İyimserlik ancak gerçek tablonun gerçek bir tasvirinin üzerine oturtulursa kof ve yanıltıcı olmaz. Kapkara bir tablonun değişmeye başlaması umudunun berhava olduğu ağır bir seçim yenilgisinin ardından küçük de olsa umut veren gelişmelere tutunmak anlaşılabilir bir insan davranışı. Siyasette olup bitenlere “ya evet ya hayır”cıların hiçbir zaman gönül indirmeyeceği ‘nispîlik’ ölçüsüyle baktığımızda yeni Cumhurbaşkanlığı kabinesi elbette öncekinden ehven ve buradan iktidar karşıtları için de umutlu bir ruh hali peydahlamak mümkün. Ben de öyle yapanların arasındayım, ben de buradan bir iyimserlik peydahlıyorum ama iktidarın bu dönemde de devam edecek olan ana yönelimini (kutuplaştırma, baskı, sertlik, dışlama) görünmez kılacak bir iyimserliği de kof, yanıltıcı ve tehlikeli buluyorum; çünkü Erdoğan yeni kabinesini, yeni dönemde de elinde tutmaya devam edeceği sopayı görünmez kılmak için kurdu.
Erdoğan’ın yeni dönemi şapka çıkartılacak bir ince ayarla kurguladığını düşünüyorum. Önceki dönemde, gûya ülkenin tehlikede olan bekasını esirgemek için kendisinin yanısıra kabinesinin tamamını toplumun yarısının şeytanlaştırılmasına koşmuştu. Bu yeni dönemde ise anlaşılan işin o kısmı (‘dava siyaseti’) sadece kendisinde olacak, buna karşılık kabinesi “siyaset dışı”nda kalıp ülkeyi toparlamaya çalışacak.
Yanılmışım, ‘dava siyaseti’ tek başına seçim kazandırabilirmiş
Erdoğan’ın son seçim galibiyeti tipik bir ‘dava siyaseti’ zaferi oldu ve dava siyasetinin günümüz dünyasındaki, günümüz koşullarındaki geçerliliği hususunda benim dört yıl kadar önce dile getirdiğim görüşü tekzip etti.
Dava siyasetini, toplumsal talepleri ve halkın refahını karşılamaya odaklanmış daha iddiasız (gösterişsiz), daha ‘mikro’ bir siyasetin karşıtı olarak tarif ediyorum. Çok zor ekonomik koşullar altında bile seçim kazandıran bu formülün yeni bir seçime 10 ay kala terk edileceğini düşünmek akıl dışı; dolayısıyla Erdoğan’ın kabinesine bakarak (bazıları “eh, muhalefet de tuş olduğuna göre” diye ilave ediyor) önümüzdeki dönemde sakin, yumuşak bir Erdoğan izleyeceğimiz beklentisinin karşılık bulmayacağına inanıyorum.
‘Dava siyaseti’nin Türkiye toplumunun mevcut gelişmişlik aşamasında işlemeyeceğine dair artık geçersizleşmiş görüşümü, DEVA Partisi’nin kuruluş hazırlıklarının verdiği ilhamla kaleme aldığım birkaç yazıda dile getirmiştim. Şu cümleler “Taban tabana zıt iki tarz-ı siyaset: Erdoğan ve Babacan” başlıklı o yazıdan:
“’İki tarz-ı siyaset’ derken, Erdoğan’ın son dört-beş yıldır sürdürdüğü ateşli ‘dava siyaseti’yle, Babacan’ın partisinden istifa mektubunda ortaya koyduğu ‘toplumsal taleplere odaklı’ sakin siyaseti karşılaştırıyorum.
“Aynı maçı seyreden herkes ille aynı noktaya odaklanmaz. Kimi öncelikle iki takımın iki yıldızının maçta neler yapacağına bakar, kimi de alt yapıdan yetişmiş gençlerden oluşan takımın mı yoksa yığınla para dökülerek oluşturulmuş takımın mı üstün geleceği noktasına odaklanır…
“Ben, önümüzdeki ayların ve yılların merak edilen maçını özellikle bu açıdan takip edeceğim: Halk, hangi siyaset tarzına meyledecek? Bölge liderliği, ümmet birleştiriciliği, beka koruyuculuğu gibi ‘büyük’ (mega) siyasetlere mi, yoksa demokrasi, kalkınma, refah, hukuk gibi ‘heyecansız’ hedefler öneren siyasetlere mi?
“Türkiye siyasetinde önümüzdeki maçlar -Cumhuriyet Halk Partisi’nin de ‘büyük laiklik davası’ndan ibaret programını (bu, CHP’nin laikliği bir değer olarak savunmaktan vazgeçtiği anlamına gelmez tabii) yeniden gözden geçirmekte olduğunu da hesaba katarsak- iki siyaset tarzının mücadelesi şeklinde cereyan edecek: Bir tarafta ‘büyük’ davalar siyaseti, öbür tarafta ‘küçük’ toplumsal taleplere odaklı siyaset.
“Umalım ki toplum ikinciyi tercih etsin ve bu görevi verdiği siyasetçilerin 200 yıllık geleneğin iğvasına kapılmasına bu defa izin vermesin…”
Dediğim gibi, dört yıl evvel kaleme alınmış bu yazıdaki tahminim de temennim de tuş olmuş vaziyette. Evet, yalnız DEVA değil, yalnız CHP değil bütün bir muhalefet “tencere”ye odaklandı ama neticede propagandasını ‘büyük dava’lar üzerine kuran Erdoğan bir kez daha kazandı. (Bu ‘dava’ların çoğunun da kurgulanmış, yaratılmış, uydurulmuş olduğunu unutmamak lazım.)
Şimdi, yeni kabine vesilesiyle benim dört yıl önceki tahmin ve temennilerimin yaygın bir biçimde dile getirildiğini; Erdoğan’ın muhalefetin bileğini bükmüş olmanın da verdiği özgüvenle iktidarının ilk yıllarındakine benzer bir ‘mikro’ siyaset evrenine çekileceğinin öne sürüldüğünü izliyorum.
Dört yıl önceki tahminimi yanılmamak dileğiyle öne sürmüştüm, şimdi de tersini “inşallah yanılırım” diye öne sürüyorum.
Yukarıda, ‘dava siyaseti’ ya da ‘mega siyaset’ diye tanımladığım siyaset biçiminin “200 yıllık bir geleneğinin” olduğunu söyledim. Sonraki yazıda Türkiye’de demokratik kültürün ve demokrasinin serpilip yeşermesinin önündeki en büyük engellerden biri olan ‘dava siyaseti’nin bu 200 yıllık tarihini ele alacağım.