onları böyle tanımlamaya başlamasıyla gerçekleştiğini düşünüyorum. Bence muhafazakârlaşma bir sorundur; Müslümanların tanımlayıcı vasfı değildir.
“Müslümanların Barbie ile ilgili eleştirileri de kadınların tanımlanması ve cinsel bir objeye indirgenme biçiminden kaynaklanmaktadır. İslam düşüncesinde kadın, süs bebeği olmak ve erkekler için güzelleşmek yerine dünya değiştirici aktif bir özne olarak tanımlanmaktadır. Dolayısıyla Rousseau’nun Emile kitabında ortaya koyduğu, erkeği mutlu etmek üzere eğitilen kadın (Sophie) imgesine dair eleştiriler geçerlidir.”
Hem dindarların hem feministlerin bir dönem (özellikle 90’lar ve 2000’lerin başı), çokça eleştirdiği bir oyuncak figürünün (Barbi Bebek) filmi vizyona girdiğinde Türkiyeli izleyiciler de Barbi kombinleriyle sinemaya gitme akımına kapıldı. Sosyal medyadaki paylaşımlarda başörtülü genç kadınların da akıma katılması dikkat çekti. Derken yine sosyal medyada biri (dindar olup olmadığını bilmiyoruz) pembe renkli bir aşure paylaşımıyla son noktayı koydu. Genel sosyoloji ve özelde dindar sosyolojisi bağlamında Aşure ve Barbie nasıl bir araya geliyor?
İzin verirseniz ben önceki sorunuza verdiğim cevaptan devam ederek aşure ve Barbie ilişkisine gelmek istiyorum.Neden dersenizher ikisinde de inanç temelli politik bilincin yitiminden bahsetmek mümkün. Şunu demek istiyorum; aşureyi yapmanız değil onu hangi bilinçle ve neden yaptığınız önemlidir. Sosyolojik olarak dini ve politik anlamını idrak ederek aşure yapmak ve komşularınıza ikram etmekle; anneniz de yapageldiği için aşure geleneğini sürdürmek ve sosyal medyada paylaşmak birbirinden farklı şeylerdir. Araçlar ve amaçlar/değerler arasındaki ilişki burada bir kez daha karşımıza çıkıyor.
Âşûrâ günü, Hz. Hüseyin’in 10 Muharrem 61’de Kerbelâ’da şehit edilmesinden sonra anılarda canlı kalması, unutulmaması için özellikle Şii dünyada bir taziye günü olarak kurumsallaşmıştır. Aşurenin yapılıp dağıtılması bu trajedinin; Hz. Peygamberin torunu ve onun çocuklarıyla birlikte 72 kişinin Yezid’in ordusu tarafından öldürülmesi olayının hatırlanması ve unutturulmaması içindir.
Müslümanların Barbi ile ilgili eleştirileri de kadınların tanımlanması ve cinsel bir objeye indirgenme biçiminden kaynaklanmaktadır. İslam düşüncesinde kadın, süs bebeği olmak ve erkekler için güzelleşmek yerine dünya değiştirici aktif bir özne olarak tanımlanmaktadır. Dolayısıyla Rousseau’nun Emile kitabında ortaya koyduğu, erkeği mutlu etmek üzere eğitilen kadın (Sophie) imgesine dair eleştiriler geçerlidir. Bir toplumsal cinsiyet meselesi söz konusudur. Kadına dair kalıp-yargıların İslam perspektifinden sorgulanması söz konusudur. Velhasıl hem Âşûrâ’nın toplumsal hafızada canlı tutulma çabası hem de Barbi’ye dönük eleştiriler hak ve adalet temelli duruşla alakalıdır. Ya da adaletsizliklere karşı bir duruşu temsil eder. Muhafazakârlaşma, işte bu politik bilincin ve hak temelli duruşun yitirilmesi anlamına gelmektedir.
Dindarların İslam’ı temsiliyet algısında (örneğin Müslüman gösteriş yapmaz, aşağılamaz, çalmaz, gibi…) bir değişim yaşandı mı sizce; evetse kırılma anı nerede, ne zaman ve nasıl başladı?
Önceki sorularınız bağlamında da altını çizmeye çalıştığım gibi kapitalizme eklemlenme sürecini, küresel bir sorun olarak ele alıp sadece dindarlara özgü değil, genel bir toplumsal değişim süreci olarak görmek gerekir. Peki, neden siz de genellikle Müslümanlara odaklanıyorsunuz? Neden daha çok Müslüman dünya hakkında yazıyorsunuz diye sorabilirsiniz. Haklı bir soru da olur bu. Nedeni, gelinen noktada İslam’ın ve İslamcılığın, küresel kapitalizme alternatif yegâne sistem olarak durmasıdır.
Özellikle 1960 sonrasında Sosyalizmin, reformist yaklaşımlara daha fazla itibar eden yeni toplumsal hareketlerden bir hareket olmaya başlamasıyla birlikte, küresel kapitalizm adaletsizliklerini de küreselleştirerek dünyanın dört bir yanına yayılmayı başardı. Bunu her kılığa bürünen gösterişçi tüketim kalıplarıyla, aşırı üretim ve tüketim döngüleriyle, büyümeci iktisat anlayışlarıyla, Marx’ın dediği gibi “kullanım değerinin yerine değişim değerini” koyarak, Aliya’nın dediği gibi sefaletle israfı birlikte büyüterek ve çevreyle ilgili bir yıkıma yol açarak gerçekleştirdi. Ama bu söylediklerim sürecin kaçınılmazlığına dair mazeret sunma çabası olarak anlaşılmasın. Tam tersine, ancak bu tespitleri doğru düzgün yaparak bu eklemlenme sürecini tersine çevirebileceğimize dair bir umudun ifadesi.
Sizin de çok iyi bildiğiniz gibi, 1960’larda, Kutup, Benna, İzzetbegoviç ve diğer pek çokları İslamcı düşünür İslam’ı sosyalizm ve kapitalizm karşısında üçüncü yol olarak takdim ederdi. Ama bugün gelinen noktada ikili bir karşıtlıktan söz etmek mümkün. Onun için de İslam’ı ve dindarlığı üst-yapısal bir yaşam tarzından ve görünürlük meselelerinden ayrı düşünmek gerekiyor. Hatta bu salt politik bir mesele bile değil, onu da kapsayan ama aşan bir boyutu var. Wallerstein’ın da dediği gibi mevcut sistem artık sürdürülebilir olma vasfını kaybetti: Yeni seçimler yapmak ve bunları bir İslam ibadet fenomenolojisiyle besleyerek hayata aktarmak mecburiyetindeyiz. Müslüman gösteriş yapmaz dediğimizde bunun nasıl bir ekonomi politiğe tekabül ettiğini de konuşmamız gerekiyor bence.
“Karşılıklı önyargılar ve kalıp-yargılar var ama sosyal medyadan çekilip alınan ve köpürtülerek sunulan ağır karşıtlıkların birçoğu, bence toplumda karşılık bulmuyor. Belki de arka planında her şeye, tüm kutuplaştırma çabalarına rağmen farklılıklarımızla birlikte yaşamayı becerebilmemizi sağlayan çok-kültürlü İslami geçmişimiz yatıyordur.”
Toplumun büyük kesimini oluşturan dindarlar ve sekülerlerin birbirlerine karşı taşıdıkları/geliştirdikleri ön yargılarda bir değişim/dönüşüm ya da “gelişme” var mı?
Bir genelleme yapmak istemem ama gelgitler içeren, zikzaklar çizen bir süreç. Söylem düzeyinde bakarsanız “taraflar” birbirlerine açık olduklarını, daha çok konuşmak istediklerini ve hatta ittifak kurmak istediklerini söylüyor, bir kısmını icraata da geçiriyorlar. Ama son seçimde gördüğümüz gibi oylar istedikleri ya da bekledikleri yönde çıkmadığında tüm eski kalıp yargılarına dönüp insanlara hakaretler yağdırabiliyorlar. Böyle örnekler mevcut. Karşılıklı önyargılar ve kalıp-yargılar var ama sosyal medyadan çekilip alınan ve köpürtülerek sunulan ağır karşıtlıkların birçoğu, bence toplumda karşılık bulmuyor. Belki de arka planında her şeye, tüm kutuplaştırma çabalarına rağmen farklılıklarımızla birlikte yaşamayı becerebilmemizi sağlayan çok-kültürlü İslami geçmişimiz yatıyordur. Şahsen bu mirasın önemli olduğunu düşünüyorum. Kaldı ki, önyargılardan arınma da hak mücadelesi gibidir; başkaları yapsın, karşımdakiler yapsın diye beklenemeyecek bir şeydir: Kalıp-yargı, önyargı ve ayrımcılığın kim olursa olsun herkese karşı ortadan kaldırılması çabası içinde olmak lâzım.
Zaten biliyorsunuz bu üçlü, bilişsel olandan (kalıp-yargı), duyuşsal olana (önyargı) ve oradan da fiili (defacto) ya da yasal zemini olan (de jure) ayrımcılığa doğru ilerliyor. Dolayısıyla bir “kalıp” olarak dindarlar ve sekülerler demeden önce, her bir grubun kendi içinde pek çok farklılık barındırdığını hatırlamamız lâzım.
Sizin verdiğiniz örnekler de gösteriyor ki, tek bir dindarlar ya da sekülerler kategorisi yok aslında. Birbirlerinden sandıkları kadar farklı değiller. Bu iki kümede yer alan bireyler oy verme davranışlarından giyim kuşama, boş zaman değerlendirme etkinliklerinden güzellik anlayışlarına kadar pek çok konuda ortaklaşıyor. Özellikle genç kuşaklar bu iç içe geçme hâlini yetişkinlerden daha keskin bir şekilde yakalıyor ve katkıda bulunuyor. Bizim de onlardan öğrenmemiz lâzım.
Bu iki büyük topluluğun birbiriyle temas noktaları nereler ve karşılaştıklarında varsayılan duygularını tarif edebilir miyiz?
Bence tüm toplum artık bir karşılaşma sathı olarak düşünülmeli. Ürettiğimiz ve mesleklerimizi icra ettiğimiz, siyaset yaptığımız alanlar, eğitimin, sanat ve estetiğin alanı. Geleneksel ve yeni medyanın, özellikle ikincisinin dünyayı küresel bir köy hâline getirirken ülkemizi de iletişim ağlarıyla birbirine bağladığını söyleyebiliriz, artık birbirimizden habersiz kalamıyoruz. Kendi içimize kapanabileceğimiz korunaklı alanlarımız giderek azalıyor ve bu aslında iyi bir şey ve elbette sadece bir yönü. Diğer yönünde karşılaşma alanlarının artışıyla daha dikkat çekici, görünür hâle gelen farklılıklara dayalı -görmezden gelemeyeceğimiz-endişeler var.
Farklıların karşılaşmasında en genel sorun, her iki tarafın da kendi “yaşam tarzını” tehdit altında hissetmesi. Türkiye modernleşmesinin tek-kültürcü dayatmacılığının bunda büyük rolü var. Üst-yapısal yaşam tarzı farklılıklarını, siyasetin ve kitle mobilizasyonunun ana dinamosu olarak kullanma alışkanlığını taraflara kazandıran da bu siyasal tarih ve kültürdür. Yani bahsettiğimiz karşılıklı endişelerin sosyolojik bir arka planı var. Ama müzakereci ya da katılımcı olmayan yaşam tarzı dayatmalarının bedellerini ödedik ve işe yaramadığını da gördük. Bugün gelinen noktada, sorunun farklılıklar değil, katılımcı/eşitlikçi olmayan biçimde ve zor kullanılarak dayatılmaları olduğunu rahatlıkla söyleyebiliyoruz. Demek ki aynı hataya düşmemek gerekiyor. İlişkilerimizi bu bilinçle geliştirmeye çalışmak, müzakere zeminini de sağlamlaştıracaktır.
İkinci olarak, toplumsal karşılaşmalar farklılar arasındaki geçişkenliği artırmakta ve tek bir kalıba sığdırılamayacak pek çok yeni kültür öğesini bireylerin hayatına dâhil etmektedir. Dolayısıyla sandığımızdan daha çok birbirimize benziyor ve pek çok konuda benzer refleksler veriyoruz. Ama bu süreçlerin bizi kapitalizme eklemlenme yönünde bir ortaklığa sürüklediği de rahatlıkla söylenebilir. Tam da bu nedenle, tüketimcilik yönünde değil sosyal adalet temelinde ortaklaşmanın yollarını aramamızda büyük fayda olacaktır.
Alev Erkilet Kimdir
Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nü bitirdi. Yüksek lisans ve doktorasını araştırma görevlisi olarak çalıştığı aynı bölümde tamamladı. 1997-2000 yılları arasında Kırıkkale Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde yardımcı doçent olarak çalıştı. 2006-2007’de İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin Tarihi Yarımada Koruma Amaçlı Kentsel Tasarım Projesi’nin sosyolojik araştırmalarını yürüten Erkilet, sosyal değişme, modernleşme, siyaset sosyolojisi, toplumsal hareketler, kent sosyolojisi, toplumsal cinsiyet alanlarında çalışmalarını sürdürüyor.
Mart 2020’den bu yana İbn Haldun Üniversitesi Sosyoloji Bölümünde ders vermeye devam eden Prof. Dr. Alev Erkilet’in Ortadoğu’da Modernleşme ve İslami Hareketler, Ele Geçirilemeyen Toprak Kuzey Kafkasya, Eleştirellikten Uyuma, Toplumsal Yapı ve Değişme Kuramları, Mazlum Doğu’nun Mağrur Çocukları, Kenti Dinlemek: Kültürel Miras, Kentsel Ayrışma ve Yoksulluğa Dair Yazılar, İstanbul Halkının Dilencilik Olgusuna Bakış Açısı (İ. Coşkun ile birlikte), Magnetsiz Şehirler: Türkiye’de Kentlerin Dönüşümü (der.) (Y. Çolak ile birlikte), Bir Müslüman İslamcılık, İslam Birliği ve Ümmet’e Nasıl Bakmalı başlığını taşıyan kitapları var.