Ana SayfaRÖPORTAJRÖPORTAJ | Fatmagül Berktay: “Bugün topluma İslamcılar-laikler ekseninden bakmanın yanlış ve çok...

RÖPORTAJ | Fatmagül Berktay: “Bugün topluma İslamcılar-laikler ekseninden bakmanın yanlış ve çok ezber olduğunu düşünüyorum”

“İsrail, Holokost mazeretine sığınarak başka bir Holokost yaratıyor. Bugün olsa Arendt’in kendisine Arendt ödülünü vermezlerdi.” “Türkiye’yi Laikler-İslamcılar ayrımına sıkıştırmak eski ezberi tekrarlamaktan başka bir şey değil. Türkiye çok değişti. Kendisine dindar, muhafazakâr diyen kesim de acayip tabakalaşmış durumda.” “Ahlaki çürümeden sıkça bahsediliyor haklı olarak ama keyfi liberalizm olgusunu görmeden ahlaki çürümeden nasıl bahsedilir, bilmiyorum. Keyfi liberalizm, keyfi hukukla tamamlanıyor ve her şey yapılabilir, her şey mübah anlayışını yaygınlaştırıp meşrulaştırıyor.”

2000’lerin başından itibaren yazdıklarını ve konuşmalarını elimden geldiğinde takip etmeye çalıştığım, zaman zaman isimlerimizin ortaklaşa eylemlerde kesiştiği bir kadınla, Prof. Fatmagül Berktay hoca ile yüz yüze, hem de evinde sohbet ettik. Günlerce alınan notlar yerini kendiliğinden akan bir muhabbete bıraktı ve “ortaklaşmak ve yüz yüze gelmek gerekliliği ve güzelliği”nin altı ikimiz arasında da çizildi.

Söyleşinin anahtar kelimeleri: sınıfsal değişimler, yer değiştirmeler, keyfi liberalizm, artık unutulması gereken ezberler, yoldaşlık ve elbette kadınlar!

         Hannah Arend’ten alıntılayarak çok net tanımladığınız “Dünyaya ihtimam göstermek” kavramsallaştırmasından düşünürsek bugün Batı’nın ve tabii özellikle Almanların Filistin’de yaşanan soykırıma yaklaşımını nasıl yorumlayabiliriz?

         Gazze’de olanlara hakikaten insan ne diyeceğini bilemiyor. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Filistin’de iki devletli bir yapı kurma imkânı belki vardı ama hemen kayboldu ve durum giderek onulmaz bir felakete dönüştü. Aslında bugün İsrail, Holokost mazeretine sığınarak başka bir Holokost yaratıyor. Burada bir parantez açayım Roberto Calasso (The Book of All Books) Holokost’un İsrail kavminin Yahwe’ye sunduğu kurban için kullanılan kadim bir kelime olduğunu ve o nedenle Nazilerin uyguladığı soykırıma Holokost adını vermenin yanlış olduğunu savunur. Ama tabii meşhur bir galat artık, şimdi herkes tarafından kullanılıyor.

Gene de bu bilgi, okuduğumda çarpıcı gelmişti, bugün İsrail’in Gazze’de yaptıkları, tam da bu anlamda bir Holokost. Kendi dar milli ve etnik çıkarı, kendi ideolojisi uğruna bir halkı, en başta da çocukları kurban ediyor. Buna karşı dünyanın tutumunu da anlamak çok zor, çünkü dünyanın gözü önünde cereyan ediyor her şey. Ama ona bakarsanız Serebrenitsa da dünyanın gözü önünde, Avrupa’nın gözleri önünde cereyan etti, Afrika’daki her şey dünyanın gözü önünde cereyan ediyor. Gerçi herkesin gözlerini kapadığını söylemek doğru değil; Batı ülkelerinde, Amerika dahil, ciddi protestolar oldu, oluyor. İsrail’de bile protesto sesleri yükseldi ve bunlar bence gerçekten çok anlamlı.

         Almanya’nın tutumu ise daha karmaşık elbette; orada geçmişten devralınan muazzam bir suçluluk duygusu var ve en tahmin etmeyeceğimiz insanları bile körleştiriyor. Habermas en çok konuşulan örneklerden biri ama onunla sınırlı değil, tabii. Masha Gessen’e verilen Hannah Arendt ödülünün, Gazze’nin bir gettoya dönüştürüldüğünü ve şimdi toptan yerle bir edilmekte olduğunu -yani gerçeği- yazdığı için geri alınmaya çalışılması ne kadar ironik. Bugün olsa zaten Arendt’in kendisine de o ödülü vermezlerdi, diye düşünüyor insan. Alman hükümeti, Nazilerin Yahudilere uyguladığı Holokost’un anısını bugün İsrail devletine destek vermenin mazereti olarak kullanıyor. Orada da buna karşı çıkanlar yok değil, ama çoğunluk destekliyor. Bence bu, başta Arendt, Adorno ve başka birçok düşünürün dikkat çektiği olguyla; Almanya’nın kendi geçmişiyle gerçek anlamda yüzleşememesiyle de bağlantılı. Gerçek bir hesaplaşma ve yüzleşme olmadığı, geçmişte işlenen suçların üzeri örtüldüğü ve sorumluluk üstlenilmediği zaman yeni suçların işlenmesine ve onlara göz yumulmasına davetiye çıkarılmış oluyor.

         1948’de Arendt; Einstein, Sidney Hook ve başkalarıyla birlikte New york Times’da yayınlanan bir açık mektuba imza atmıştı. Bu mektupta o sırada ABD’yi ziyaret eden Menahem Begin protesto ediliyor ve “özgürlük” partisinin örgütlenmesinin, yöntemlerinin ve siyasal felsefesinin Nazi ve Faşist partilerinkine benzediği savunuluyordu. Bu yüzden çok saldırıya uğramıştı Arendt, tıpkı Eichmann davasına ilişkin tutumundan dolayı başına gelenler gibi. Ama dünyaya ihtimam göstermek işte böyle bir şey, suçluların sırtlarını açık veya örtük sıvazlamak değil.

         Suçlusu Modernizm, Küresel Liberalizm ya da dijitalleşme mi bilmiyorum ama sadece kazanmaya odaklı bir hâlimiz var. Arendt ve “Dünyaya ihtimam gösterme” çabasındakileri tenzih ederek; iktidar kaybetsin muhalefet kazansın, erkekler kaybetsin kadınlar kazansın, sen kaybet ben kazanayım. İsrail’in hırsına benziyor, bu arada kabul etmekte zorlansak da aslında İsrail de 75 yıl önce kazandı. Kazanınca ne oluyor?

         Hakikaten, kazandığımız zaman neyi kaybediyoruz; aslında çok felsefi bir sorun ama bir yandan da dünyanın, Türkiye’nin geldiği noktada bazı şeyleri kazanmak için uğraşmak zorundayız. “Kazandığımız zaman ne kaybetmiş olacağız?” -bu Arendt’in çarpıcı sorusudur- bunu düşünmüyoruz. Zaten düşünmemekte ustalaşmış bir toplumuz ama onun ötesinde keyfi liberalizm, keyfi hukukla tamamlanıyor ve her şey yapılabilir, her şey mübah anlayışını yaygınlaştırıp meşrulaştırıyor, o da zaten düşünmeyi ve oradan çıkacak doğru değerlendirmeyi gereksiz kılıyor. Boşuna zahmet!! 

         Genelde neoliberal küreselleşme tanımı kullanılıyor ama özellikle Türkiye ile ilgili olarak “keyfi liberalizm” egemenliğini daha anlamlı buluyorum. Keyfi liberalizmin özelliği; ekonomide ve hukukta bugün var olan bir kuralın, yasanın  yarın kolayca, keyfi olarak  değiştirilebileceği durumu ve algısı. Bunun yarattığı bir insan tipi de var: Kuralları kendine göre yorumlamayı mübah sayan tek benci, hep benci birey. Bu profili Türkiye’de de, bütün dünyada da yaygın olarak görüyoruz. 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyılda da böyle bir profil ve ideoloji vardı elbette ama hiç bu kadar imtina etmeden -utanmadan diyeceğim- savunulan bir şey değildi. Bugün ise bir başarı göstergesi ve övünme vesilesi. Yeni kuşaklara, x jenerasyonuna filan atfediliyor ama geçiniz, çok yaygın. Çünkü keyfi neo-liberalizmin yarattığı bir olgu. Herkes kendi başının çaresine baksın, bakamayanlar da ne olurlarsa olsun; başarısız ve yoksullarsa kendi hataları, başarısızlıkları sebebiyledir.

         Ayrıca kurallar, keyfi olarak değişebildiğine göre yasaları da tanımaya gerek yok, adalet nasıl olsa güçlünün adaleti! Ahlaki çürümeden sıkça bahsediliyor haklı olarak ama keyfi liberalizm olgusunu görmeden ahlaki çürümeden nasıl bahsedilir, bilmiyorum. Ahlaki çürüme, gökyüzünde bir yerde değil, böyle bir ekonomik, siyasi ve hukuki temelde cereyan ediyor. İşte Türkiye’de çok net gördüğümüz şey: kimse Anayasa Mahkemesi’ni kaale almıyor, anayasayı da dinlemiyor. Her an her şey bozulup yapılabiliyor ve hesabı verilmiyor. Bir taraftan da hâlâ “yetmez ama evet”çilik tartışması yüzünden birbirinin canına okuyan insanlar var ama o anayasa zaten pul olmuş, çok ironik bir durum. 

         Bu tam yetmez ama evet dediğiniz noktada değiştirme arzusuna gelirsek tam da “değişsin ama ille de benim istediğim gibi değişsin” dayatmasını hatırlatıyor. 

         Belki de, ama bir yandan bana da şunu hatırlatıyor, küçük bir aydınlar grubu yüzünden böyle oldu eleştirisini çok anlamsız buluyorum; çünkü eleştirenlerin dogmatizmi ile eleştirilenlerin dogmatizmi aslında aynı kapıya, mevcut durumu okuyamamaya çıkıyor.  Kendi döneminde “evet”çilik salt anayasa metnine, içeriğe odaklanıp somut koşulları, yüzeyin altında yatan amaçları, bağlamı dikkate almayan bir yaklaşımdı ve bu anlamda bir formalizmdi. Anayasa metninin sırf lâfzına bakarak karar verecek olsak hakikaten “evet” kampanyası açmak lâzımdı ama içinde yaşanan somut koşullar öyle değildi. Bu aslında birçok ülkenin de  üştüğü, özellikle faşizm ve Nazizm tecrübesinin ortaya koyduğu formalizm hatası. 

         Lafza, söyleme bakıp ona uyarlanmaya çalışmak, kolaylıkla “nafile umut” dediğim şeye dönüşüyor. Sahici, gerçeklere dayanan bir umuda şapkamı çıkarırım elbette ama maalesef o dönemde nafile idi çünkü somut olguları görüp değerlendirmekten uzaktı. Zaten öyle olduğu gözüktü, işte. Dolayısıyla her durumda niyetleri değil olguları dikkate almak gerekiyor, doğru yargıya ancak oradan ulaşılabiliyor.

         Keyfi liberalizm diyorsunuz ya tanımını net bir iki cümle ya da örnekle açar mısınız? 

Aslında keyfi liberalizm derken meramım, ekonominin ve hukukun kurallarının her an keyfi bir şekilde yapılıp bozulması durumunun altını çizmek, yeni bir kavram icat etmek değil!

         Örneğin anayasa bir kâğıt parçası oluyor, yasalar bir günden diğerine rahatlıkla değiştirilebiliyor. Bir kural bugün var, yarın yok: Dün doğru olduğu iddia edilen, bugün aynı şahıslar tarafından yanlış ilan ediliyor. Bu çoğu kez piyasa kuralları için de geçerli. Böylece insanların ayağının altındaki zemin kayboluyor, nerede durduklarını, neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilemez hale geliyorlar. Yine ister istemez Arendt’e atıf yapacağım, “Hukuk düzeni istikrar sağlamak için vardır. Bu düzen bozulduğunda, yasalar uygulanmadığında ya da bir günden diğerine değiştirildiğinde, kanunsuzlukla karşı karşıyayız demektir” der. Ona göre bu, anarşinin hüküm sürdüğü anlamına gelmez. Çünkü düzen, zor aygıtı aracılığıyla ayakta tutulabilir ama sonuç -totaliter rejimlerden tanıdığımız gibi- devlet aygıtının tümüyle kriminalize edilmesi olur. Bütün dünyanın uyuşturucu mafyasının cirit attığı, her türlü hukuksuzluğun ve her türlü sahteciliğin normal sayıldığı bir ülkede yaşamakta olduğumuz için Arendt’in bu tespitleri hem yakın hem de çok korkutucu geliyor.

         Sahtecilik deyince, aklıma Uluslararası Üniversiteler Konseyi’nin başındaki zatın akademisyen olmadığı, üstelik üniversite mezunu olduğunun bile şüpheli olduğu geldi. Ve bu şahıs Bakanlar Kurulu kararıyla atanmış. Yeşilay şube başkanı da uyuşturucu satıcısı çıktı, şaka gibi. Örnekler saymakla tükenmez, o yüzden keselim. Böyle bir durumda “2024 çok iyi olacak, umutluyum” demenin ne faydası var ama ne yapacaksınız, nafile umutlarımız tükenmiyor! 

 Şimdi 2000’ler sonrasında yeşil sermaye ile seküler büyük sermayenin giderek artan biçimde bir araya gelmesi olgusunu dikkate almazsan, Türkiye’yi Laikler-İslamcılar ayrımına sıkıştırmak eski ezberi tekrarlamaktan başka bir şey değil. Türkiye çok değişti. Kendisine dindar, muhafazakâr diyen kesim de acayip tabakalaşmış durumda; kendi içinden de “firavunlaşmak” vb. eleştiriler çıkıyor ama henüz çok cılız sesler, bunlar; keyfi neo-liberalizm herkesi satın alıyor!

         O zaman yeni yılda da değiştirme arzumuzu devam ettiriyoruz…

         Ama dikkatli bir şekilde, dersler alarak. Buradan toplumsal cinsiyet eşitliği meselesine geçebiliriz. 20. yüzyılda kadınlar çok haklı olarak güçlendi, hukuken epey kazanım elde edildi. Bu kazanımlara elbette sahip çıkıyoruz ve sonuna kadar savunacağız ama aynı zamanda karşılığında büyük bir tepkime yarattı.

         Sadece Amerika’da, Batı’da var zannediyordum ama sosyal medyaya bakıldığında Türkiye’de de işte bir erkekler güruhunun en galiz biçimde kadın düşmanlığı yaptığını ve bunu da doğal kabul ettiğini görüyoruz. Hadi diyelim sosyal medya kısıtlı bir alan ama aynı şey 6284 sayılı Kanunun değiştirilme niyetinde de ortaya çıkıyor çünkü bu yasa, erkekleri özel alanda sınırlandırıyor, istedikleri gibi cirit atamaz oluyorlar; kadınlar ve çocuklar üzerindeki sınırsız egemenliklerine halel geliyor. O yüzden değiştirilmesini istiyorlar. Dolayısıyla bütün bu kazanımların öteki tarafı da bu; ama böyle diye onlardan vazgeçecek değiliz. Ama kadınlar cenahını ya da ezilenler cenahını görmezsek, oradaki ikilemlerin ve çelişkilerin farkına varmazsak doğru taktikler ve stratejiler izleyemeyiz diye düşünüyorum. Doğru taktikler ve stratejiler içinse mutlaka bir araya gelmek ve konuşmak, tartışmak gerekiyor.  

         Sıra kamusal alana geldi, sosyal medyadan bir nevi kamusal alan gibi bahsediyorsunuz.

         Gerçek bir kamusal alan olduğunu düşünmüyorum. Çünkü kamusal alan, esas olarak yüz yüze karşılaşmaların uzamıdır. Oysa sosyal medya sınırları içerisinde gerçek anlamda bir karşılaşma yok. Anonim kalmak mümkün, herkes karşı tarafa atışta bulunup görünmeden geri çekilebiliyor; kolayca düşmanlık ve yalan imal ediliyor. Ne yalandır, ne hakikattir belli değil. Kimsenin kimseye güvenmediği, hiçbir yoldaşlık, bir araya gelme ilişkisinin olmadığı bir topluluk. Oysa bir yandan koşullar, çıkarları ve hedefleri ortak insanların, kesimlerin acilen birleşmesini gerektiriyor ama  öte yandan başka koşullar bunu tamamen yok ediyor. Birleşmek şöyle dursun daha da fazla ve incelmiş parçalanmalar yaratılıyor. İncelmiş derken kılı kırk yaran eleştirileri, eleştirinin ötesine geçen suçlamaları kastediyorum. Bu zaten iktidarların da insanları kıstırmaya çalıştıkları yer. Hem düşünmeyi hem de ortak eylemi yok ediyor, çünkü herkes sadece birbirine laf geçirmekle uğraşıyor. Sonuçta adalet arayışında en fazla birleşmesi gerekenler birbirlerine düşüyor.

         İlk yıllarında, sosyal medyanın karşılaşmaları kolaylaştıran ve kamusal alanı da zenginleştiren bir yanı oldu. Bana kalırsa miladı Roboski katliamından 15 Temmuz darbe girişimine uzanan bir süreç var. Ama görünürde ne olduysa Gezi’den sonra oldu; başlangıcıyla bitmesi arasında -“tarafların” araçsallaştırma denemeleriyle- üzerinde uzlaşılamaz bir konuya dönüştü.

         Evet, araçsallaştırılmak istendi ama bu sefer iktidar tarafından araçsallaştırıldı ve işe de yaradı tabii! Bir de milliyetçiliğin çok yükseldiğini, hem dünyada hem Türkiye’de, dikkate almak gerek. Ben bugün, mesela topluma İslamcılar-Laikler ekseninden bakmanın yanlış ve çok ezber olduğunu düşünüyorum, bugünkü koşullara karşılık gelmiyor. Bugün milliyetçilik, bütün kesimleri birleştiren ve bir anlamda en kolay savunulan, üzerinde ortaklaşılan bir şeye dönüştü. Bir yandan askeri vesayete karşı çıkmak hedefi ve pratiği ile gelen bir iktidar döneminde, bugün asker millet olmak sadece “beyaz Türk” diyeceğim kesimde değil hemen her kesimde mevcut bir şey. 

         Şimdi burada dindar muhafazakâr -İslamcı kesim diyelim- kesimin, kendi içindeki sınıfsal farklılaşmaya da bakmak lâzım. Bu anlattığınız hikâye bana bunu hatırlatıyor. Parantez içinde şunu söyleyeyim 2010-2011’de (tam tarihi hatırlamıyorum),  beni Arendt konuşmaya davet eden -muhafazakâr kadınların kurduğu bir  felsefe grubu- ve gerçek anlamda karşılıklı bir düşünme, tartışma imkânı bulduğum bir oluşum vardı. Tabii bayılarak gittim ve bayılarak geri döndüm, çünkü bu kadar güzel etkileşim sınıfta bile olmaz! Birkaç sene önce beni oraya davet eden, çok sevdiğim kadın arkadaşa, bu oluşumun encamını sordum ve dağıldığını öğrendim. Neden deyince “hocam çok zengin oldular, ondan” dedi. Şimdi 2000’ler sonrasında yeşil sermaye ile seküler büyük sermayenin giderek artan biçimde bir araya gelmesi olgusunu dikkate almazsan, Türkiye’yi Laikler-İslamcılar ayrımına sıkıştırmak eski ezberi tekrarlamaktan başka bir şey değil. Türkiye çok değişti. Kendisine dindar, muhafazakâr diyen kesim de acayip tabakalaşmış durumda; kendi içinden de “firavunlaşmak” vb. eleştiriler çıkıyor ama henüz çok cılız sesler, bunlar; keyfi neo-liberalizm herkesi satın alıyor!

 Demek istediğim artık yoksullukla dindarlık arasında öyle bir örtüşme görünmüyor. Tersine yeni bir muhafazakâr orta sınıf ortaya çıkıyor ve her şeyiyle yeni statüsünü göstermeye çalışıyor. Üstelik de epey görgüsüz bir şekilde! Türkiye gerçekten değişti. Ekonomiyi, siyaseti, hukuku ve bunlar arasındaki ilişkileri, değişimi görmeden Türkiye’yi doğru okuyabileceğimizi sanmıyorum. 

         O sesler muhafazakârların çocuklarından daha gür çıkıyor.

         Çıkıyor mu, keşke! Ama para herkesi satın alıyor gibi görünüyor. En son Diyarbakır, Mardin, Adıyaman’a gittik, gözlerime inanamadım. Şöyle ki, bana herkesin gözünde dolar işaretleri varmış gibi geldi. Mardin’e on beş sene önce gitmiştim, bir tek restoranda içki veriliyordu. Bu sefer Mardin’in çarşı caddesinde şarap evlerinden geçilmiyordu, bunu herkese anlatıyorum: Bir dükkanın vitrininde “Alkol yüzünden işini yapamıyorsan, işini bırak!” yazıyordu, bu derece!  Diyarbakır surları zaten perişan edildi, sanki Şanzelize’de geziyorum inanılır bir şey değil. Nasıl içime verdi, orada neler olduğu hatırlanmasın isteniyor. Aslında amaç besbelli kentin politik kimliğinin, politik hafızasının yok edilmesi. Çok ilginç bir şey daha, burada -İstanbul- o sırada Özgür Özel, bir Kürt sopranonun elini öptü diye kıyamet kopmuştu, Diyarbakır’da ise kayyum belediye Kürtçe pankart asmıştı! Gözlerime inanamadım. Keyfi liberalizm dediğim şey herkesi satın alıyor: Para para para!

         Ama bunun öteki yüzü tabii zengin-yoksul arasındaki uçurumun eskisine göre çok daha fazla artması. Yoksul feci yoksul. Antep’te mesela üç yüz bin Suriyeli göçmen olduğu ve çoğunun boğaz tokluğuna çalıştığı söyleniyor. Öte yandan gözle görülür bir zenginleşme var. Gerçi Antep hep zengin bir şehirdi ama bu kadar göze batmazdı. şimdi zenginliği şaşaayla göstermek moda anlaşılan. Gene yeşil sermaye-seküler büyük sermaye işbirliğine bağlayacağım. İslami kanatta da zenginleşiliyor ve bir yandan şaşaa lafta yerilse bile lüks tüketim teşvik ediliyor. “Zekatınızı verin ama yeşil sermaye işletmelerine verin” deniyor. Sonuçta değişen ya da uyarlanan kapitalizmin İslam’a değil, İslam’ın kapitalizme uyarlanması oluyor. 

         Zenginleşen İslamcı sermaye için şöyle bir şey söyleyebilir miyiz; kanıksadıklarında, belki de kaybetmekten korkmadıklarında bir iyileşme beklenebilir mi?

Doğrusu, bilmiyorum. Bu tek benci “her şeye benim hakkım var, başkası ne olursa olsunculuğun” çok yaygınlaştığı neo-liberal ortamda zor diye düşünüyorum. Meselâ benim bildiğim dinde zenginlik gösterilmez, gösteriş yapılmaz. İslamcı bir aileden gelmiyorum ama bütün çocukluğum, sakın sokakta bir şey yeme uyarısıyla geçti; alamayan imrenir, ayıptır denirdi. Tamam birileri hâlâ, şaşaa ayıptır diyor ama öte yandan zenginliğinizi gösterin de diyorlar. Dolayısıyla burada tuhaf bir yarılma hali, şizofrenik bir şey var sanki. Bir yandan da yoksulluk meselesi yakıcı halde. Kimse yoksulların varlığını inkar etmiyor, tersine yoksullara yardım için “fakir aile ziyaretleri” yapılıyor ve üstelik bununla övünülüyor. Bu da aynı olgunun bir parçası: Evet yoksulluk var ve onun varlığı benim zenginliğimi meşrulaştıran bir şey. Ben gidip “fakir aile ziyareti” yapacağım, sonra sosyal medyada bunu ilan edeceğim, herkes de  bana “vay vay ne kadar da hayırsevermiş” diyecek.

         Aklıma şu soru geliyor; İslamcılarla yoksul geleneksel-muhafazakâr insanları eşleştiriyor muyuz acaba? Birbirine karışması kolay çünkü.

         Eşleştirmiyoruz! Eşleştirmemek gerekir, tam da onu vurgulamak istiyorum ama orada da belli bir örtüşme de yok değil. Yoksullara yardım bir vatandaşlık hakkı, sosyal hizmet olarak değil hayırseverlik olarak yapılıyor. İktidarların, belediyelerin yardım dağıtması var ve bu onlara geri dönen, onları besleyen bir şey oluyor. “Bana oy vermezsen sana bir şey vermem” algısı ve pratiği söz konusu. Şimdi bu, normalin tersine dönmesi anlamına gelir. Normalde iktidarlar seçmene hesap verir ya da hesap vermeleri gerekir, buradaysa tamamen seçmen iktidara hesap verir hale geliyor: “Sen bana oy vermedin, ama ben gene de kazandım, öyleyse sana hiçbir şey yok”a dönüşüyor. Demek istediğim artık yoksullukla dindarlık arasında öyle bir örtüşme görünmüyor. Tersine yeni bir muhafazakâr orta sınıf ortaya çıkıyor ve her şeyiyle yeni statüsünü göstermeye çalışıyor. Üstelik de epey görgüsüz bir şekilde! Ezcümle şunu söylemek istiyorum Gülsüm, Türkiye gerçekten değişti. Ekonomiyi, siyaseti, hukuku ve bunlar arasındaki ilişkileri, değişimi görmeden Türkiye’yi doğru okuyabileceğimizi sanmıyorum.  Bu arada, her şeyi modernizme, Batıcılığa bağlamak da bir  başka ezber, kolaycılık. Olguları ve değişimi açıklamıyor. 

         Açıkçası kamusal alanda karşılaşabildiğimiz, konuşabildiğimiz ortamı da siyasetten çok toplumsal gayrete bağlıyorum.

         Doğru, zaten o karşılaşmalar olmasa Gezi’de öyle bir birlikteliğin olması mümkün değildi. Şunu hatırlıyorum, koca bir pankartın bir ucunda mini etekli, öteki ucunda başörtülü kızlar vardı ve hepsi bizim öğrencilerimizdi. O  fotoğrafla hep gurur duymuşumdur. Bak sana, 28 Şubat’tan sonra İstanbul Üniversitesi’nde hâlâ unutamadığım bir anımı anlatayım: Kemal Alemdaroğlu rektör ve başörtülü öğrencilerin girişini yasaklayan ilk üniversite bizimkisi. Benim o sırada daha yasaktan haberim yok, odamda ödev teslim edecek öğrencileri bekliyorum . Doktora sınıfından çok sevdiğim bir  örtülü öğrencim de o gün ödevini getirecekti (ödev Platon hakkındaydı, gayet iyi hatırlıyorum). Nizamiye’den telefon etti “Hocam beni içeri almıyorlar.” Ne demek bu, nasıl olur böyle bir şey deyip hemen Nizamiye’ye gittim, bir yanlışlık oldu her halde diye düşünüyorum saf saf. Ama hakikaten yasaklanmış. Öğrencim ağlıyor, karşısında ben ağlıyorum. Düşün şimdi, o sırada ve sonrasında da -kadın olduğum için- elimi sıkmayan erkek öğrenciler okullarını, her şeylerini bitirdiler ama kızlar okuyamadı. O haksızlık duygusunu unutmam mümkün değil! Şimdiyse  Boğaziçi Üniversitesi hocaları ve öğrencileri aynı haksızlık duygusunu misliyle yaşıyorlar. En çok, geçmişte benzer haksızlıklara uğramış olanların şimdi onların yanında yer alması gerekmez mi? Maalesef onu göremiyoruz.

         Aslında muhalif olanı araçsallaştırarak kendi içinde eritmek iktidarların karakteri tabii ama her iktidar bugünkü kadar becerikli davranamıyor bu konuda. Dediğin gibi, burada bir muhalefet potansiyeli mevcut ama ne kadar fiiliyata geçecek, bilmiyorum. Merak ediyorum tabii hem sınıfsal olarak kendi içindeki dönüşümün ve tabakalaşmanın, hem de  özellikle kadınlarda ortaya çıkan hayal kırıklığının neye evrileceğini. Ama özellikle hukuki kazanımlar noktasında  kadınların epey bilinçli olduklarını düşünüyorum. Çünkü yasal hakları her kesimden kadın kullanıyor ve erkek şiddetine, cinayetine kurban gidenler de sadece seküler kadınlar değil. 

Özellikle bugün  bunun üstünde duruyorum çünkü şu son seçimlerden sonra, gene iyice can sıkıcı biçimde benzer bir terane başladı: “Cahil halk, cahil kadınlar işte gene bunlara oy verdi.” Sen onların öznel rasyonelini beğenmeyebilirsin ama kendileri pek güzel biliyorlar ve seninki rasyonel, onlarınki irrasyonel diye bir şey yok. Bu bence aynı zamanda ahlaki bir mesele!

         Aslında toplumsal cinsiyet sorunu İslami projenin dışına çıkarılacak olsa, bence modern yaşam ile İslami yaşam arasında pek bir fark kalmayacak. Gene olay dönüp dolaşıp kadınların bedenini, davranışlarını kimin kontrol edeceği, ahlaki davranışın sınırlarını kimin belirleyeceği noktasına geliyor: Cemaat mi, cemaatin parçası olan ataerkil aile mi, yoksa kadının birey-yurttaş olarak kendisi mi? Kadın, kendi kaderini belirleyecek bir özerk birey mi, değil mi, bütün olay o noktada cereyan ediyor.

         Herkes her türlü yeni, modern teknoloji ile övünüyor. Modernizme atıp tutanlar (erkekler diye okuyabilirsin) modernizmin getirdiği her türlü olanaktan ve araçtan pek güzel yararlanıyor, kullanıyor ama iş kadınlar üzerindeki kadim, eril denetime gelince orada duruluyor. Birden geleneksel kültürümüz, örf ve adetlerimiz güzellemesine geçiliyor. Bu da maalesef yüzlerce yıllık bir sorun olduğu için ve ayrıca bana sorarsan laik Cumhuriyet’in de “makbul kadın” projesinin bir parçası  olduğu için değişmesi en zor şey oluyor. 

         Hep, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e devreden ataerkillik zemininin, en önemli süreklilik noktası olduğunu söylüyorum. Bu bir “biraderlik sözleşmesi”ne yol açtı. Ama aynı zamanda burada temel bir farklılık da vardı, eski düzen ile yenisi arasında. Bu fark, Cumhuriyet’te laik bir hukukun – tek bir medeni kanunun- varlığı ve bunun kadınlar açısından yarattığı imkândı. Bunun altının da mutlaka çizilmesi gerek. Laiklik kişiye milliyetten, etnisiteden, aileden, cemaatten, vb. yani verili kimliklerden özgürleşmiş bir varoluş imkânı tanır kamusal alanda. O yüzden çok kıymetlidir, yüzlerce yıl boyunca sadece cemaatin ve ailenin bir parçası sayılan kadınlar için daha da kıymetlidir. Ama bu sadece bir imkândır; bu imkânın nasıl, ne kadar kullanılacağı verilen bireysel ve toplumsal mücadeleye bağlıdır. Ayrıca devletle din anayasal olarak ayrıldı diye otomatik bir kopuş olmaz. Üstelik “Türk usulü laiklik”te devlet dinden ayrıldığında, Şeriye ve Evkaf vekaleti kaldırıldığında hemen Diyanet İşleri Riyaseti’ni kurup dini devlete yeniden bağlıyorsun. Din, devlete kurumsal olarak bağlandığında kimin elinde nasıl bir araç olacağı hiç belli olmaz. Nitekim bugün Diyanet’in geldiği nokta açıkça ortada. Kadınlara geri dönecek olursak, laikliğin açtığı kamusal alanda var olma  imkânından kadınlar yararlandı, üstelik sadece seküler kadınlar değil. Tabii ilk başta orta sınıf kadınları için söz konusuydu imkân ama giderek herkes yararlandı ve bunun da farkındalar diye düşünüyorum.

         Kılık kıyafet devrimi olmasaydı dindar kadınlar daha hızlı dahil olabilir miydi? Çünkü laiklik algısının yanlış anlaşılmasının temelinde bu kılık kıyafet yasasının/uygulamalarının da etkisi unutulmaz.

         Ama şöyle düşün, kılık kıyafet zorlaması esas olarak erkeklere uygulandı, kadınların kıyafetine karışılmadı. Bu da daha önce söylediğim “makbul kadın” imgesiyle örtüşen bir şey: “Kadınlar esas olarak aileye aittir” algısı Cumhuriyet’te de devam etti. Yeşim Arat’ın söylediği gibi, kılık kıyafet değişimi erkeklere uygulandı, örneğin  şapka ve kravat erkeklerin  rejime sadakatinin sembolü haline getirildi. Kadınlara böyle bir zorunluluk getirilmedi, neden? Çünkü “vatandaş” esas olarak erkek; kadınlar da vatandaş kabul ediliyor ama daha ziyade sembolik anlamda, onlara hala özel alana aitler diye bakılıyor.

         O zaman şöyle, yanlış laiklik uygulamaları bahsettiğimiz “aileye ait kadın”a nasıl yansıdı?

         Şimdi orada sınıfsal bir şey var diye düşünüyorum çünkü Cumhuriyet’in erkek elitleri sonuç olarak modernleşmeci, Batıcı -en azından görünüşte- ama  evlerinde başka türlü davranıyorlar. Bugünkü Cumhuriyet elitlerine karşı gördüğümüz öfke, o dönemden başlayan bir şey. İktidarın merkezinden uzak tutulmanın öfkesi var. Ama kadınlar için çok bir şey değişti mi şüpheli çünkü onlar zaten iktidar merkezine uzaklar, bazı istisnalar dışında. Dolayısıyla erkekler aile içinde eskiden ne yapıyorlarsa onu yapmaya devam ettiler, haliyle. Cumhuriyet’in orta sınıf, meslek sahibi kadınları da ailede eskiden ne yapıyorlarsa yapmaya devam ettiler ama üstüne başka yükler yüklendiler. Eğitimli meslek kadını olmak istediler, oldular ama erkekler gene evde hiçbir şey değişmesin; zevce fedakar zevceliğini bilsin, bütün “ailevi” görevlerini yerine getirmeye devam etsin istediler. Kadınlar da  Cumhuriyet’ten çok şey kazandıkları için bu durumu büyük ölçüde kabullendiler, hatta  içselleştirdiler. Ama onları “Cumhuriyet’in uslu kadınları” oldular diye eleştirmek de haksızlık. Buna dikkat etmek gerekir. Çünkü ister muhalif olsunlar  ister olmasınlar bütün kadınlar elbette birer tarihsel özne olarak hem kendi kimliklerini inşa ediyorlar, hem de tarihin yapımına katılıyorlar.

         Özellikle bugün  bunun üstünde duruyorum çünkü şu son seçimlerden sonra, gene iyice can sıkıcı biçimde benzer bir terane başladı: “Cahil halk, cahil kadınlar işte gene bunlara oy verdi.” Sen onların öznel rasyonelini, değerlendirmesini beğenmeyebilirsin ama seninki rasyonel, onlarınki irrasyonel diye bir şey yok. Buna dikkat etmek bence aynı zamanda ahlaki bir mesele! Benzer biçimde, erken Cumhuriyet döneminde de kadınlar uzun bir süre “evet biz o yükleri kaldıracağız çünkü kamusal alanda görünürlük ve vatandaşlık her şeyden önemli” diye düşündüler muhtemelen. Tabii eğitimli olmayan, meslek sahibi olmayan kadınların öyle kamusal alanda görünürlük, illa yurttaş olmak gibi bir derdi yok, sınıfsallık derken onu kastediyorum, biraz bunları da düşünmek lâzım. 

         Bugün kadınların önemli bir kısmı eğitim olanağına sahip (kadın okur yazarlığının ve okullaşmasının erkeklere göre hala epey düşük olduğunu da unutmamak lâzım) ve haklarının giderek daha fazla bilincine  varıyor. Dolayısıyla  orada bir birliktelik, hakları savunma noktasında ortaklaşma imkânı var aslında. Ama kamusal alan diye bir şey neredeyse kalmadığı için biraraya gelemiyoruz. Kamusal alan biraraya geldiğin, bir şey söylediğin ama aynı zamanda dinlediğin; yani değiştirmeye çalıştığın kadar değişmeye de hazır olman gereken bir uzam. Sosyal medyada bu yok ki, sadece vuruyorsun ve bir tek ben doğruyum büyüklenmesi içine giriyorsun. Bu, “tek doğru, tek hakikat var, o da -her nasılsa!- sadece benim elimde” üstenciliğiyle de birleşiyor. Panzehiri ise, gerçekten karşılaşmalar, bir araya gelişler, gerçekten yüz yüzelik. Başka türlü ne karşılıklı güven ne de yoldaşlık mümkün! Zaten totaliter iktidarların tam da yapmaya çalıştığı şey toplumdaki karşılıklı güveni yok etmektir; çünkü o güven yok olduğunda ortak eylem imkânı kalmıyor. Peki nasıl yapacağız diyeceksin; karşılaşma mekanlarını ve daha çok da sokakta birlikte olmayı arttırmaktan başka çare yok ama o da çok zor. Çünkü çok cesaret isteyen bir şey; Türkiye’de maalesef çok bedeli var.

         Gene bir ara konuşuluyordu, bakın Brezilya’da insanlar sokağa çıkıyor, bizde olmuyor, filan. Ama Brezilya’da insanlar Gezi gibi bir yerde bir araya geldikleri için ömür boyu hapse mahkum edilme riskiyle karşı karşıya değiller. Oraya kadar gitmeye gerek yok aslında, şu  Kızıl Goncalar dizisi için koparılan kıyamete ve sonuçlarına bak! Şimdi bir de “toplumsal huzura muhalefet etmek” gerekçesiyle suçlanmak çıktı başımıza; Darülaceze’nin dizi çekimlerini iptal gerekçesi buymuş. Bu ilk başta sözünü ettiğim, kuralların ve yasaların her an değiştirilebilmesi durumuna, kanunsuzluğun yaygınlaşmasına ve keyfi liberalizmin mütemmim cüzü olan keyfi hukuka (ona ne kadar hukuk denebilirse tabii) bağlanıyor. Her an yeni bir kural, yeni bir yasakla karşılaşabilirsin. İnsanlar hangi durumda başlarına ne gelecek bilmiyor. Ona rağmen özellikle kadınlar sokağa çıkıyor, her türlü riski göze alarak. 

         Şu da çok söyleniyor “yasalarda sorun yok uygulamada sorun var” buna ne diyorsunuz?

         Doğru ama şimdi durum onun ötesine geçmekte, çünkü yasalarda da gedikler açılıyor, yasaların değişmesi söz konusu ve yeni bir anayasa tartışması gündemde. 20-30 sene öncesinde “aman yasalar da neymiş önemli olan uygulama” diyerek yasal düzenlemeleri küçümseyenler vardı, feministler arasında da. Oysa yasalar birer maniveladır, hakların kullanılabilmesi açısından. Yasanın olmadığı yerde referans vereceğin, dayanabileceğin bir şey yok. Nitekim şimdi geldiğimiz nokta -esas olarak beğenmediğimiz- anayasayı uygulayın deme noktası. Ve o da daha kötüye gidecek biçimde değişebilir. Gene esas olarak “zurnanın zır zırt dediği yer” laiklik  ve orada gedik açılması doğrudan kadınlara yönelik bir tehdit. Hatta tek hukuk yerine -İsrail’de de olan- ikili hukuk sistemini açıkça savunanlar var. Kadınlar için feci sonuçlar doğuracak bir şey. 

         İnsanlar arasındaki sessiz anlaşmanın -etik, ahlak vs.- toplumsal hukukun da bozulduğuna/dönüştüğüne dair de bir duygu da var.

         Doğru, bunların hepsi birbiriyle ilişkili. Ama onların temelinde ekonomi, siyaset ve hukuk var, hep onu vurgulamaya çalışıyorum: Ahlak çöktüğü için öteki şeyler çökmüyor; ekonomi, siyaset ve en başta da hukuk çöktüğü ya da zarar gördüğü için ahlak çöküyor. Toplumsal sözleşme bütün dünyada değişiyor. Yirminci yüzyılda, özellikle ikinci Dünya Savaşı sonrasında, hem bir eşit yurttaşlık ve hem de siyasi hakları sosyal haklarla tamamlamaya yönelen bir tür toplumsal sözleşme geçerliydi. Artık öyle değil. Zaten sosyal haklara sahip yurttaşlık kavramı iyice gözden düştü. Pandemiden sonra biraz değişti ama; en neo-liberal devletler bile bazı sosyal müdahalelerde bulunmak zorunda kaldılar. Gene de esas yaygın olan, herkesin soyutlanmış  bir monad olduğu, kendi kendinden sorumlu olduğu anlayışı. Eğer yoksulsa kendi sorumluluğudur. Onlara da bazen yoksul yardımı, fakir aile ziyareti filan yapar, böylece hem kendi statümüzü yükseltir hem de vicdanımızı rahatlatırız. Bu, eski toplumsal sözleşmenin ne kadar değiştiğini gösteriyor. 

         “Yeni koşullarla karşı karşıyayız ve dünya bizim bildiğimiz dünya olmaktan uzun zamandır çıktı, buna karşı bir anlama çabasına girişmedik ve apışıp kaldık.” 2017’de söylüyorsunuz bunu ve eminim ilk tespitiniz çok daha öncedir. Anlama çabasının metodolojisini konuşabilir miyiz?

         Anlama çabası en  başta dinlemeye dayalı bir şey. Hep söylüyorum, adalet duygusu da dinlemekten kaynaklanır. Ötekini dinlemediğimiz, ötekine kulak vermediğimiz zaman anlamak da, doğru yargıda bulunmak da mümkün değil. Karşılaşmalar, yüz yüze gelmeler, bir araya gelmeler o yüzden çok önemli ve anlamayı derinleştiren, genişleten şeyler. Kant “genişletilmiş zihin”den bahseder, Arendt de “başkasının zihnine konuk olmak” der. Başka birisinin zihnine konuk olmak, orada kalmak değil, o başkasının/ötekinin neyi nasıl  düşündüğünü anlayıp sonra kendi zihnine geri dönmek ve olguları mümkün olduğunca çok farklı pencerelerden bakarak değerlendirmek… Arendt, “Tek bir pencereden bakıldığında ortak dünyanın sonu gelmiş demektir” diyor. Ne kadar haklı. Mümkün olduğunca çok farklı pencereden bakmaya çalışmak, mümkün olduğunca çok ve çeşitli zihne konuk olmak ama sonra bütün bunları göz önünde tutarak kendi aklımızla olguları değerlendirmek… Ondan sonrası da dünya için sorumluluk alıp eyleme geçmek.

         Yani anlamak, hoşluk olsun veya iyilikseverlik olsun diye değil, doğru değerlendirmenin açtığı yoldan giderek ortak eyleme geçebilmek için yapılan bir şey. Anlamadığımız bir şeyle nasıl baş edebiliriz, nasıl doğru mücadele edebiliriz? Bu anlama çabasının yitimi hakikaten çok tehlikeli; çünkü insanlar birbirlerine duvarlar çekiyor ve içinde bulunduğumuz koşullar da o duvarların daha da yükselmesine yol açıyor. O zaman her birimiz, kendi küçük dünyamızda sıkışıp kalıyoruz ve eylemsizlik için kendi kendimize mazeretler uyduruyoruz ve bunlar hep kendimizi haklı çıkaracak mazeretler oluyor. Nitekim sosyal medyada gördüğüm şey de o, herkes sadece kendi haklılığıyla uğraşıyor, kendi haklılığının mağrurluğunu yaşıyor. Bu başlı başına anlamayı zorlaştıran, hatta düşünmeyi yok eden  bir şey. 

         Ben düşünmek ile anlamayı birbirinden hiç ayırmıyorum. Hannah Arendt “Tehlikeli düşünce yoktur, düşünmenin kendisi tehlikelidir” der. Neden, çünkü sahiden düşündüğünüz vakit, anlamaya çalıştığınız vakit olguları gerçekçi bir şekilde değerlendirebilirsiniz ve o zaman kendinizle tutarlı olmak adına eylemde bulunmak zorunda kalabilirsiniz. O da tehlikeli bir şey, hep biliyoruz,  bedeli var. Ama yapmadığımız veya yapamadığımız zaman da işte böyle canımız sıkılıyor.

         Yukarıda söylediğiniz “zaten iktidarların da istediği bu zihin dağınıklığı, kimsenin kimseye güvenmeme hali” demiştiniz şimdi daha netleşti.

         Bu hem zihin dağınıklığı hem de ne yalandır, ne hakikattirin  birbirine karışması. Sürekli bir yalan imalatı ve manipülasyon var; sonuçta ne oluyor? Kimsenin hiçbir şeye inanmaz olduğu, kimsenin kimseye güvenmediği bir durum ortaya çıkıyor, tam da  anlam yitimi denen şey! Bir anlamsızlık denizi içinde kayboluyor ve yönünü kaybediyorsun. O da haliyle eylemsizliği getiriyor, bir tür paralize olma durumu. İktidarların en işine gelen şey. Bütün totaliter iktidarların yurttaşlar arasındaki güveni yok etmeye çalışmakla işe başlaması tesadüf değil.

         Mesela Kürt veya sığınmacı düşmanlığında görebiliriz;  en ufak bir şeyde başkalarını suçlamakta, hatta linç etmekte görebiliriz; meselâ komplo teorilerinin kol gezmesinde ve sürekli günah keçileri yaratılmasında görebiliriz. Manipülasyon ve yalan imalatı sonucunda ulaşılan anlamsızlığı, yönsüzlüğü anlamlandırmaya çalışmak için komplo teorileri üretiliyor; o zaman her şeye kolay bir cevap bulunuyor ve rahat ediliyor. Dikkat edilirse hep bir başkası sorumlu; hiç “ben acaba ne yaptım, benim sorumluluğum ne?” diyen yok. Hep başkasına projekte ediliyor sorunlar, hep iç ya da dış düşmanlar var, fark etmiyor. Hep onlar sorumlu, ben pir-u pak durumdayım, bunu getiriyor sonuç olarak ve hakikaten aramızdaki dünyayı yok ediyor.

Dindar ya da feminist değil, kadınlar arasında çok çeşitli farklılıklar var. Salt İslami-muhafazakâr ya da seküler feminizme sıkıştırmamak gerekiyor. Özellikle feministler için tekrarlamak isterim; tek bir kadın kategorisi varmış gibi davranmak kadar yanıltıcı bir şey yok. Dolayısıyla o farklılıkları görüp tanıyıp, onlara rağmen birlikte hareket etmeyi öğrenmemiz  lâzım.

         Dünya artık bizim bildiğimiz dünya olmaktan çıkmış derken çok eskide kalmış kavramlara geri döndüm: özgürlük, eşitlik, kardeşlik/hürriyet, müsavat, uhuvvet.

         Hâlâ özgürlük, eşitlik ve kardeşliğin çok önemli kavramlar olduğunu düşünüyorum. “Kardeşlik”e şerh düşüp uzun süre “erkek kardeşlik”/biraderlik  olduğunu hatırlatarak, tabii.  18-19. yüzyılın özgürlük ve eşitlik hayali 20. yüzyılda gerçekleşmedi ama ortadan kalkmadı ve 21. yüzyıla devroldu; gerçekleştirmek yeni kuşakların sorumluluğu. Çünkü bu hayal bütün insanlığın ortak değeri ve gerçekleşemez diye bir şey de yok. Onun için mücadeleye devam etmek gerek. Gene kamusal alana döneceğim; özgürlük hem bireysel hem kamusal alanı kapsar tabii ama esas deneyimlendiği yer kamusal alandır. Yurttaş olarak var olabildiğin, görünür olduğun, kim olduğunu -kimliğini- inşa ettiğin ve hem kendine hem başkasına gösterdiğin, görünür olduğun yer orasıdır. Örneğin Yeniden Refah Partisi’nin son seçimde yaptığı çok tipik: Kadın adayların yüzünü kapattı, çünkü kadınların kamusal alandaki varlığına, görünürlüğüne karşı. Bu da bize kadınların kamusal alanda hak sahibi olmalarının, görünür olmalarının ne kadar önemli olduğunu bir kere daha gösteriyor. Özgürlük, kendi seçimlerimizi yaparak kim olduğumuzu inşa edebilmek ve başkalarıyla birlikte eylemek, canının istediğini yapabilmek değil. 

         Sosyal medya, özgürlük hissiyle birlikte canının istediğini yaptığın izlenimi de veriyor.

         Tam da buna geliyordum, üstelik çoğu kez yalan olduğu da belli. Bir görüntü sunuluyor sosyal medyada; görünüşte  herkes güzel, herkes  mutlu ama aslında yerlerde sürünüyormuş ne gam! Şimdi her kesimde şatafatı ya da düşmanlığı göstermek doğal bir şey gibi oldu, İslamcılar da dahil her kesimde mevcut. İnsan, kalp krizi geçirene nasıl “bak işte Allah’ın gazabı” diyebilir, bu nasıl İslam’la bağdaşır? Bu tamamen fanatik ideoloji. Fanatizmin solcu sağcısı yok; köktendinciliğin de sadece İslami olanı değil Hristiyan olanı da, Yahudi olanı da var. Karşındakine, düşman bellediğine ne söylersen, ne yaparsan mübah anlayışını gerçekten inanan insanların nasıl kabullendiğine inanamıyorum. 

         Muhtemelen onlar da “bunun İslam’la alakası yok” deyip “umursamıyor”lar. İslam’la alakası yok çünkü.

         Ama bu yaygınlaşıyor ve genç kuşağa da örnek oluyor. Benim gördüğüm, olan biten bir sürü şeyin zaten  İslam’la alakası yok. İnsanların birlikte olmasının göstergesi uhuvvet nerede kaldı? Meselâ İhsan Eliaçık ve arkadaşlarının “yeryüzü sofrası” fikri -onu da yasaklıyorlar- hayalimdeki yeni toplumsal sözleşmeye çok uyuyor. “Yeryüzü kimseye ait değildir ama sorumluluk herkese aittir” diye bir konuşma yapmıştım böyle bir toplumsal sözleşme hayalini içeren. Bunları konuşabiliyor olmak da belki bir ümitlenme meselesi.


         Daha özelde, seküler ve dindar feminist kadınların karşılaşma alanları 90’ların sonu, 2000’lerin başından itibaren nerelerde ve nasıl daralıp genişledi?

         2000’lerin başından sonra genişlemeye başladı Gezi’ye kadar iyice genişledi. Ondan sonra herhalde bu FETÖ darbesiyle bir daralma oldu. Aynı zamanda -gene sınıfa bağlayacağım- İslami kesimin zenginleşmesiyle de ve iktidarla daha çok bütünleşmesiyle meydana gelen bir daralma oldu. KADEM’in başlangıcı bambaşkaydı, şimdi geldikleri nokta bambaşka. Dolayısıyla oralardan değil de belki başka yüz yüze gelmelerden yeni bir şey çıkarsa çıkar. Onun da yolunu ben bilmiyorum.

         Bir de şunu da söyleyeyim Gülsüm bak, dindar ya da seküler veya feminist her ne olurlarsa olsunlar kadınlar arasında çok çeşitli farklılıklar var. Salt İslami-muhafazakâr ya da seküler feminist farklılığına sıkıştırmamak gerek. Özellikle feministler için tekrarlamak isterim; tek bir homojen kadın kategorisi varmış gibi davranmak çok yanıltıcı. Dolayısıyla o farklılıkları görüp tanıyıp, onlara rağmen birlikte hareket etmeyi öğrenmemiz  lâzım. Çünkü bir takım dernekler ve koalisyonlarda kadınlar arası farklılıklar sanki yokmuş gibi davranılıyor, halının altına süpürülüyor -sonra bir yerden kötü bir şekilde patlak veriyor o ayrı hikâye- oysa bunların farkına varmak, kabul etmek ama onlara rağmen birleşebilmek ve ortak hareket edebilmek lâzım. Ortak hareketin zemini varsayımsal bir kadın dayanışması değil, yok öyle bir şey! Dayanışma dediğin şey politiktir, ulaşılan bir şeydir; birlikte düşünerek, tartışarak belli hedefler belirleyip belli projelerde birleşirsin. Her konuda aynı düşünmek zorunda değilsin, aynı çıkarlara da sahip olmayabilirsin ama belli dönemlerde bazı çıkarlarda, hedeflerde ortaklaşabilirsin. Meselâ laik tek hukuku savunmak bence bugün bütün kadınları birleştiren, birleştirmesi gereken bir şey. Ama bu demek değil ki kadınlar arasında her şey güllük gülistanlık.

         Şunu ümit edebilir miyiz peki; önceki -sekteye uğrayan- karşılaşmalarımız ve ortaklıklarımızda birbirimizi tanıdık, farklılıklarımızı biliyoruz bundan sonraki karşılaşmalarımız daha sahici ve sürekli olabilir mi?

         Sen iyimsersin ama ben senin bildiklerini tam bilmiyorum ve o yüzden  bir genelleme yapamıyorum. Keşke dediğin gibi olsa diye düşünüyorum, tabii. Ben de sana sordum ya; hem bu firavunlaşma meselesi hem bu kadınların hayal kırıklığı meselesi ne kadar yaygın, sen daha iyi biliyor olabilirsin. Dolayısıyla senin ümidini kırmak istemem.

         Yalnız, hakikaten gözümüzün önünde çok şey değişiyor, meselâ bugün söylediğimiz şeyler iki sene sonra geçmişe ait bir şey olabilir. Beni en çok çarpan olgulardan biri bu hızlı değişim, Türkiye’deki. Gözümüzün önünde cereyan ediyor ve bunu aynı hızla anlamak, değerlendirmek o kadar kolay değil. İşte birazcık kongrelerde, konferanslarda bildirileri dinliyorum, okuyorum, onun dışında saha araştırmalarından biraz ipuçları alıyorum ama bunlardan çıkarsadıklarım maalesef beni gene kanunsuzluk ve devlet aygıtının topyekün kriminalleşmesi ve zor aygıtının daha fazla kullanılması tehlikesine gönderiyor. 

         Ne olmalıyı çok iyi biliyorum, dönüp dolaşıp gene kamusal alanda var olmak, sokakta birlikte var olmak, ortak hedefler için birleşmek… Söylemesi kolay, yapması zor! Aslında anayasanın uygulanmaması, yasalarda yapılmak istenen değişiklikler vb sadece kadınları değil erkekleri de birleştirmesi gereken bir tehdit. Belki bunu da açmak lâzım, bu değişiklikler öncelikle  kadınları hedef alıyor doğru, ama anayasal ve yasal  değişiklikler sadece kadınları değil tüm toplumu ilgilendiriyor ve demokrasinin tam göbeğinde yer alıyor. Dolayısıyla erkeklerin bunun daha fazla farkına varması, sadece kadınların sorunuymuş gibi görmemeleri lâzım. Bizim de -kadınlar- biraz dilimizi ve ezberimizi değiştirmemiz gerekiyor. Otuz sene öncesinin ezberi ile konuşmamak lâzım. Bugün aynı konumda değiliz; yalnızlaşmamaya ve ilkeli biçimde ortak hareket etmeye çalışmak can alıcı bir sorun.

Bir de özellikle sağ popülist iktidarlar, erkeklerin yaşadığı  her türlü yoksulluğun, yoksunluğun, dezavantajın faturasını kadınlara düşmanlıkla çıkarmasını teşvik ediyorlar. Bu zaten ataerkil sistemde hep var olan bir şeydir ama bugün feci boyutlara vardığına tanık oluyoruz. Örneğin Amerika’da ilk defa bir kadını, sırf kadın olduğu için öldürdüler. Yani namus, kıskançlık ya da başka bir gerekçe yok, sadece kadın olduğu için… İşte Redpill ya da Blackpill denen -tamamen kadın düşmanlığına dayanan ve kadına yönelik şiddet ve öldürmeyi savunan- erkeklik cemiyetleri her yerde yaygınlaşıyor. Gerekçeleri, başlarına gelen her türlü belanın “hadım edici kadınlar” ve onları koruyan yasalar yüzünden olduğu. Esas Amerika’dan çıktı ama başka yerlerde olduğu gibi  Türkiye’de de başlamış. Batı taklitçiliğine karşı çıkanlar buna da karşı çıksalar ya! Ama hayır, tam tersi oluyor, çünkü erkek egemenliği bütün erkeklerin çıkarına. Kadına yönelik şiddetin kadınların değil, erkeklerin sorunu olduğunu gösteren en açık örnekler bunlar. Ve bunlar üzerinde düşünüp mücadele etmek sadece kadınların sorumluluğu değil. 

- Advertisment -