Ana SayfaRÖPORTAJRÖPORTAJ | Mahçupyan: "AK Parti’nin ilk on yılı Türkiye için kaçırılmış bir...

RÖPORTAJ | Mahçupyan: “AK Parti’nin ilk on yılı Türkiye için kaçırılmış bir fırsat. Fakat bunu ne AK Partililer ne laikler anladı”

Etyen Mahçupyan’ın yeni kitabı Demokrat Manifesto çıktı. Mahçupyan’la kitabını konuştuk: “Türkiye'nin ayrıca üst düzey, ikinci bir sıfır noktası var, o da nedir: Modernlikle paralel olarak Kemalizmin de yıpranması ve artık bir çare olamadığının ortaya çıkması, 28 Şubat'ta apaçık göründü. Sonraki dönemde çok kısa bir süre AK Parti'nin belki de demokratlığa da gidebilecek bir istekliliği vardı. Ama laik kesimin destek vermemesi AK Parti içindeki dinamiği tekrar eski hamuruna, eski damarına geri döndürdü. Dolayısıyla AK Parti'nin ilk on yılı Türkiye açısından kaçırılmış çok çok büyük bir fırsat. Fakat aslında bunu ne AK Partililer ne de karşısındaki laikler idrak etti. Sonuçta nereye geldik, şimdi başka bir sıfır noktasındayız.”

Etyen Mahçupyan’la yeni çıkan Demokrat Manifesto kitabından yola çıkarak ideolojilerden siyasete, kavramlardan topluma genişçe söyleştik. Özellikle demokrasi-demokratik zihniyet, farklı bir millilik önerilerinin başka konuşmalara, söyleşilere kapı açması gerektiğine inanıyorum.

Geçtiğimiz günlerde çıkan yeni ama aslında daha önceki kitaplarınızı da içeren Demokrat Manifesto, ülkemizi ve insanını, daha doğrusu “İnsanı anlama” çabasıyla beraber adından da anlaşılacağı üzere bir teklif içeriyor. Kitap Türkiye üzerine düşünme sürecinizi bir manifestoyla tamamladığınız ya da sorularınızın cevaplandığı anlamına mı geliyor?

Hayır tabii. Bu bir süreç değil. Sonuçta zihniyet analizi yaptığınız zaman soru sormaya müsait bir zemin üretiyorsunuz. Dolayısıyla gerçeklik sürekli değiştiği için de sormaya devam ediyorsunuz. Ama o zemin değişmiyor ve her soru zemini daha iyi anlama şansı veriyor. Diyelim ki otuz sene önce demokratlığı daha kitabi tanımlarken şimdi, daha hayatın içinden unsurlarla ve daha antropolojik verilerle beslenerek tanımlama şansına sahibim. O yüzden de bu kitap daha oturmuş, teklifin ötesine geçen bir şey. Teklif biraz “Ben böyle düşünüyorum. Öyle olsa ne güzel olur.” demeye gelir ama benim gördüğüm şu: İnsanlar böyle yaşamışlar. Dolayısıyla sadece benim teklifim değil, insanlık tarihinin de ürettiği bir yaşam, bir algı, bir davranış biçimi. Ve insan denen varlık niçin bundan uzaklaşmış, diye bir soru var; buna tekrar dönebilir mi, istiyor muyuz, diye bir soru da var. Bütün bu sorular çok reel. Yani, daha insani bir şey ve geçmiş toplumları analiz ettiğimizde çok net görüyoruz.

Bugün içinde yaşadığımızda sanki bu sorular bitmiş gibi; modernlik ila nihaiye devam edecekmiş gibi tasavvur ediyoruz. Ama modernlik insan tarihi içinde çok kısa bir süre. Öncesinde de en az modernlik kadar uzun sürmüş, demokratlığı yaşamış, meselâ devlete hiç ihtiyaç duymadan yüzyıllarca yaşamış birçok başka dönemler ve başka toplumlar var. Zamanın teknolojisine göre, işte o toplumlar veya gruplar devletsiz yaşayabilmiş ve kendi aralarında bir mekanizma üretebilmişlerse demokratlık üzerinde bina edilmiş bir takım sistemleri ima ediyor. O yüzden de teklif tarafı hâlâ devam ediyor. Geldiğimiz noktada özellikle Türkiye için çok anlamlı ve geçerli düşünüyorum. Hatta bugünkü Batı’ya baktığımızda, onların da en az bizim kadar ihtiyaçları olduğunu görmemek mümkün değil. Benim açımdan demokratlığın getirdiği esas özellik, insanların -en azından- bir başka yaşam biçimi olabilir fikrinin uyanması ve sonra da o yaşam biçiminin idealimizdeki insana daha uygun olduğunun keşfedilmesi.

Buradaki kritik olay şu, şu anda kendi doğallığımızda yaşıyoruz ve demokratlık bu doğallığın ötesinde bir ideal değil, bir parçası. En azından son otuz kırk bin senedir, insan zihni adaptasyon süreci içerisinde farklı davranış kalıpları geliştiriyor. Demokratlık bunlardan bir tanesi, başka bir tanesi çok iyi bildiğimiz, görür görmez tanıdığımız otoriterlik. Ama demokratlığı da -şu anda daha çok mikro ölçekte cereyan ediyor- görür görmez tanıyoruz. Mesela firmalarda seminer, workshop yaptığınızda insanların önüne bir sürü alternatif sıralanınca yüzde doksanından fazlası kendisine demokratça davranılmasını tercih ediyor. Demek ki demokratlık görünce tanıdığımız, istediğimiz bir şey. Ama biz demokratça davranmıyoruz, başkasının davranmasını istiyoruz. Öğrenme sürecimizde ataerkilliği öğreniyoruz, otoriterliği, rölativizmi, oportünizmi öğreniyoruz, kayıtsızlığı vs. öğreniyoruz. Demokratlığı da belki bir miktar tecrübe ediyoruz ama az kalıyor. Tabii her toplumda farklı, Batı toplumlarının bu anlamda avantajı açık, çünkü oradaki aile tipolojileri demokrat zihniyeti daha fazla içeriyor. Bugün eğer batı hâlâ dünyanın problemlerini çözmede daha avantajlı ise bu küçük çekirdeğin orada daha büyük olmasındandır. Ama bizde de sıfır değil. Hiçbir yerde sıfır değil.

Tadını biliyoruz en azından ama kendi kendine keşfetmek biraz zor geliyor.

Evet, aynen öyle tadını biliyoruz. Hayatımızın bazı bölümlerinde denenmiş, deneyimlenmiş ve olmuş bir şeyden bahsediyoruz. Öyleyse bunun yapılabilir bir şey olduğunu da görmemiz lâzım. Meselâ otoriter bir firmada, otoriter bir müdürün altında çalışmakla demokrat bir müdürün altında çalıştığımız zaman farkı hemen görüyoruz ve demokrat müdürle çalışmaya devam etmek istiyoruz. O zaman biz niçin öyle davranmıyoruz sorusu, biraz içe dönük bir soru ve keşif olayı da biraz kendini keşfetmekle ilgili aslında. Ama işin püf noktası şu, kimse kendi içine bakarak kendini keşfedemez. Kendimizi ilişkilerin içinde keşfediyoruz. Hangi ölçekte olursa olsun, eğer karşılıklı demokrat bir ilişki kurulabilirse tarafların kendisini bu yönde olgunlaştırması mümkün hale geliyor. Söylediğim gene teorik bir şey değil. Demokratik zihniyete doğru kaymak isteyen firmalarda da kültürel değişim programlarında da -ki on sene uğraştım bununla- aynen bunu yapıyorduk; küçük takımlarda takımın kültürünü değiştirerek insanları değiştirmek. Bunu ölçtüğümüz en önemli yer karar alma mekanizmaları: Kararlar nasıl alınıyor bir yerde? Bu da bir adaptasyon, ilişkiler sisteminin kurulması gerekiyor ve de bugünün dünyasında çok mümkün. Sadece firmalarda değil, belediyelerde, mahallelerde demokratlık üzerinden gelişen sistemler var. İnsanlar oraya doğru teşvik edilebilirse büyük bir hevesle demokrat olmak istiyor.

Bazı kelime ve kavramları -doğal olarak- çok sık kullanıyorsunuz. Meselâ eklemleşme kelimesi bunlardan biri. TDK sözlüğe de baktım bu arada böyle bir kelime bulunamadı, yerine eklemlenme var. Eklemleşme derken neyi kastediyorsunuz?

Niye yok acaba çünkü çok demokratça bir kelime çünkü eşit, iki tarafı eşit yapıyor. Eklemlenme genellikle daha küçük bir şeyin, daha büyük bir şeye yapışması gibidir. Ama zihniyet bağlamında bahsettiğimiz zaman, eklemleşme dediğimizde iki tarafın iç içe geçmesi ve kendince doğal ve normal bir durum üretmesi demek. Buradan adaptasyona dönersek hiçbir insan, hiçbir toplumda ve hiçbir zaman tek bir zihniyete doğru gelişmiyor. Çünkü etrafımızda çocukluktan itibaren sürekli değişik tiplerle ve değişik durumlarla karşılaştığımız için birden fazla zihniyeti öğreniyoruz, alışkanlık geliştiriyoruz. Hepsi bize doğal ve normal geliyor. Şimdi bunları da bir araya getirdiğimizde  zihniyetler arasında bir eklemleşme olmuş, kendi kendimize çelişkili gelmiyoruz. Bize normal gelen eklemleşme başkalarına da normal geliyor, onların bünyesinde anlamlı hâle geliyor. Çelişki görmüyoruz çünkü bütün insanlar farklı zihniyetlerin eklemleşmesi üzerinden kendilerini doğal ve normal hâle getiren bir iç vizyona, bir iç algıya sahip ve tabii bu yaşamsal bir şey. Aksi durumda sürekli stres, sürekli anksiyete içinde yaşamak durumunda kalıyoruz. Ama normal bir yaşam kendimizi normal hissetmemizi gerektiriyor. Anormal olsak bile! Ve bunu yapan zihniyet eklemleşmesi denen şey, zihinde bir devre aslında. Ama sadece insanda değil bütün grupların, kurumların kültüründe ve tarihsel dönemlerinde de aynen geçerli. Eklemleşme geçmişten bu yana nasıl değişti ya da Osmanlı’nın son dönemindeki zihniyet eklemleşmesi nedir sorusu anlamlı bir soru olur.

Şu anda da bazı zihniyetlerin eklemleştiğini söylüyorsunuz…

Evet her zaman öyle, yani şu anda Türkiye’de esas olarak ataerkil ve o otoriter zihniyetlerin artık organik hale gelmiş eklemleşmesinden bahsediyorum. Yüzyıllardır böyle yaşadık ve biz bunu doğal ve normal buluyoruz. Şimdiyse onun içinde değişmemiz, alternatif üretmemiz o kadar kolay olmuyor.

Türkiye’nin şu günlerde sıfır noktasında olduğunu söylüyorsunuz, benim aklıma -Roboski, Gezi’yle başlayıp 15 Temmuz’a giden, içinde pandemi sürecinin de bulunduğu- daha yakın geçmiş geliyor ama siz daha köklü bir noktadan bahsediyorsunuz.

O zaman şöyle söyleyeyim, zihniyet anlamında -biri daha derinde- iki sıfır noktası var. Bir zihniyet döneminin yıpranması ve artık işlevini yavaş yavaş kaybetmesi. Bu esasında küresel bir olay ve küresellik Batı hegemonyası altında olduğundan Batı’nın genel zihniyeti ile yani modernlikle ele alabilriiz. Şimdi modernlik dediğimiz şey rölativist ve otoriter zihniyetlerin bir tür eklemleşmesiydi ve bu bir yenilikti. Hatta başlangıcına doğru gidersek; bireyselliği ortaya çıkaran rölativizmin işin içine girmesi devrimsel bir yenilikti.  Bireysel farklılaşmanın saygıdeğer bir şey olduğunu, özgürlük alanının içine girmesi gerektiğini söyledi. Aynı şekilde gerçekliğin bize dışarıdan verili değil, bizim zihnimizle etkileşim içinde ortaya çıkan bir şey olduğunu söyledi. Bu varsayım sayesinde bilim böyle büyük bir sıçrama yaptı: Gerçekliği anlamaya, tanımaya çalıştı ve kendi zihninin gerçekliği nasıl etkilediğini de anlamaya çalıştı. Ama bir zihniyet eklemleşmesi, sorunları çözdüğü sürece anlamlıdır. Eğer sorunları çözememeye ve kendisi sorun yaratmaya başlamışsa, bizatihi kendisi sorun olmaya başlamış demektir. Ve şu anda varsaydığı kurallar ya da beklentileri bugünün dünyasında uymayan ya da cevap üretemeyen modernlik, artık taşınması güç bir yük gibi…

Yazı ve söyleşilerinizde modernliğin yıpranması, dediğiniz durum…

Evet modernliğin yıpranması bir değişim sürecinin de başlaması demek ama öyle beş on senede değişen şeyler değil. Zaten modernliğin oluşması kabaca beş, altı yüz yıl sürdü ve olgunluk dönemini birkaç yüz yıldır yaşıyoruz. Şimdi yıpranması da belki birkaç yüzyıl devam edecek onu bilmiyoruz ama şimdi, şu an başka zihniyetlere kapı açıyor. Demokrat zihniyete de kapı açıyor ama ille demokrat zihniyete değil mesela otoriterliği de yeniden güçlendirebiliyor; ataerkilliğin yeniden üremesine de yol açabiliyor ve hangisinin kazanacağını da bilmiyoruz. Dolayısıyla insanların tespit edemediği ama hissettiği bir sıfır noktasında ve çok yönlü bir kavşağın önündeyiz. Nasıl hissediliyor, normsuzlukla! Modernliğin normları gücünü kaybetmesi insanlara, normların olmadığı bir dünyada yaşıyorum, öyleyse ne istersem yapabilirim hissini veriyor. Bu da işte toplumun tamamen ana odaklanan -yeni şarkı türlerinin üremesinden, Putin ve Orban gibi liderlerin çıkmasına kadar çok geniş bir yelpazede- değişimler, farklılaşmalar aramasına ya da itirazlara yol açabiliyor. Bunu Türkiye’de çok net görüyoruz çünkü ilave bir olay daha yaşandı. Türkiye’nin ayrıca üst düzey, ikinci bir sıfır noktası var, o da nedir: Modernlikle paralel olarak Kemalizmin de yıpranması ve artık bir çare olamadığının ortaya çıkması, 28 Şubat’ta apaçık göründü. Sonraki dönemde çok kısa bir süre AK Parti’nin belki de demokratlığa da gidebilecek bir istekliliği vardı. Ama laik kesimin destek vermemesi AK Parti içindeki dinamiği tekrar eski hamuruna, eski damarına geri döndürdü. Dolayısıyla AK Parti’nin ilk on yılı Türkiye açısından kaçırılmış çok çok büyük bir fırsat. Fakat aslında bunu ne Ak Partililer ne de karşısındaki laikler idrak etti. Sonuçta nereye geldik, şimdi başka bir sıfır noktasındayız.

Modernlik bir çare değil, Kemalizm bir çare değil ve önümüzdeki belirsizlikle ve “Nereye doğru yöneleceğiz?” sorusu var. Türkiye’de bu soruya devlet bir cevap getirdi ve ana damara geri döndü: Türkiye’nin modernliği hissettiği noktanın öncesine doğru döndü. Tanzimat öncesine de dönebilirdi ama tabii bir Cumhuriyet’e geçiş olduğundan onun hemen öncesine döndü. İttihatçılık birden bize çok yakın ve anlamlı geldi çünkü daha maceraperest bir şey. Çok kaba terimlerle anlatıyorum, biz de şu anda daha maceraperestiz. Çünkü “dünya yeniden kuruluyor, Dünya beşten büyüktür. Türkiye sorulmadan hiçbir şey yapılmasın,” diyoruz ve hakikaten de öyle oluyor. Komşular nezdinde saygınlığımız ya da yaptırım gücümüz artıyor. Tabii biz bunun silah sanayisiyle yapıyoruz çünkü eski damara geri döndük. Fakat kafamda şu soru hep var, biz bunu niçin eğitimde yapamadık? O dönem yapabilirdik. AK Parti’nin o ilk on senesi devam etseydi belki de başka bir şey olacaktı.

Türkiye’nin kendi tarihindeki Kemalizm’in bitmesi ya da işlevsizleşmesi nedeniyle daha üst düzey bir sıfır noktasında ve burada da kendisine en kolay gelen tercihi yapıyor. Zihniyet değişiyor, en kolay şekilde değişiyor. Aslında insanlığın kaderi belki de budur, altını çizmek lazım; yeni imkanlar çıktığı zaman insanlar, hemen her zaman ve çok çok yüksek bir oranla kendilerine en kolay gelen şeyi yapıyor. O yüzden farklı bir şey yapmak üzere bir iradi unsur olmadıkça ve siyasete yansımadıkça o yöne gitmiyorsun ve kendini dalgalara bırakıyorsun: Şu andaki Türkiye’nin hali…

Şu anda böyle bir toplumsal idrakin olmadığını düşünüyorum. Çünkü olanı zaten doğal ve normal buluyoruz: İktidarın getirdiği bu ittihatçı ortam bize yabancı, yadırgadığımız bir şey değil. Hatta muhalefetin de yadırgadığı bir şey değil. O yüzden muhalefet de yapamıyor zaten, farklı bir söylem de geliştiremiyor. Çünkü iktidarın yaptıklarının nesinin yanlış olduğunu anlayamıyor

İradi unsuru siyasete bağladığınız ama yine yazılarınızda üzerinde durduğunuz bir kavramla sormak istiyorum; sıfır noktasında iradeyi yönlendirip ittihatçılığın sınırından döndürebilecek toplumsal bir idrak var mı?

Aslında bir üçleme gibi düşünebiliriz: İdrak, itiraz ve irade. İşin özü gerçekten idrak etmek, yaşanan olayı duygusal olarak hissettiklerini bilinç düzeyine taşıyıp bir şekilde modelleştirmekle mümkün ve bunu toplumun kendisinin yapması öyle dünyanın hiçbir yerinde mümkün değil. Genelde bunu iş edinmiş akademisyenler, fikri önderler, bir takım siyasetçiler, sanatçılar, bu tür insanlar yapıyor ve de toplum bunları görünce tanıyor, anlamlı buluyor ve kendi fikriyatını onun üzerinden geliştirebiliyor. Şu anda böyle bir toplumsal idrakin olmadığını düşünüyorum. Çünkü olanı zaten doğal ve normal buluyoruz: İktidarın getirdiği bu ittihatçı ortam bize yabancı, yadırgadığımız bir şey değil. Hatta muhalefetin de yadırgadığı bir şey değil. O yüzden muhalefet de yapamıyor zaten, farklı bir söylem de geliştiremiyor. Çünkü iktidarın yaptıklarının nesinin yanlış olduğunu anlayamıyor.

Türkiye’de sivil toplum ne zaman gelişti? AK Parti’nin özgür olduğu dönemde, Türkiye sivil toplumunun en parlak dönemi 2002-2015 arasıdır: Siyasetin özgürleştiği ve kendisini sistem dışı bir alternatif olarak görebildiği, devletin dışından konuşabildiği zaman, devleti reddetmese bile alternatif bir gelecek tahayyülü üretebildiği zaman Türkiye’de sivil toplum gelişti. Ne öncesinde ne sonrasında gerçek bir sivil toplumdan bahsetmek mümkün değil ve şu anda sivil toplum yok, çünkü şu andaki iktidar devletin gelecek tahayyülünü seslendiriyor

Muhalefet -toplumun da bir bölümü- şimdiye kadar neye itiraz ediyordu? Modern dünyanın norm koyduğu bazı şeylerin yapılmamasına, mesela vatandaşlık haklarının verilmemesine, hukukun çalışmamasına, rasyonel ekonominin işlemeyişine. Bütün bunlar modelliğin getirdiği şeyler ama modernliğin kendisi yıpranıyorsa getirdiği vatandaşlık normları da artık eskisi kadar kıymetli olmayabilir. Ve o durumda ittihatçılığın vizyonuyla yeniden kimlikleşme, bir benlik üretme, dik durma, yeniden küresel dünyadaki yerini saptama gibi daha büyük idealler insanlara cazip geliyor ve son yüzyıldır tatmin olmamış bir takım arayışlarını tetikliyor. O yüzden de duygularımız çelişkili. Bir tarafıyla bütün bu ittihatçılığın duygu şişirmesini diyelim, beğeniyoruz, istiyoruz. Öte yandan aynı ittihatçılığın vatandaşlığı sınırlamasını kısıtlamasından da rahatsız oluyoruz ve bu ikisi arasında kalıyoruz. Muhalefetin ise sadece bu vatandaşlık meselesine itirazının yeterli olmadığını görüyoruz. Çünkü seçimleri mesela hâlâ iktidar kazanıyor. Demek ki bu idrak çok az ya da yeterli değil ya da fotoğrafın yarısı aslında. O yüzden de toplum itiraz etmiyor. İtiraz etmesi için alternatifi görmesi gerekiyor. Bu alternatifin de Türkiye’nin kendi özel şartları nedeniyle sivil toplumdan değil siyasetten çıkması gerekiyor. Çünkü Türkiye’de kamusal alan tamamen siyasetin elinde, sivil toplum siyasal alanın garnitürü aslında, Türkiye’de çok net bu.

Türkiye’de sivil toplum ne zaman gelişti? AK Parti’nin özgür olduğu dönemde, Türkiye sivil toplumunun en parlak dönemi 2002-2015 arasıdır: Siyasetin özgürleştiği ve kendisini sistem dışı bir alternatif olarak görebildiği, devletin dışından konuşabildiği zaman, devleti reddetmese bile alternatif bir gelecek tahayyülü üretebildiği zaman Türkiye’de sivil toplum gelişti. Ne öncesinde ne sonrasında gerçek bir sivil toplumdan bahsetmek mümkün değil ve şu anda sivil toplum yok, çünkü şu andaki iktidar devletin gelecek tahayyülünü seslendiriyor. O yüzden de Türkiye’deki toplum sokağa çıkan bir toplum değil. Mesela BASK militanları bir bomba atıyor ve aynı gün Madrid’de bir milyon kişi sokağa çıkıyor. Dünyanın bir sürü yerinde böyle örnekler var. İspanya örneğini veriyorum çünkü bize benziyor. Ataerkillik var, otoriterlik var ama İspanya’dan farkımız sokak bize değil, devlete ait. Bizim için sokakta herhangi bir otorite figürüyle karşılaştığımızda dönüp evimize gelmek daha evla. O zaman sokakta kim direnebilir; siyasetçi direnebilir çünkü belirli bir şekilde dokunulmazlığı var, sivil toplumun yok. Şuna geliyoruz, eğer Türkiye’de toplumun idraki, itirazı bekleniyorsa bu ancak siyasette bunu taşıyacak bir aktörün görünmesiyle mümkün olacak. Gerçekçi olmak gerekirse böyle bir aktör görünmediği sürece de bu şekilde gidecek diye düşünüyorum.

Bugünkü denkleme, dengelere geldiğimizde şöyle bir şey ekleyebiliriz: Bir kere değişim ilişkiler üzerinden olacak ve dolayısıyla da bütün kesimlerin içinde olduğu bir değişim olmak zorunda. Yani Türkiye’yi laik kesim değiştirecek palavra, işte Türkiye’yi Müslümanlar değiştirecek o da palavra ya da Kürtler ya da Aleviler… Ama bugünkü iktidara daha yakın olan toplumun entelektüelleri itirazı, onların idraki daha etkili. Şöyle, Müslümanca bir hayat nasıl olur, bu tür bir iktidar bunu sağlar mı? Şu anda gördüğümüz sokakta şu anda Türkiye baktığımızda gördüğümüz dindarlık olabilecek tek dindarlık türü mü? Ya da milliyetçilik, tek milliyetçilik türü mü? Hiç laikler olmasaydı Türkiye’de biz gerçekten nasıl yaşamak isterdik? Gibi sorular, böyle bir entelektüel akım olabilirse tabii ki Türkiye’deki fikir hayatı açısından devrimsel olur. Çünkü cevap vermeye davet ediyor ve cevap vermeden duramayacağın bir şey. Sadece laik kesimin, dindar kesimin cevabı değil, devletin, iktidarın cevabı gerekiyor. Türkiye gibi ataerkil ve otoriter toplumlarda her zaman hiyerarşinin tepesine yakın olanın itirazı daha anlamlıdır. Yoksa en en dibe gitmiş olanın itirazı zaten duyulmaz, bir de zaten başına neler geleceği bellidir. Kimse olara katılmaz. Ama hiyerarşinin tepesine doğru yakınsanız, hâlâ ben bu fikir değişikliğine rağmen iktidardan vazgeçmiyorum. Aslında koruyorum iktidarı hatta iktidarın uzun sürmesi için bir değişim öneriyorum diyebiliyorsanız, o zaman bir tartışma başlatabilirsiniz. İşte o zaman toplumdan umut var demektir. Nereye gideceğini bilemezseniz, kadük de kalabilir olumlu yerlere de gidebilir ama sonuçta bu işler böyle oluyor.

Ötekini -bana benzemeyeni- kaybettiğim anda tıkanırım. Kendimi aldatmaya başlar, girdiğim yolda papağan gibi kendimi tekrarlamaya başlarım ve kendime dışarıdan bakma yeteneğimi kaybederim. O yüzden de herhangi bir toplumda, herhangi bir zamanda, o toplumun en kıymetli insanları, kaybeden kimlikleri, kaybeden fikriyatıdır. Hem kimlik hem fikir olarak onları içimize aldığımızda ancak fikirsel ve kimliksel zenginliği, yaşam biçimi zenginliğini bulabiliriz ve o zaman yeni gelen durumlara karşı daha dirençli oluruz.

Kitabınızdan bir cümleyle devam edeyim, “Demokrat bir zihniyet kaybedenleri kaybetmemeyi gerektirir” Demokrasiyle demokrat zihniyet ayrımını çok netleştiren bir ifade. O yüzden altını bir daha çizmek için biraz açar mısınız?

Evet, işin özü bana ait değil ama doğru bir formülasyon tabii, sonuç olarak demokrat zihniyet tam da bu. Şimdi demokratlık şunu söylüyor, belirsiz bir dünyadayız. Çünkü insan zihni, gerçekliği tam olarak anlaması mümkün olmayan, olası zihinlerden sadece biridir. Olası zihinlerden sadece biriyle çıkıp gerçekliği anlıyorum demen, hakikaten kibirden başka bir şey olamaz. Anlayamadığına göre insan olarak öznelliğe mahkumsun; madem öyle karar mekanizmalarını, olabildiğince fazla fikri, kimliği, çok fazla dünya görüşünü içine alarak oluşturman lazım. Çünkü doğrunun ne olduğunu bilmiyorsun. Öyleyse bugünün “kaybedeni” -niye kaybetmiş olursa olsun- bir şekilde yarın haklı çıkabilecek bir fikre sahip olabilir. Demokratlık, sana benzemeyenle beraber yaşama arzusu demek. Çünkü kendi yaşam tarzının da doğru olduğuna da dair bir fikre sahip değilsin, inançlısın ve öyle yaşıyorsun, sana doğru gelen bir inançtır ama acaba hakikaten doğru mudur? Yanında başka bir adam var, başka bir şeye inanıyor, onun da kafası çalışıyor, en az senin kadar insan ve onun inancının da doğru olma ihtimali var. Demek ki benim, şimdi çoğunluk olmam ya da daha güçlü hale gelmem -benim açımdan- doğruyu bulduğumu ima etmiyor. Bana benzemeyenle beraber yaşamaya devam ettiğim sürece her ikimiz için de öznel doğruları üretme şansına sahibim. Ötekini -bana benzemeyeni- kaybettiğim anda tıkanırım. Kendimi aldatmaya başlar, girdiğim yolda papağan gibi kendimi tekrarlamaya başlarım ve kendime dışarıdan bakma yeteneğimi kaybederim. O yüzden de herhangi bir toplumda, herhangi bir zamanda, o toplumun en kıymetli insanları, kaybeden kimlikleri, kaybeden fikriyatıdır. Hem kimlik hem fikir olarak onları içimize aldığımızda ancak fikirsel ve kimliksel zenginliği, yaşam biçimi zenginliğini bulabiliriz ve o zaman yeni gelen durumlara karşı daha dirençli oluruz.

Demokratlık açısından, elimizde çoğunluğun kararlarının doğru olduğuna dair hiçbir emare yok ama rölativizme baktığınızda çoğunluktan başka bir şey yok. Kimsenin fikri diğeriyle mukayese edilemiyor. Çünkü herkesin deneyimi farklı. Herkes kendinden çok emin. E, o zaman ne yapacaksın, oyları sayacaksın.

Şöyle bir örnek verelim, en kolay fethedilen toplumlar. Hiyerarşik ve otoriter toplumlardır, merkezini ele geçirdiğinizde tümünü ele geçirirsiniz. Yüz yılların ihtişamlı Aztek medeniyeti, İnka medeniyeti, İspanyollar tarafından çok kısa bir sürede, yirmi otuz yılda fethedildi. Maya medeniyeti hâlâ fethedilemedi, hâlâ isyanlara devam ediyor. Hâlâ otoriteyi kabul etmiyorlar. Çünkü Maya medeniyeti demokrasiye çok yakın bir medeniyetti, çok eş düzeyli ademi merkezî ve çoğulcu bir akıl. Şimdi bu yapıyı herhangi bir askeri yönetimin gelip ele geçirmesi mümkün olmuyor. Sürekli itiraz ediyor toplum ama otoriter zihniyet altında yaşayan ötekisi, zaten itiraz etmemeye alışmış. O yüzden de demokratlıktan uzaklaştıkça daha kırılgan hale de geliyorsun; kaybedenleri yanında tutman gerekiyor ki, çoğulcu yapını da devam ettir. Onları yok etme ve dolayısıyla da toplumsal kırılganlığı azalt, toplumsal güçlenmeyi yükselt.

Çok ideal bir tanımlama ve sıra demokrasiye gelmişken ekleyeyim modernliğin yıpranması demokrasiyi, demokrat zihniyeti nasıl etkiliyor?

Demokrasi bir sistem, bu kelimeyi belirli bir kaç yüz yıldır modernlik bağlamında kullanıyoruz. Demokrasi dediğimiz şey de esas olarak liberal demokrasi. Yani şu anda kullandığımız demokrasi kavramı rölativist zihniyetin ürettiği, liberal ideoloji üzerinden geliştirilmiş bir sistem. Nedir bu; insanlar oy veriyor, oy verilen insanlar seçiliyor, parlamentoda bizi temsil ediyor ve orada bir takım kararlar alınıyor ve bu belirli aralıklarla da tekrarlanıyor. Farklı fikirler olduğu için farklı siyasi partiler var. Bu siyasi partiler bir zaman açılıyor, bir zaman kapanabiliyor, istediği zaman siyasete girip çıkabiliyor ve de seçimler de belirli aralıklarla yapılıyor. Şimdi söylenen şey bu… Bu aslında alışveriş yapan bir ev hanımının ya da ev erkeğinin tutumuna benziyor. Şöyle ki, sizin kendi tercihleriniz var, gidiyorsunuz, pazara alışveriş yapıyorsunuz. O pazar her hafta kuruluyor, isteyen pazarda tezgah açıyor isteyen tezgahını kapatıp gidiyor. Siz onlardan malını alıyorsunuz ve her hafta bunu yapma hakkınız var ve bu böyle devam ediyor. Şimdi o pazara sunulan ürünlerle ilgili bir karar almıyorsunuz, dışındasınız. Elinizdeki paranın ne kadarı hak edilmiş, ne kadar hakkaniyetli, bununla ilgili bir karara da sahip değilsiniz. Yani tek yaptığınız daraltılmış bir alanda, otomatikleştirilmiş bir mekanizmanın ,karar sistematiğinin çalışmasına yardımcı olmak; bu liberal demokrasi. Şu anda liberal demokrasinin kendine has problemleri var ve hemen hepsi zihniyetle ilişkili. Çünkü “rölativist zihniyet” insanların kendi hedeflerini, kendi isteklerini tamamen bilebildiğini söylüyor. Buna çok uygun bir epistemolojisi var ve dolayısıyla bizim için anlamlı isteklerin, hedeflerin başkalarıyla sınanması gerekmediğini söylüyor. Sen istersen sınayabilirsin -pazara çıkmadan önce eşine veya çocuğuna şu markayı mı, bu markayı mı alsam diye sorabilirsin- ama aslında sorman gerekmiyor çünkü sen zaten ne istediğini biliyorsun. Aslında birey kavramı budur.

Ne istediğini bilen kişiye liberalizm ya da rölativizm birey diyor. Birey bir özne ve bu öznenin başkasına ihtiyaç duymadan kendisinden emin istekleri var. O yüzden de mesela oy atıyor, alışveriş yapıyor ve paylaşmak gereğini duymuyor. Hatta seçimlerde verdiğimiz oyu sanki kutsal bir şeymişçesine koruyup başkasına söylememek gibi bir garip anlayış var. Demokratlık bunun tam tersi, ben zaten bir şey bilmiyorum, kendimce biliyorum gibi algılasam bile bunun gerçekten doğru olduğunu söyleyemem. O yüzden de kendi kararlarımı ne kadar paylaşırsam ve başkalarıyla sınarsam, ne kadar birlikte karar almaya doğru gidebilirsem ancak o zaman bir gerçek, bir demokrasi üretebilirim. Mesela demokrat zihniyetin demokrasisi, kent konseyleri gibi kavramlar, hiyerarşiyi minimize eden, bir çoğulculuk etrafında farklılıkları bir araya getiren bir tartışma ortamı. Eğer olabiliyorsa konsensüsle karar verebilmek. Konsensüsle karar veremediğin zaman geçmişe bakıyoruz insanlık neler yapmış; bazıları çoğulculuğa gidiyor, çoğunluk kararına gidiyor mesela ama bazıları da lotarya çekiyor.

Çoğunluk her zaman haklı değildir yani!

Çünkü eğer konsensusa varamamışsan kimin doğru olduğunu bilmiyorsan çoğunluğu da güvenemezsin. Demokratlık açısından, elimizde çoğunluğun kararlarının doğru olduğuna dair hiçbir emare yok ama rölativizme baktığınızda çoğunluktan başka bir şey yok. Kimsenin fikri diğeriyle mukayese edilemiyor. Çünkü herkesin deneyimi farklı. Herkes kendinden çok emin. E, o zaman ne yapacaksın, oyları sayacaksın. O yüzden de modernliğin getirdiği demokrasi, demokrat zihniyete göre bir demokrasi değil. Demokrat zihniyet açısından baktığımızda bu demokrasi, kendini kandırma hali aslında. Ama tarihsel olarak bazı şeyler becermedi mi? Tabii ki becerdi, tabii ki insanlık açısından daha geniş bir bakışı ve daha fazla tartışmayı getirdi. Çünkü otoriterlik ve ataerkillikle mukayese ediyoruz. Bunlarla mukayese ettiğimizde rölativizm, devrimsel anlamda bir iyiye gidiştir ama demokratlıkla mukayese edildiğinde bir kendini aldatma hali ve bir yerden sonra duvara çarpacaktır.

Bugün demokrasinin duvara çarpmasını nasıl gördük: Batı’ya, bizim gibi otoriterliğin ya da ataerkilliğin çok ağır basmadığı bir yere bakalım. Mesela bugün Batı’da “demokratik gap/boşluk” denen bir hikaye var değil mi? Avrupa Birliği’nin de ortaya çıkmasından sonra alttaki insanları ne kadar temsil ediyor. Mesela bu Fransa’da sarı gömleklilerin savunduğu şeylerin bazıları çok gerici, faşizan da olabilir. Ama bu itirazın bizatihi kendisinin dayandığı, oturduğu bir iletişimsizlik zemini var ve bu “demokratik gap/boşluk” ya da “demokratik mesafe” denen hikaye, aslında bir iletişimsizlik anlatıyor bize. Dolayısıyla bir yabancılaşma anlatıyor. Modernliğin demokrasisi aslında bir yabancılaşma üreten bir demokrasi.

Kimliklere kulak vermeyen, ilişki ya da iletişim kurmayan bir demokrasi, oksimoron bir şey var sanki?

Doğrulara sahip olduğunu düşünüyorsan, o doğruları yaparsın. İnsanlara niye sorasın? Hakikaten soramazsın çünkü insanlara sormak aptalca bir şey. Burada demokrasinin giderek bürokratikleşmesi meselesi ortaya çıkıyor. Ama demokrat zihniyet şunu diyor: Zaten doğuları bilmiyorsun, sana biliyormuşsun gibi gelebilir ama bilmiyorsun! O yüzden de sana aptalca gelse bile insanlara sormak zorundasın. İnsanların saçma sapan fikirleri bile olsa o saçma sapan gelen fikirleri ciddiye almak durumundasın. Şöyle bir parantez açalım, şu anda en fazla büyüme kaydeden firmalara bakalım bunlar nedir? Microsoft, Apple ve benzer firmaların en önemli özelliği nedir: Saçma sapan fikirleri kenara yazmak ve üzerlerine gitmek. Saçma sapan şeyler söyleme özgürlüğüne sahip insanların çalıştığı firmalar bunlar. Çünkü gelişme, yaratıcılık ancak sana önce saçma sapan gelen fikirlerle var olabilir. Ve onlar genellikle hep azınlık fikirleridir. Çoğunluğun fikrini savunduğun sürece vasata gidersin, vasata da gittikçe tıkanırsın. Liberal demokrasi ve daha önceki duruma göre bir ilerlemedir ama kendi kalıplarını yerleştirdiği andan itibaren aslında bir tür sağcılıktır.

Tam da burada araya girebilir miyim; modernliğin de en az -tarif ettiğiniz, tanımladığınız- demokrat zihniyet kadar, sürekli canlı, aktif, gerektiğinde dönüşebilen bir şey olması gerekmiyor mu? Ya da tersinden, demokrat zihniyet de günü geldiğinde yıpranmayacak mı?

Bunlar insan zihninin ürettiği kalıplar, otoriterlik hiçbir zaman yorulmayacak, hatta ataerkillik hiçbir zaman yorulmayacak, insan türü hayatta kaldığı sürece biz oyuz. Oportünizm hiçbir zaman yorulmayacak, demokratlık da yorulmayacak aynı şey. Daha aşağı ya da daha yukarı ya da daha idealist ya da daha güzel bir şey değil. Bu objektiviteyi bir kere görmek lazım. Demokrat zihniyet de zihnimizin ürettiği bir sürü zihniyet kalıbından biri. Bunlardan hangisinin galebe çalacağı yaşadığımız tarihle, koşullarla ya da hangisinin kolay geldiğiyle bağlantılı.

Şunu da söyleyelim, demokratik diye de bir kelime var. Demokratik kelimesi herhangi bir sistemin içinde -daha liberal demokrasinin vaz ettiği yönde- bir iyileşme anlamına geliyor. Her sistem daha demokratik olabilir. Çok otoriter sistemler de daha demokratik olabilir. Demokratik yönde adımlar atılabilir. Anti demokratik yönde de adımlar atılabilir. Bu da demokrat zihniyetten bağımsız bir şey. Ne demek yani; demokratik kelimesi başka bir şey, sistem olarak demokrasi bambaşka bir şey, zihniyet olarak demokratlık bambaşka bir şey.

- Advertisment -