Kılıçdaroğlu’nun ikinci turu hâlâ alabileceğini düşünen biri olarak meramımı anlatayım.
Bu seçimlerin iktidar ve muhalefet açısından iki önemli kriteri vardı. Muhalefet, özgürlük alanın artarak daraltılması başta olmak üzere, ekonomik olarak çöküntüye giren ülkenin kıştan bahara ulaşması üzerine kurgulamıştı seçim vaatlerini.
Yüksek enflasyonla alım gücü büyük ölçüde düşen ve geleceğe dair umutları kaybolan memleketin, bahara ihtiyacı vardı öncelikle. Uzunca bir süredir kışı yaşayan Türkiye, Mevlana’nın “Bahar kışın koynunda” sözünden yola çıkarak baharı vadetti ülke seçmenlerine.
Kılıçdaroğlu’nun seçim öncesinde ve kampanya sırasında büyük bir hata yaptığını düşünmüyorum.
Hele Akşener’in masadan kalkması sonrasında yaşanan iki günde büyük bir liderlik özelliği göstererek rüştünü ispatladı. Katı laikçi, ulusalcı, devletçi CHP’yi dönüştürerek geniş kitlelere açması ise ayrı bir başarı. Bu dönüştürme her şeyden önce değişik tabanlara sahip partileri bir arada tutmayı sağladı. Normal bir ülkede bir araya gelmeleri imkansız gibi görünen altı partinin bir masa etrafında toplanmasının en önemli nedeni, özellikle son beş yıldır ülkeyi ‘tek adam’ nobranlığı ile yöneten Erdoğan’a karşı oluşan ortak motivasyondu. Bu ‘tek adamlık’ sürecinde alınan yanlış kararlarla birlikte çöken ekonomi, ülkenin orta sınıfının dahi yok olarak daha da fakirleşmesi muhalefetin elindeki en önemli kozdu. Bunu da kampanya sırasında iyi kullandıklarını söyleyebilirim.
Kılıçdaroğlu, sakin kişiliğini kampanyasına da yansıttı. Ülkenin içinde bulunduğu fakirleşmeye bağlı olarak işsizlik, liyakat, demokrasi, insan hakları sorunlarını ‘ortak akılla’ çözebileceklerini seçmenlere anlatmaya çabaladı. Bunu yapabilecek her partiden değerli ve deneyimli kadroları da vardı. Millet İttifakı ülkenin ‘ayrıştırılmaktan’ yorgun düştüğünü düşünerek, haklı olarak herkesi kucaklayacak, geçmişte muhafazakarların yaşadıkları kaygıları giderecek bir kampanya yürüttü. İttifakın içinde Karamollaoğlu, Davutoğlu ve Babacan’ın bulunması da bu kaygıların giderilmesi için en büyük avantajdı.
Her şeyin muhalefetin lehine görüldüğü bir seçim sürecinde, iktidarın, Cumhur İttifakı’nın, her ne kadar Erdoğan’ı ilk turda cumhurbaşkanı olarak seçtiremedilerse de mecliste çoğunluğu elde etmesini, havuç- sopa ilişkisine bağlıyorum.
Millet İttifakı’nın her iktidar adayı gibi seçmene vaatleri yüksek perdeden ama ayakları yere basan vaatlerdi. Yüksek enflasyon altında ezilen, çarşıya pazara çıkamayan geniş kitleler kendilerine uzatılan havucu büyük bir memnuniyetle kabul etti. Kendi adıma Kılıçdaroğlu’nun Kurban Bayramı’nda emeklilere vereceği 15 bin liralık ikramiye vaadini büyük bir memnuniyetle karşılamış; yakınlarıma, ‘Bu sene kurbanda danaya gireceğim…’ demiştim.
Kılıçdaroğlu’nun işçisinden, emeklisine, işsizinden, gençlerine, kadınlarına… hemen hemen her kesimde karşılık bulacak vaatlerine karşın, iktidar yirmi yıla yakın bir süredir yönettikleri ülkeyi son yıllarda yaptığı gibi kendilerinden olmayan herkese korku sopasını gösterdi. Kampanya süresince aşırı ‘ötekileştirici’ söylemler, ultra milliyetçilik ve sürekli aba altından gösterilen korku sopası, ve ‘biz gidersek, daha kötü olur…’ söylemi seçmende karşılığını büyük ölçüde buldu.
Bu gerçeklikten kopuk durumu biraz da toplumun yetiştirilme yapısına bağlıyorum. Çocukluğundan itibaren sopa gösterilerek korkutularak yetiştirilen bir toplumuz. İnsanlar üzerinde havuç vererek ödüllendirme yerine korkutmak daha etkili oldu. Şöyle ki; bir işe giriyorsunuz, çalışmanınız karşılığında patronunuzdan zam istiyorsunuz, işveren size zam yerine korku sopasını kaldırıyor. Sizin yerine çalışacak komşunuz, arkadaşınız, başkaları var o işte. Maden kazalarında, ölen işçilerin arkadaşları ‘madenler kapatılırsa halimiz ne olur’ söylemiyle korkutulmadı mı? İşte, okulda sokakta hayatın her alanında bu korku sopalarıyla yaşayan toplumun büyük çoğunluğuna karşı iktidar elindeki en etkili silahı kullandı. “ Biz gidersek, her şey çok daha kötü olur, ülke bataklığa sürüklenir” korkusunu yaydı. Bu korku sopası seçmen üzerinde vaatlerle verilen havuçtan çok daha fazla etkili oldu.
Alacağı zamlı maaş daha pazara gitmeden eriyen, işçiler, memurlar, emekliler kendi kişisel bekalarından çok iktidarın geniş kitleleri bir arada tutmak için ürettiği, ‘ülkenin bekası’ söylemine daha çok değer verdi. Bir yakınımın “ Ülkemin bekası için kuru ekmek bile yemeye razıyım” sözünü gerçek dışı bulsam da, bunun ciddi bir karşılığının olduğunu seçim sonuçlarında gördük.
Seçim sonrası çocukluk arkadaşım “Sizler için üzülüyorum. Sorgusuz sualsiz peşinden gideceğiniz bir lideriniz yok..” diye yazdı. Arkadaşın ‘benim için üzülme’ hadsizliğini bir tarafa bırakacak olursak, sorgusuz sualsiz her dediği mutlak kabul gören Erdoğan’ın, geniş kitleleri bu şekilde sürükleyebilmesini de toplumun genlerine işleyen ‘Başkaları gelirse halimiz çok daha kötü olur’ korkusuna biat etmesinden kaynaklandığını söyleyebilirim.
Sonuç olarak, memleketin topraklarına nüfuz eden ‘korku sopasıyla’ yönetme işi bir kez daha etkili oldu. Hayatın her alanında şu ya da bu şekilde korkutularak büyüyen insanlar kendilerine uzatılan havuç yerine sopayı tercih etti. Ne de olsa o daha tanıdık ve bildikti. Ülke seçmeni toplumun isteklerini yerine getirmek için halkına ‘söz veren’ muhalefetin söylemlerine yeterince karşılık vermedi. Sopa göstermek korkutmak, havuç göstermekten daha etkili oldu.
Yine de enseyi karartmamak lazım. Önümüzde, cumhurbaşkanlığı seçimi var. Ortak akıl devreye girer ve bakarsın bu kez havuç kazanır.
Hem ne der Kemal Burkay, “ Belki şehre bir film gelir, bir güzel orman olur yazılarda. Hadi gülümse.”