Birkaç yıl önce Samos Adası’na yerleşen Sevan Nişanyan, Yunan devletinin kendisine verdiği 15 gün içerisinde ülkeyi terk etme tebliği doğrultusunda Samos’tan ayrıldı. Nişanyan, Samos’tan ayrıldıktan sonra ilk röportajını Alper Görmüş’e verdi.
Programın tamamını izlemek için:
Öncelikle ben Serbestiyet okurlarına, izleyicilerine kısa bir duyuruda bulunmak istiyorum bu söyleşinin içeriğine dair. Bu söyleşi Sevan Nişanyan’ın hayalleri, ukdeleri, pişmanlıkları, memnuniyetleri üzerine olacak; ‘Şimdiki Sevan’ gibi bir formatta gidecek. Zor sorular sormayacağım, sen de itiraz etme.
Zor sorular sor, ben neye itiraz etmişim ki? Hayatta bir şeye itiraz etmem.
-Etmiyorsun biliyorum. Peki. Sevan Nişanyan’la konuşuluyorsa ilk soru “nasılsın”sa ikinci soru da mutlaka şu: Şu anda neredesin?
Şu anda Paris’teyim.
-İşte buyur.
Dün akşam geldim Paris’e. Bir işim için ve arkadaşları görmek için geldim buraya. Bunun peşinden Erivan’a yani Ermenistan’a geçeceğim. Bir süre orada olacağım gibi gözüküyor.
-Ne kadar bir süre? Epeyce kalacaksın anladığım kadarıyla…
Şu anda ben Ermenistan vatandaşıyım. Legal olarak rahatlıkla gidip, bürokrasiyle günlerce mücadele etmeden oturabileceğim yer orası. Yani o ülke beni bir vatandaş olarak tanıyor. Ne kadar kalabilirim orada doğrusu emin değilim. Şöyle bir gerçek var ortada: Evet Ermenistan benim sevdiğim bir ülke, çok tanıdık dostlar, sevdiğim insanlar var. Sempatik bir ülke. Belli bir vicdani borç da hissediyorum o ülkeye karşı. Fakat şu gerçek var; benim tüm kitaplarım Türkçe. Muhatap olduğum kitle Türkiye’de. Türkçe konuşuyorum her hafta ve sayıları 100 bini bulan bir kesim ilgiyle ve hatta bazen sevgiyle izliyor beni. Şimdi onlara hitap ettiğim söylemle Ermenistan’ın resmi ve ulusal söylemi arasında büyük bir uyumsuzluk var. Bir uçurum var. Ve bu uçurum beni zorlayan noktaya gelecektir. O yüzden uzun vadeli ve kalıcı bir şekilde Ermenistan’da olmayı, doğrusunu söylemek gerekirse çok gözüm yemiyor.
Sevan, sen Yunanistan’ın sana verdiği 2 haftalık süre sona erdiği için Samos’u terk ettin değil mi? Bir daha oraya dönmeyeceksin yani, öyle anlıyorum.
Sorunun birinci kısmının cevabı evet. İkinci kısmının cevabını bilmiyorum. Ayın 22’sine kadar bana mühlet vermişlerdi ‘kendi isteğimle çıkıp gitmem’ için. Normal olarak, beni tanıyan tanır, böyle bir emrivaki karşısında kolay kolay boyun eğmemeyi şiar edindim. Doğrusu da aslına bakarsan çıkmamaktı ülkeden. İlla çıkaracaklarsa devlet gücü ellerinde, çıkarırlar. Çıkarırken bayağı bir zorlanırlardı ama. Sokaklarda sürüklemeleri lazımdı beni. Bunun politik ve medyasal sonuçlarını ise ben değil Yunan devleti düşünsün diye hesaplamıştım.
Ne yazık ki hayatta başka boyutlar da var. Eşim, son yıllarımın en temel dayanağı olan kişi, böyle bir mücadeleyi kaldırabilecek bir noktada değil şu anda sağlık açısından. Ben Paris’e gelirken o da İstanbul’a gitti. İstanbul’da ağır bir tedavi sürecinin başlangıcında. O yüzden kavgasız bir şekilde Samos’tan ayrılmayı tercih ettim.
Ben seni tanıyan biri olarak aslında nasıl davranacağını böyle bir durumda tabii ki biliyorum. Meşhur Şirince Meydan Muharebesi kitabının kapağı gözümün önünde şu anda. İki tane jandarma erinin ortasında bir sandalyede oturuyorsun, sigara elde. Onlar da kollarından tutmuşlar seni. Kaldırmak zor oradan belli ki. Şimdi ilk soruyu ben sana buradan sormak istiyorum, güzel tesadüf oldu. Senin yaptığın Pazar Sohbetleri’nden birinde bir arkadaşımız sana şöyle bir soru sordu: “Sevan Bey, düşüncelerini Sevan Nişanyan tarzında savunmak zor değil mi?” Sen de bu soruya evet cevabını vermiştin. Bunu biraz açar mısın, neden zor?
Öyle mi demiştim tam emin değilim. Tersi bana daha zor gelir, boyun eğmek çok zor bir şey.
İnsan olarak kolay katlanılabilir bir şey olmadığını ama bundan vazgeçmeyeceğini söylüyordun.
Daha ziyade soruyu ‘Bir kampa ait olmamak, yalnız olmak, sürekli olarak eleştirel açıdan bakmak zor değil mi’ diye sorulmuştu diye hatırlıyorum.
Evet, evet soru tam böyleydi, şimdi daha iyi hatırladım.
Bu tür bir zorluk bu. İnsanlar kolektif hikâyeleri ile yaşarlar. Bu bir içgüdüdür. İnsan bir sürü hayvanıdır sonuç olarak. Kendisi gibi düşünen, kendisi gibi davranan, birbirlerine bakıp birbirlerinden tüyo alan insanlar dünyada rahat ederler. İnsanlar arkasını bir gruba dayadığı zaman kendini güçlü ve iyi hisseder.
Bazı insanlarda doğuştan gelen bir genetik bozuklar olduğunu sanıyorum, ki bunu yapamıyorlar. Bir gruba ait hissedemiyor kendini. Her bir kalıp düşünce manzumesiyle karşılaştığında, ‘Hımm, bu yanlış gibi geliyor bana, bunun tersini de düşünebiliriz, şöyle eleştirebiliriz’ diye düşünüyor. Bu, insanı yalnız bırakan bir şey. Bu, özellikle yeterince güçlü ve sağlam hissetmediği zamanlarda insana ‘Ah bir grubum olsaydı da sırtımı yaslayabilseydim’ dedirten bir durum. O lüks hiçbir zaman olmadı bende. Allah’a bin şükür sağlığım her zaman yerindeydi. Kavga azmim ve iradem de yerindeydi.
Onun biraz sarsılmaya başladığı bir dönemde, onun biraz fiziksel sınırlarına geldiği bir noktada zaman zaman insan ‘Ne lüzumu var bu kadar yalnız kalmaya, bu kadar sorgulamaya’ diye düşünüyor. Ben de bazen birkaç saniye soruyorum bunu kendime. Sonra hemen gönderiyorum bu düşünceleri ve yine kendi normal alışkanlıklarıma dönüyorum.
Bu Pazar Sohbetleri’nde yine iki hayalinden söz ettin. Biri Şirince’ye dönmek. ‘Şirince’de yaşamak istiyorum’ dedin. Ben o bölümü birkaç kez izledim. Çok güçlü bir arzu gibi geldi bana. Yanılıyor muyum?
Şimdi bak; kendi evim var Şirince’de kendi ellerimle inşa ettiğim. Üç çocuğumun üçü de oradalar şu an. İkisi geçici olarak fakat oradalar. Onları özlüyorum tabii ki. Tanıdığım, yıllardan beri etkileşim içerisinde olduğum insanların pek çoğu orada. Yılların alışkanlığı var. Etrafına baktığın zaman ‘şuralar, şuralar, şuralar benim’ duygusu var. Köylülük duygusu yani. Önemli bir şey o da. Bir tane kütüphanem var orada koskocaman, Sevan Nişanyan Kütüphanesi. Her ölümlüye nasip olmayan cinsten bir tane mezarım var. E, bunlar orada. Köksüz ve bağlantısız olmak, çıkıp gidebilmek çok önemli bir özgürlük. Bu insan yaşamını değerli kılan şeylerden bir tanesi. Ama bazen de çıkıp gittikten sonra dönüp gelebileceğin bir yer olsa keşke duygusunu yaşıyorsun evet.
Senin Türkiye’ye dönmen, dönebilmen için bir kampanya başlatıldı. O kampanyayı nasıl değerlendiriyorsun?
İyi niyetli insanların güzel bir jesti. Türkiye koşullarında özellikle böyle bir konuda iyi niyetin yeterli olmadığını düşünüyorum. Kamuoyunun çok da fazla önemi olmadığını düşünüyorum. Bu siyasi bir karardır. Üst kademede bir yerlerden demeleri lazım ki ‘Sevan evladım yeter bu kadar çektiğin, artık gel.’ Bunun yapılabilmesi lazım.
Şimdi, böyle bir hareketin iki boyutunu özellikle değerlendiriyorum: Birincisi, Yunanistan’a acayip bir gol atmış olur Türkiye. Bildiğin gibi değil. Tarihe geçecek bir gol olur. İkincisi ise şu anda Türkiye ile Ermenistan arasında çok ciddi ve çok boyutlu olduğu anlaşılan bir yakınlaşma süreci var. Sadece el sıkışıp antlaşma yapmak gibi değil, binlerce kalem altı olan büyük bir paket gibi gözüküyor. Yeni kurumlar kurulması, üniversitelerde bilmem neler yapılması, TRT’nin Ermenice yayın yapması, uçak seferlerinin yapılması gibi boyutları olan bir süreç. Biz yıllarca böyle bir şey olsun diye dil döktük. Bunun imkânlarını araştırdık. Eğer ona da bir şekilde bir ucundan katkıda bulunabiliyorsam çok mutlu olurum. Uğruna mücadele etmeye ve zaman harcamaya değer bir iş diye düşünüyorum.
Yani konjonktürün uygun olduğunu düşünüyorsun sen de benim gibi. Ben ümitliyim. İnşallah diyelim… Sana geçmişte Van’da turistlik bir Ermeni köyü kurman için teklif geldiğini anlattın bir sohbetinde. Sen de o olmaz ama şu olur demişsin, hükümetle falan konuşmuşsunuz… Farz et ki Şirince’ye döndün ve Türkiye’de yaşıyorsun; hükümet de izin verdi ‘Buyur Sevan yap bu işi’ dedi… Olur mu, girişir misin? Aklıma Samos’a yerleştiğinde kurmayı planladığın minik tatil köyü projesinin neden yürümediğine dair anlattıkların geliyor. Kaynak, pandemi gibi nedenler saymıştın orada, fakat bir de “artık eski enerjinin kalmadığını hissettiğini” söylemiştin… Fakat sanki Van gibi bir projede o enerjini geri çağırabilirmişsin gibi geliyor bana… Ne dersin?
Benim Aslanlı Yol kitabımda ayrıntılı bir hikâyesi var bu olayın. Ben kısaca özetleyeyim. 2010 yılındaydı. AGOS gazetesi çevresine Van’dan ısrarlı bir teklif gelmiş. Biliyorsunuz Akdamar Adası’ndaki kiliseyi restore edip ibadete açmışlardı. O vesileyle demişler ki Ermeniler zengindir, gelsinler burada bir tatil köyü yapsınlar. AGOS’takiler de topu bana pasladılar, ‘Böyle bir deliliğe ancak Sevan kendini alet eder’ dediler. Atladım Van’a gittim. Orada benim yıllar öncesinden bildiğim olağanüstü bir yer vardı. Yeterince ıssız, şehirden uzak, göl kıyısında, doğal konumu olağanüstü, ulaşım durumu iyi, sırtında muhteşem bir 10. yüzyıldan kalma anıt var. ‘Bakın’ dedim, ‘O bildiğiniz tatil köyü olmaz. Bunun ticari bir geleceği yok. İnsanlar sonuçta güneşlenip denize girmek için gelmeyecekler Van Gölü’ne. Buna böyle büyük paralar yatıracak kimse de bulamazsınız. Fakat başka bir şey yapalım. Bu bölgede Gevaş olsun, Tatvan olsun 20. yüzyılın başına kadar çok fazla Ermeni köyü bulunuyor. Bu köyler doğru bakış açısıyla bakarsak çok güzel köyler. Konumları, yerleştirilmeleri, tamamen yerli malzemeden sıfır maliyetle inşa edilmeleri vs. bunlar çok çarpıcı şeyler. Gelin böyle bir köy yapalım. 100 sene önce nasıl yapılıyorsa, neye benziyorsa bir köy biz de öyle bir köy yapalım. Yani toprak damlı, basık ama aynı zamanda konforlu bir yer yapalım. Bunu uluslararası bir gençlik işbirliği projesi olarak yapalım. Gerek Türkiye’den gerek dünyadan Ermeniler ve Türkler buraya gelsinler ve çalışsınlar. Emek versinler. Taş taşısınlar, inşaat yapsınlar, aynı zamanda tatil yapsınlar. Bu köyü içerisinde konforlu bir şekilde yaşanır hale getirdikten sonra özellikle Ermenilere yönelik bir nostalji mekânı, özellikle diasporaya yönelik dedeleri gibi yaşama mekânı yapalım. Ayrıca burada kültürel etkinlikler yapalım, seminerler, konferanslar, paneller düzenleyelim. Van için de bu kültürel bir kazanım olur. Aynı zamanda iki üç tane sefil durumda yaşayan Kürt köyü var. Çok aklı başında insanlar, onlarla da tanıştım. Buralar için de bir kalkınma projesi olur. Bu köylerde gerekirse hayvancılık da yapabiliriz çünkü baya mera var arkasında.’
Proje buydu. Hükümet çevresinde birkaç kişiye anlattım, çok olumlu karşılandı. Meğer bütün Türkiye’de herkes ‘biri gelse de bir Ermeni köyü kursa’ diye düşünüyormuş. İnsan nelerle karşılaşıyor hayatta.
Buna bir finansman yaratmak lazım tabii. Hrant Dink Vakfı’na gittik. Bağışta bulunacak insanlar var ama nereye bağışta bulunacaklar? Dedik ki bu iş için ideal kurumsal odak Hrant Dink Vakfı’dır. Böylece Hrant Dink Vakfı kendisi herhangi bir parasal sorumluluk altına girmeden bu işin sponsoru olarak işin kasası görevini görecekti. Bir projeyle gittik, baya fizibilite falan hazırladık. Çok korktular. Dediler ki ‘Sevan Nişanyan karısına bilmem ne yapmıştı tarihte o yüzden olmaz.’ Bir sürü cadaloz feminist tip var orada. Onların vetosunu aşamadık. Devleti aştık, feministleri aşamadık.
-Olabilirdi yani..
Olabilirdi elbette. Ben o tarihlerde güçlerimin zirvesindeydim. Günde 20 saat mesai vererek aynı anda hem Van’da hem İstanbul’da hem Şirince’de hem Marsilya’da hem Erivan’da olarak bu işi götürürdüm.
Bugün peki Sevan? Çok heyecan verici bir proje bu. Sanki böyle bir proje tekrar gündem gelse yine aynı enerjiyi bulursun kendinde gibi, yanılıyor muyum?
Sevan Nişanyan acayip bir efor ile bu işe dalar dalmasına ama o eforu ne kadar sürdürebilir. Dünyadaki en tehlikeli şeylerden biri efor ile başlayıp ondan sonra istimin tükenmesidir. Bir gün eforu yetmiyor, iki sene, beş sene o eforu sürdürebilmek marifet.
-Şöyle çok güvendiğin, yardımı olacak iki kişi olsa da olmaz mı?
Öyle olsa olur, gerçekten sağlam birileri olsa olur. Daha 2011’de ben Aris Nalcı’ya güvenmiştim. Çünkü o bende olmayan bazı özelliklere sahip bir adam. Bir kere diasporadaki Ermeni çevresini çok iyi tanıyor. Genç bir kere. Sonra korktu o da galiba ya da çekindi. 30’lu yaşlarda sağlam iki üç kişi olsa o zaman tabii ki olur.
Buna da inşallah diyelim. Senin bundan sonraki hayatında ‘keşke şunu yapabilsem’ dediğin bir şey var mı?
Neyi kast ettiğini biliyorum, çünkü o programda bundan söz ettim. Daha önce yazdım da bunu. Cezaevindeyken iki büyük hayalim vardı; birincisi bir tür hac yolculuğu ama Mekke’ye değil. İspanya’da Santiago De Compostela vardır, Katoliklerin Orta Çağ’da falan en büyük hac mekanıdır. Avrupa’nın her yerinden oraya kadar giden yürüyüş yolları vardır. Nereden başladığına bakarak yürüyüşe çıkarsın. Barcelona’dan başlarsan 2 aylık bir yürüyüştür, İngiltere’den başlarsan 4 aylık yürüyüştür. O yürüyüşü yapmak istiyorum. O mutlaka bir gün yapılması gereken bir şey. İkincisi ise bir şaka olarak başladı ama gittikçe ciddileşti. Dünyanın en önemli dilenme mekânlarından biri Marakeş’in büyük meydanı. Herkes anlatıyor, ben gidip göremedim. 13. yüzyıldan beri değişmemiş bir meydan ve orada hep dilenciler var. Şu soruyu kendime sordum: Her bir alışkanlığın, kişiliğine dair vazgeçilmez saydığın her bir şey aslında bir ayak bağıdır. Eski literatürde nefs denen şeydir bu. Nefsin seni zapt eder. Bunu aşabilmek, yani ‘Ben bu Sevan’dan ibaret değilim, başka biri de olabilirim’ diyebilmek. Sonuç olarak o meydanda yüzlerce yıldır on binlerce insan dilenmiş. Onlar yapabiliyorsa ben neden yapamayayım? Nasıl bir acizliktir, nasıl bir esarettir? Ben yapamam, çünkü kıçım kirlenir’ diye düşünmek. Ne kadar gerçekçidir bilemiyorum ama bir gün o işi yapacağım.
Sevan Nişanyan’ın içinde kalan başka bir ukde var mı?
Ohoo. 63 yaşında hayatta ilk kez, gerçekten uyumlu, gerçekten problemsiz bir evlilik yaşamı tanıma imkânına ulaştım. 63 yaşında yazık günah. Heba edilmiş yıllara yazık. Evet bu bir ukdedir. Keşke yıllar önce tanışsaymışız diye. İlk karım Amerikalıydı, ikinci ve üçüncüler ise Türktü. Başka yerlerden gelen insanlardık ve bir şekilde o tam uyumu hiçbir zaman sağlayamadık. İra benimle aynı sosyal çevreden gelen biri. Onun ailesinden gördükleri ile benim gördüklerim aynı. Aynı hayat görüşü. Aynı gelenekler. Bunların ne kadar önemli olduğunu doğrusunu istersen bugüne kadar idrak edememiştim ben. Zeytinyağlı dolmanın nasıl yapılacağı bile insan hayatında çok önemli bir boyut. Aşure de sütlaç da mercimekli bilmem ne de. Onlar iyi geldi bana. Çok iyi geldi. Hatta haddimden fazla gevşememe yol açmış olabilir. Devamlı olarak kavga ve mücadele yerine ‘Oh be hayat güzelmiş’ deme fırsatı buldum. 3 buçuk sene oldu neredeyse, birbirimize bir kere bile sesimizi yükseltmedik. Bir kere bile bir konuda ciddi bir tartışmamız olmadı. Keşke daha önceden tanışıyor olsaydık, daha uzun süredir birlikte olsaydık. Böyle bir ukde var içimde.
-Olsun Sevan, inşallah böyle gidecektir. Başka ukde var mı peki?
Amma da çok ukde istedin benden. Aklıma gelmedi şimdi.
İra ile birlikteyken kavga etmemenin de güzel bir şey olabileceğini idrak ettim dedin az önce, buradan belki pişmanlıklar bahsine geçebiliriz. Örneğin bir sohbetinde “ben hâlâ ateizm, deizm konularında aynı fikirdeyim ama zamanında bunu fazla sert mi yaptım acaba, insanları incitecek boyutta mı yaptım” diyordun aşağı yukarı. Bunu biraz açar mısın?
Ateizm konusunda söylediğin doğrudur. Mevcut dinlerin çağının geçmiş, geçerliliği kalmamış, dünyayı açıklama gücü bitmiş gelenekler olduğu kanısındayım. Buna karşılık her zaman dinin insan hayatı için, toplum yaşamı için çok önemli rol oynayan bir kurumsal yapı olduğunu her zaman biliyorum. İnsanların mitlerle yani masallarla yaşadığını da daha fazla idrak etme imkânı buldum. İlk gençliğimden beri dini tartışmalara, teolojiye, kelam ilmine hep meraklı olmuşumdur, okumuşumdur, anlamaya çalışmışımdır. Türkiye’deyken sürekli bir saldırı karşısındasınız. Her şey bir yana günde 5 defa adam çıkıp bağırıyor. Ben de bağırılmasından hiç hoşlanmam. Birisinin bana bağırması bende sadece kavga hissi uyandırıyor. Bu kavga hissi Türkiye’de olduğum dönemde, özellikle son yıllarda 2011’den sonra iyice artmıştı. Oradan ayrılıp Samos Adası’na gelince o kavga isteği gitti içimden. İnsanlar inanıyorsa inansın, ne güzel noktasına geldim. Bu açıdan evet bakış açım ciddi şekilde yumuşadı. Eğer günün birinde Türkiye’ye dönersem yine azarım herhalde diye düşünüyorum.
Sevan sana son olarak bu sohbet çerçevesinin dışında bir soru soracağım. Son zamanlarda sık sık dile getirdiğin, insanların ilginç ve bazen aşırı bulduğu bir fikir… Son dönemlerde Batı eleştirisi çok güçlü sende. Yani Batı’nın içinde bulunduğu durumun sadece kendileri için değil dünya için bir felaket olduğunu söylüyorsun. 1930’lar dünyası gibi bir dünya olduğunu söylüyorsun önümüzde. Bu konudaki görüşlerini biraz açmanı isteyeceğim. Bir de buna ilaveten Batı’yı bu kadar sert eleştirirken Çin ve Rusya gibi baskıcı rejimlere dair eleştirilerin yok gibi neredeyse. Bu tercih konusunda ne diyorsun?
Şöyle diyeyim; son 500 yıl boyunca yani 1500 yılından 2000 yılına kadar Batı, dünyanın kültürel ve manevi motoruydu. Dünyayı bir yerden alıp bir yere getiren ve dönüştüren, dünyaya değerli olduğuna inandığım bir dizi ideal armağan eden, bir dizi kurum armağan eden bir medeniyetti. Bu, 20. yüzyıl başında zirveye ulaştı, sonra da inişe geçti. Fakat bundan kısa bir süre öncesine kadar hâlâ bir norm olarak, bir yaşam ideali olarak, bir toplum ideali olarak dünyaya Müslümanlardan, Çinlilerden vs. hepsinden daha fazla ve daha değerli bir şeyler sunan bir yapıydı. Bu yapının gümbür gümbür bir çöküşte olduğunu görüyoruz. Amerika, çıldırmış bir kapitalizmin ve çıldırmış bir militer zihniyetin esiri olmuştur. ABD’nin son 20 yılda dünyada oynadığı rol bir felaket, bir canavar rolüdür. Ortadoğu’da, Latin Amerika’da, Afganistan’da her yerde yaptıkları ancak katıksız saf kötülük olarak tarif edilebilir.
Avrupa Birliği çok büyük umutlarla kurulmuş bir ideal yapıydı. Maalesef hiç öyle çıkmadı. Avrupa Birliği’nin içinde bir süre yaşadığın zaman daha net olarak görmeye başlıyorsun bunu. İçinde olduğun zaman görüyorsun ki acımasız bir sömürü düzeni ve acımasız bir bürokratik diktatörlükle karşı karşıya bütün Avrupa. Kendi içine çekiliyor, bir kale gibi etrafını duvarlarla çeviriyor. Genç insanların Avrupa’yı ziyaret etmesi bile artık yasak. Böyle bir dünyada yaşıyoruz. Bu sürdürülebilir bir şey değil. Batı medeniyeti gerek siyasal alanda gerek entelektüel alanda çok ciddi bir çöküş içerisinde. Son iki yıldır bu Covid bahanesiyle yarattıkları düzen Batı’yı artık ideal bir toplum olmaktan, insanlık için bir örnek teşkil etmekten çıkardı. Yerine ne konabilir hiçbir fikrim yok.
Çin’i hiç bilmiyor, hiç tanımıyorum. Çin’in baskıcı olduğunu Amerikan medyası söylüyor bize. Amerikan medyasına güvenilmemesi gerektiğini öğrendim çok net bir şekilde. Rusya’yı bir parça biliyorum. Rusya hiç öyle söylendiği gibi kötü bir yer değil. Daha çok sayıda akıllı insanla karşılaşıyorsun Rusya’da, Batı ülkelerine oranla. Nasıl oluyor bu bilmiyorum.
Bu işin ancak büyük bir savaşla sonuçlanacağını düşünecek kadar kötümser misin peki?
Evet. Yani şu; Amerika’nın 1945 yılında kurulmuş olan dünya hakimiyeti çok ciddi bir şekilde sarsılmaya başladı. Çürüdü. Temelleri ortadan kalktı. Şu anda Amerika’nın dış politikasının bir panik politikası olduğunu düşünüyorum. Yani köşeye sıkışmış olan bir canavar can havliyle sağa sola pençe atıyor. Bu işin sonu iyi değildir. Çünkü karşılıklı olarak kendilerini bir noktada test etmek isteyecekler. O testin sonuçları felaket olacaktır. Benim tahminim o testin sonuçları ABD’nin dünya egemenliğinin ciddi boyutlarda sarsılması olacaktır. Bunu ben görebiliyorum. Baskı ve zorbalık deyince, düne kadar özgürlüğün temsilcisi olan Avusturya ya da Kanada gibi ülkelerin bugün uyguladığı beyinsiz ve paranoyak baskı anlayışı Rusya’ya da Çin’e de rahmet okutur diye düşünüyorum. Artık Çin’den ya da Rusya’dan daha demokratik ülkeler değil bunlar. Kanada’dan özellikle çok yakın bilgim var. Çok kötüye gidiyor dünya. Türkiye’de insanlar iç politikayla o kadar haşır neşir olmuşlar ki başka bir şey görmüyor gözleri. Türkiye sınırları dışında ne olduğu konusunda bir fikri olan kimse yok neredeyse. Türkiye’de evet durumlar çok kötüye gitti son yıllarda ama dünya da daha iyi bir yere gitmiyor.