Birkaç ay önce Serbestiyet’te kaleme aldığım “Yeni ittihatçılığın müsvedde tarihi” başlıklı dizinin beşinci bölümünde, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “yerli ve millî”yi ilk olarak 7 Haziran (2015) ve 1 Kasım (2015) seçimleri arasında kullandığını hatırlatmış, şöyle devam etmiştim:
“Tesadüf değildi. Erdoğan 15 Temmuz darbe girişiminden önce muhafazakâr kitleleri ‘millîliğe’ davet eden bir dil geliştirmeye [zaten] başlamıştı; iktidarını artık laiklik temelli kutuplaşma üzerinden götüremeyeceğini anlamıştı, ‘millîlik’ çok daha elverişli bir kutuplaşma imkânı vaat ediyordu. Ve kararını verdi: Türkiye siyasetindeki temel saflaşma eksenini ‘laiklik’ten ‘millîliğe’ çevirecekti.”
Takip eden yazılarda da bu ‘nüve’nin sonraki yıllarda nasıl gelişip ittihatçı bir devlet yapılanmasına demirlediğini anlatmıştım.
Etyen Mahçupyan seçim sonuçlarını ele aldığı bugünkü yazısında, 2015’te verilen bu karardan itibaren devletin yeniden nasıl yapılandırıldığı üzerinde çok durduğunu fakat bunun muhafazakâr ve milliyetçi kesimlerin üzerindeki etkisini ihmal ettiğini yazdı: “Meğer asıl dip dalga Yeni İttihatçılık imiş…”
“Bu unsuru atlamış olmam garip, çünkü neredeyse bir yıldır bu konuyu yazıyorum. Ne var ki ben gözümü daha ziyade siyasi iktidara ve onun devlet içi ortaklarına çevirmiştim. Oysa yazdığım makalelerde Türkiye halkının niçin ‘doğal’ bir itki ile kendisini İttihatçılığa yakın hissedeceğini anlatmıştım.”
Mahçupyan bunu ‘ikinci yanlışı’ olarak zikrediyor. “Birinci yanlışım” dediği şey de zaten bunu neden göremediğini anlatıyor:
“Benim birinci yanlışım tomurcuklanan ‘iyi ve normal bir hayat arayışı’ olgusunun az veya çok genele şamil olduğunu varsaymak oldu. Türkiye’nin alt ve orta alt sınıfları içinde, kendini ifade ettiği için gözlemlenebilen bir toplumsal kesit yanında, bir de kendini ifade etmediği ölçüde gözlemden kaçan bir toplumsal kesit var. Ben gözlemlenen kesitin diğerini temsil ettiğini, benzer bir dinamiğin diğerinin içinde de işlediğini düşündüm. Ancak öyle olmadığı anlaşılıyor…”
O dip dalga var ve nihai belirleyici o olacak
Erdoğan, “yerli ve milli”yi önce devlet içinde inşa etti (teorik dönem). Sözünü ettiğim dizi yazılarımda bunu örneklerle anlattım. Birinci Dünya Savaşı’nın “aslında hâlâ sona ermediğini” söylemesi, “Kapanmamış bir parantez”den söz etmesi, bunun “kilidinin” de Misak-ı Millî olduğunu savunması, sonraki Misak-ı Millî vurguları ve nihayet “Lozan’ın da ‘Türkiye’nin Misak-ı Millî meselesi’ne dair” olduğunu söylemesi, bunlar hep devlet içindeki ittihatçı eğilimlere selâm hamleleriydi.
Sonra, işte bu duyguyu toplumdaki hâkim duygu haline getirmek için yıllardır süre gelen, seçim öncesindeki somut “milliyetçi kazanımlar” gösterisiyle zirveye çıkan siyaset bütün haşmetiyle uygulanmaya başladı. (Televizyonlardaki, bu sürece eşlik eden Ertuğrul, Barbaros vb. dizilerin etkisinin payını da unutmamak lazım.)
Fakat bütün bunlar bizi dindar-muhafazakâr kesimlerde, son haftalarda Serbestiyet’te çok sayıda örneğini verdiğimiz başka bir ‘dip dalga’nın daha var olduğu hakikatinden uzaklaştırmasın; bu, onlara karşı da büyük bir haksızlık olur. (Bu arada yaşanan hayal kırıklığının şu âna kadar ‘makarnacılar’ söyleminin uç vermesine neden olmadığını memnuniyetle kaydetmek isterim.)
Fakat benim bu son rezervim de, seçim öncesi çapını tahmin edemediğimiz milliyetçilik dip dalgasının bu seçimin esas belirleyicisi olduğu gerçeğini gölgelememeli.
Ben kendi payıma seçim sonuçlarından şu dersi çıkartıyorum: Bundan böyle, yeni ittihatçı ideolojinin topluma nasıl ve hangi araçlarla ‘yüklendiği’ konusuna özel bir önem vereceğim. Başta televizyonlar olmak üzere (evet, televizyonların bu açıdan sosyal medyadan çok daha etkili bir rol oynadığını düşünüyorum), bu süreçte kullanılan araçları ve onların üretimlerini daha yakından izleyeceğim.
***
“Anketlere yansımıyor, sandığa yansıyor…”
BBC Türkçe bugün (15 Mayıs) ABD’deki Berkeley Üniversitesi öğretim üyesi ve yazar Prof. Cihan Tuğal’le seçim sonuçlarını konuştu. Tuğal’in değindiği noktalardan biri de anketlerin yine büyük ölçüde yanıldığına dairdi:
“(…) Dikkatli olmamız gerekiyor çünkü bu, sadece Türkiye ile ilgili bir mesele değil. Brezilya’da, Macaristan’da, Amerika’da da herkes kendi iç dengeleri yüzünden bu hatanın yapıldığını düşünüyor. Dört farklı ülkenin dördünde de aşırı sağın kazanımları anketlere yansımıyor, sandığa yansıyor.
“Anketlerde aşırı sağın seçmen kitlesinin bir kısmının mahçup olduğunu, yaptıklarının arkasında duramadığını görüyoruz ama aşırı sağı destekliyorlar, bu ülkelerde çok genel ve yaygın bir durum.”
Seçimden bir gün önce Serbestiyet’te yayımlanan “Tercihini Gizleyenler Partisi ile Tercihini Çarpıtanlar Partisinin toplam oyu kaç” başlıklı yazımda, “modern” toplumlarda muhafazakâr partilerin ve siyasetçilerin “beklenmedik” başarılarını anketlerin neden ölçemediği konusunu ele almıştım. Yazının ana fikrini hatırlamak için spotunu burada tekrarlıyorum:
“Tercihlerimizi beyan ettiğimizde bunun bize ‘toplumsal baskı’ olarak döneceğini düşünüyorsak tercihimizi ‘gizleriz’ ya da ‘çarpıtırız…” Gizleme (otosansür) davranışı izaha muhtaç değil, “Tercih çarpıtması” ise kısaca “kişinin, algıladığı toplumsal baskılar karşısında isteklerini olduğundan farklı, hatta olduğunun tam tersi göstermesi” anlamında kullanılıyor. Kendinizi anketör karşısındaki denek olarak düşünün: Türkiye gibi kutuplaşmış bir ülkede tercihinizi açıkça beyan etmenin size ‘baskı’ olarak döneceğini düşünmeniz gayet anlaşılır; yeterince ‘cesur’ değilseniz bu durumda ne yaparsınız? Peki, anket şirketleri bunları ölçecek yöntemler geliştirmemişse ne olur?”
Yazıda tercihini ‘gizleme’ ya da ‘çarpıtma’nın bu seçimde nasıl ve hangi yönde işleyeceğini de ele almıştım. Düşünceme göre, bu, şu veya bu nedenle AK Parti’ye oy vermekten vazgeçmiş seçmenlerin davranış biçimi olabilirdi; vaz geçmiş, fakat bunu ifade ettiğinde çevrelerinden gelebilecek baskı nedeniyle tercihini ‘gizleyen’ ya da ‘çarpıtan’ eski AK Partililerin davranış biçimi…
Tersinin de mümkün olabileceğini fakat bunun ihmal edilebilir düzeyde kalacağını da şöyle ifade etmiştim:
“Teorik olarak tersi de mümkün tabii; yani aslında Erdoğan’a ‘oy vermeye kararlı’ olup da bunu açıkça söylemek istemeyen ve dolayısıyla anketler tarafından ‘yakalanamayan’ bir denek grubu… Fakat bunların öbür gruba kıyasla ihmal edilebilir küçük bir gruptan ibaret olduğunu söylemek yanlış olmaz.”
Cihan Tuğal bugün BBC’ye verdiği demeçte tercih gizlemesinin ya da tercih çarpıtmasının benim “ihmal edilebilir” dediğim yönde işlemiş olabileceğini söylüyor. Yani Erdoğan’a ‘oy vermeye kararlı’ olup da bunu ‘mahcubiyet’ hissi nedeniyle açıkça söylemek istemeyen ya da rakibine oy vereceğini söyleyen seçmenlerin varlığından söz ediyor.
Bu yazıyı yazmadan 10 gün kadar önce Gürbüz Özaltınlı’yla, bu seçimde oto sansürün ya da tercih çarpıtmasının işleyip işlemeyeceğini tartışmıştık. Gürbüz, bu seçmen davranışı biçiminin bu defa benim öne sürdüğüm tarzda değil de tam tersi yönde tezahür edebileceğini savunmaya kalktı fakat onu ‘ikna’ ettim. Sonunda, işlerse şayet, işte seçimden bir gün önceki yazımda işaret ettiğim şekliyle işleyeceği hususunda ‘anlaştık’…
Ve bugün Gürbüz Özaltınlı o konuşmayı hatırlatan şu notu attı bana:
“Seninle konuşmuştuk hatırlarsın; bu tercih çarpıtması veya sessizlik dediğimiz durum acaba sandığımızın tersine AKP’liler için geçerli olabilir mi diye bir şeytan sözcülüğü yapmıştım. Bugünün koşullarında hâlâ iktidara oy vermek, daha yadırganacak, ayıplanacak bir davranış olarak algılanabilir mi acaba diye bir soru kurcalıyordu kafamı. Sonra seninle beraber ‘yok yaa öyle değildir’ sonucuna varmıştık…”
Bu seçimde tayin edici bir rol oynadığı kanaatinde değilim; fakat Cihan Tuğal ve Gürbüz Özaltınlı’nın tanımladığı biçimiyle bir tercih gizlemesinin ya da tercih çarpıtmasının bazı seçmenlerin oyunda etkili olduğunu düşünüyorum.
Bu arada, seçimden bir gün önceki yazımda ileri sürdüğüm spekülasyonun çöktüğünü de tabii kabul ediyorum.