17 Mart’ta Rusya’daki seçimler için İstanbul İstiklal caddesinde bulunan Rusya Başkonsolosluk binasında da sandık kuruldu, oy vermek isteyenler öğlen saatlerinde caddede uzun kuyruklar oluşturdu.
Oy verenlerden biri de Rusya ve Gürcistan vatandaşı sanatçı Mariam Pesvianidze’ydi.
Oyunu kullandı, elçiliğin önünde, caddenin ortasında durdu. Başında kırmızı bir örtü vardı, kollarında “Katil Rusya” yazıyordu.
Pesvianizde, daha sonra çantasından Rusya pasaportunu çıkarttı. Kalabalığın içerisindeki meraklı gözler ona doğrulmuşken çakmağıyla pasaportunu yaktı.
Mariam Pesvianidze, önce orada bulunan turizm polisi tarafından bir müddet bekletildi, bilgileri alındı. Ardından önce Beyoğlu polis karakoluna, sonra da Silivri’de bulunan Selim Paşa Geri Gönderme Merkezi’ne götürüldü.
Selim Paşa Geri Gönderme merkezinde 4 gün kaldıktan sonra sınır dışı edildi ve ülkesi Gürcistan’a gönderildi.
Mariam Pesvianidze ile yaşadıklarını Zoom üzerinden konuştuk.
Biraz kendinizden bahseder misiniz?
1988 yılında Moskova’da, SSCB’de doğdum. Rusya’da büyüdüm. Babam Gürcü, annem ise Rus. Ben film yapımcısı, aktivist ve sanatçıyım. Dijital sanatçı da diyebiliriz. Yıllardır TV ve sinema alanında film yönetmeni olarak birçok iş yapıyorum. Çoğunlukla belgeseller üzerine çalışıyorum. Moskova’da Rochinka multimedya ve fotoğrafçılık okulunda okudum.
Türkiye’de ne kadar yaşadınız?
Geçtiğimiz bir buçuk yıl seyahat ettim. Berlin’e taşındım. Türkiye’de yaşamıyorum ama 2016’dan beri sık sık geliyorum. İstanbul’da çok fazla arkadaşım var çünkü Ukrayna’daki savaş nedeniyle birçok Rus vatandaşı İstanbul’a geldi. Bunların birçoğu benim arkadaşım. Yani sanatçılar, gazeteciler, aktivistler…
Daha önce bir eylem yaptınız mı?
Bu benim İstiklal’deki ikinci performansımdı. Yıllar önce Stanislav Belkowski’yi protesto etmiştik. Ama tabii ki bu performansın dikkat çekeceğini tahmin ediyordum. Aktivist ve avukat arkadaşlarımla birçok görüşme yaptım ve bu performansın nasıl güvenli bir şekilde yapılacağı, daha sonra neler olabileceği gibi konularda birçok istişarede bulundum. Aslında olabilecek en korkunç durumun Türkiye’nin beni sınır dışı etmeye karar vermesi olduğunu biliyordum.
17 Mart’taki eyleminizden de bahseder misiniz?
Hayatım boyunca Putin’e karşıydım. Bu diktatör ben Rusya’dayken de vardı ve bir şeyler yapmaya çalışıyordum. Tabii ki tüm protestolara katılıyordum ve konuşmaları hazırlıyordum vs. Bu seçimler Rusya’da gerçekleşen bir başka sirk, kesinlikle yalan ve sahnelenmiş bir gösteri. Ve tabii ki herkes Putin’in kazanacağını önceden biliyordu.
O gün, aslında oy bile kullandım. Rus konsolosluğuna gittim. Kâğıdı aldım ve oraya “Ukrayna’ya zafer, savaşa hayır” yazdım.
2 saat sonra hazırlandım ve performansımı yaptım.
Gizli (sivil) polis beni aldığında, ilk sorum şuydu: “Yakalanma nedenim ne?” Yani neden beni tespit ettiler? Ve sonra ne olacak? Cevapları Google translate aracılığıyla oldu.
Bunun üzerine ben de bunun bir protesto olmadığını, sanat performansı olduğunu söyledim.
Ve ilk iki, üç saat her şey harikaydı. Bir çevirmenim bile vardı. İngilizce Türkçe konuşan Polonyalı bir adam benim için çeviri yapıyordu.
Sonra eşyalarımı kontrol ettiler. Dediler ki, çantanı gösterebilir misin? Evet, tabii ki dedim. Onlara bütün çantayı gösterdim. Orada özel bir şeyim yoktu.
Evet, ilk dakikalar kadın polisler beni itmeye çalışıyorlardı ve çok agresiftiler. İki, üç saat sonra arkadaş olduğumuzu ve her şeyin yolunda gittiğini umuyordum. Ve on dakika içinde bana gideceğimi söylediler. Sonra Türkçe bir şeyler söylediler. Ama ben anladım. Google Translate’te tekrar çeviri yaptım. Takılarımı ve botlarımdaki ipleri çıkarmamı istemişlerdi.
Ben de “Pardon, beni hapse mi atıyorsunuz?” dedim. Ne oluyor yani? Anlamıyorum. Ve hep gülümsüyordum çünkü çok komikti. Eve gideceğimi söylediler ve sonra aniden hapse girdim. “Burada neler oluyor?” diye düşünüyordum.
“Bu sadece bir prosedür” dediler. Ben de “Tamam, çok garip” dedim. Sonra beni laboratuvara götürdüler. Parmak izlerimi aldılar ve çizgili arka plan üzerinde ikonik bir fotoğrafımı çektiler.
Geri Gönderme Merkezi’ne gidiş sürecinizi ve orada gördüklerinizi anlatır mısınız?
Şok olmuştum, hala şoktayım çünkü bulunduğum yerde yaklaşık Türkiye’nin dört bir yanında 500 kişi var, 500 kadın. Ve şu anda bu konu hakkında konuşmak için kendimi gerçekten sorumlu hissediyorum. Çünkü bu benim Rus pasaportunu yakmam ile ilgili hikayemden bile daha önemli. Çünkü burada herhangi bir sağlık normu olmadan gerçekten normal olmayan koşullarda yaşayan binlerce insan, hamileler ve çocuklu kadınlar var. Ve bu korkunç bir şey. Eğer bunu konuşmazsak belki de onlar hakkında kimse konuşmayacak.
Bence orada olan insanlar benim kadar mecraya sahip değiller. Elbette medyam var, makale, röportaj yapalım diyebileceğim arkadaşlarım var. Ve ben film yapımcısıyım, bu konu hakkında bir şeyler yapabilirim ama orada bulunan insanların çoğunun böyle kaynakları yok. Paraları yok, konuşacak güçleri yok.
Orada ağlıyormuşum gibi hissediyordum. Ama tüm bunları hayal ettiğinizde, nasıl göründüğünü gerçekten anladığınızda yapmak istediğiniz tek şey ağlamak oluyor. Çünkü bu bir felaket.
Eritre’den Hannah adında başka bir kız daha vardı. O aslında yasadışı göçmendi, sonra birlikte kampa gittik ve yaklaşık 2-3 saat orada kaldım. Babam Gürcistan büyükelçiliğini aradığı için, araba beni bu kampa götürmeden önce Taksim Polis Merkezine getirdi. Gürcistan Büyükelçiliği bana açıkça “Mariam, sınır dışı edilmeyi kabul etmeye zorlanma ihtimalin %50’den fazla” dedi.
Sonra İstanbul’a 70 km uzaklıkta bulunan Selim Paşa yasadışı göçmenler (Geri Gönderme) merkezine getirildim. Burası beş ya da altı katlı bir bina. İnsanların yaşadığı üç kat var.
Buna normal yaşam diyemem. Normal koşullar bu değil. Hapishanede bile koşulların daha iyi olması gerekir. Birini öldürmüş olsanız bile bu koşullarda olmamanız gerekiyor. Ve oraya yerleştirilen kadınlar, onlar da suçlu değiller. Onlar sadece yasadışı göçmenler. Aslında hepsi değil, benim gibi belgeleri olan ve yasal olarak Türkiye’de olan başka kadınlar da vardı, ama onlar da oraya konuldu. Bu çok ilginç. Yani bu ilk vaka değil. Anladığım kadarıyla burası bazı insanlar için bir ceza gibi kullanılıyor.
Kesin olarak doğrulayamayacağım ama oradaki insanların anlattıkları kadarıyla şu kanıya vardım: Burası kesinlikle yolsuzluğa dayanıyor. Çünkü her bir kişi için kampta, elçiliklerden para aldındığı söylendi.
Kamptaki Özbekistanlı insanlar bana, Özbekistan elçiliğinin kişi başı günlük 30 dolar ödediğini söylüyor. Bu 30 doların yiyecek, koşullar ve her şey için ayrıldığı varsayılıyor. Evet. Ve ayrıca, Birleşmiş Milletler ve bazı Avrupa Birliği kuruluşlarının da bu kamplarla ilgilendiğini biliyorum. Çünkü Selim Paşa kampının birinci katında, güzel bir ofis ve karşılama salonu var.
Tüm dillerde, Arapça, Çince, İspanyolca Selim Paşa hakkında temel bilgiler yazıyor, burada üç öğün ücretsiz yemeğin, tıbbi tedavi ve televizyon odası gibi güzel şeylerin olduğu söyleniyor.
Fakat insanlar boya kutularında şampuanla giysilerini temizliyorlar. Çünkü kamptaki yerel mağazadan alabileceğiniz tek şey bu. Fiyatlar dışarıdakilerin iki katı. Temel olarak sabun, tuvalet kâğıdı veya diğer temel malzemeler yok.
Diş fırçası veya temiz kıyafetler bile yok. Yani bu alana girdiğinizde kimse size bunu vermiyor. Hiçbir şey. Yani eğer bu kampta bu insanları orada tutmak için birinin para verdiği mantığına geri dönersek: Bu para ne oluyor?
Tüm odaları gezdim. 10 adet oda var.
10 odanın 9’u 30 m². Tüm odalarda kaldırabileceğinden daha fazla insan var. Ve tüm yataklar kırık. Bazı insanlar yerde, bazıları kırık yatakların üzerinde uyuyorlar. Bazıları ise koridorda uyuyor.
Eğer oradaki ekstra insanları ve tüm yatakları silecek olursam. Bu yer maksimum 85 ila 90 kişi için olmalı. Ama ortalama olarak 150 ila 200 kişi yaşıyorlar. Bu küçük alanın içinde tahta kurusu var, hiçbir havalandırma sistemi yok. Bu yüzden insanlar pencereleri açıyorlar. Bu yüzden korkunç böcekler var. Çünkü her gün hasta oluyorsunuz. Herkes öksürüyor. İnsanlar pencereleri açıyorlar çünkü hava yok. Ve tabii ki pencerelerde bir parmaklıklar var. Ve tüm alan da çitle çevrili.
Yani bir hapishane. Ben sadece dört gün oradaydım. Ama son iki günde suyumuz kesildi. Hayal edebiliyor musunuz? Su yokken tuvaletten iğrenç bir koku geliyordu…
Yemek konusuna gelecek olursak: Gün içinde üç öğün yemek alıyorduk: Kahvaltı, öğle yemeği ve akşam yemeği.
Bunlar plastik bir tabağın üzerine konuyordu. Belki 30 gram çorba vardı, biraz pilav, biraz meyve suyu veriyorlar ve yarım litre de su.
Suyu şebekeden içemiyorsunuz, malum İstanbul’da sular çok da iyi değil. Ve şişeden aldığınız suyu çay ve kahve için kullanıyorsunuz. Koridorun dışındaki parmaklıkların orada bir çaydanlık var.
Parmaklıkların diğer tarafında böyle oturuyorsunuz. Ve biriktirdiğiniz suları alıp sadece kahve veya çay yapmak için orada bekliyorsunuz.
Ve ayrıca, tabii ki size bardak veya çay veya kahve veren yok, tabii ki ihtiyacınız olan her şeyi satın almanız gerekiyor. Ve sadece nakit olarak alabilirsiniz.
Kahvaltıyı beklerken kadınların orada nasıl durduğunu çizdim.
Bu da insanların yerde nasıl yemek yediği.
Bu nasıl sigara içtiğimiz. Tabii ki çakmak vermiyorlar.
Bu yüzden sigara yakmanız gereken an adama (görevliye) sormanız gerekiyor, “Çakmağı verir misiniz lütfen?” Bazen “Hayır, 2 saat sonra” gibi bir şeyler diyor. Nihayetinde size çakmağı verdiğinde, sigarayla tüm kat boyunca dolaşıyorsunuz. Ve sigaranızdan, herkese ışık veriyorsunuz. Bir ritüel gibi.
Az önce sadece nakitle alışveriş yapabildiğimizi söylemiştim. Örneğin, ben nakit kullanmıyorum. Ve tüm param banka kartlarındaydı. Ve oraya girdiğimde sadece 40 liram vardı.
Bu yüzden ikinci gün, bu parayı sigaraya harcadım. Ve minimum fiyatı 60 lira. Bu parayı başka bir mahkûma verdim ve ona, “Sigara alabilir misin? Ve paylaşabilir miyiz” dedim.
Ve bana bir paket sigara aldı. Orada satın alabileceğiniz tüm şeyler, İstanbul’daki normal bir dükkândan iki kat daha pahalı.
İşte burada da kızlar, başka bir kampa kimin gittiğini izliyorlar.
Çünkü her akşam oluyor.
Aslında her akşam kadınlar orada ağlıyorlar çünkü bazıları bir hafta, bazıları iki hafta, bazıları birkaç ay orada oluyor.
Onları 40 kişilik büyük beyaz bir Mercedes otobüsüne koyuyorlar.
Ve son anda kızlar böyle otobüse bakıyor.
Örneğin, birinci günde, Ankara’ya gidenleri aldılar, bizim katımızdaki insanlar da vardı.
Ertesi gün rastgele insanları Erzurum’a götürdüler.
Ve kadınların bazılarının Türkiye’de bir hayatı var. Evlatları, eşleri veya arkadaşları, İstanbul’da bir hayatları var.
Ve birdenbire otobüsle onları İstanbul’dan 12 saat uzakta olan Erzurum’a götürüyorlar! Bu delilik gibi! Ve her akşam ağlıyorlar çünkü gerçekten orada hiçbir hakkınız yok, hiçbir bilginiz yok. Hatta hapishanede bile en azından neden orada olduğunuzu biliyorsunuz. Ama bu kampa giderken neden cezalandırıldığınızı gerçekten bilmiyorsunuz…