Üzerine konuşacağımız tezinizi İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İstanbul Araştırmaları Anabilim Dalı’nda verdiniz. Fakat tez öncesi döneminizi de bilelim. Öncelikle kendinizi tanıtır mısınız? Eğitiminiz, ilgi alanlarınız…
2019’da İstanbul Teknik Üniversitesi Devlet Türk Müziği Konservatuvarı Ses Eğitimi Bölümü’nden mezun oldum. Osmanlı dönemi müziği ile ilgileniyorum. Biraz daha özelleştirmek istersem ilgi alanım ve çalışmalarım daha çok 19. ve erken 20. yüzyıl İstanbul’undaki müzik üzerinde yoğunlaşmış durumda. Yaptığım müziği, o müziğin tarihî ve sosyal arka planıyla buluşturmaya çalışıyorum. Çoğunlukla “Yüzyıllar önce bu şehirde kim müzik yapıyordu?” ve “Kim, hangi müziği nerede dinliyordu?” sorularının cevabını arıyorum.
Bu konuda bir tez yazma fikri nasıl doğdu? Tezin serüveninden söz eder misiniz?
Osmanlı-Türk müziğinin (bugünkü yaygın kullanımıyla Türk Sanat Müziği’nin) dinleyicileri ve çoğunlukla icracıları Osmanlı İstanbul’unda şehrin okur-yazar ve orta-üst tabakasına mensup insanlardı. Hem kuramsal alanda hem de anı-hatıra alanında bugün Osmanlı-Türk müziği üzerine üretilmiş geniş bir literatür bulunuyor. Öyle düşünüyorum ki bu literatür varlığını bu müziğin takipçilerinin ve çoğu zaman icracılarının şehrin okur-yazar ve orta-üst tabakasına mensup olmalarına borçluydu. Diğer yandan şehrin sosyoekonomik anlamda dezavantajlı kesiminin yani kimi 19. ve 20. yüzyıl yazarlarının “ayak takımı” dediği kesimin müzik zevki hakkında pek bir şey bilmiyorduk. Esasında kimi İstanbul folklorcuları bu sözünü ettiğim “ayak takımının” hangi müzik formlarını dinlediğini yazmışlardı fakat bugüne kalabilmiş nota veya ses kayıtlarını atlamışlardı.
Dikkatimi çeken bir şey daha vardı. Esasında Osmanlı-Türk müziği müzisyeni olan Radife Erten (1924-1988) bazı radyo kayıtlarında “semai”, “mani” ve “divan” gibi formlar seslendirmişti ki bunlar Osmanlı-Türk müziği repertuvarında yer alan eserler değildi. Arkasındaki hikâyeyi merak ediyordum ve özellikle 19. yüzyıldaki semai kahvehanelerinde -ki bu kahvehaneler tulumbacıların baş aktörleri olduğu “ayak takımı” mekânlarıydı- bu müzik formlarıyla karşılaştım. Radife Erten’in okuduğu o eserler aslında İstanbul’un semai kahvehanelerinde şehrin tulumbacı, hamal, kayıkçı, yorgancı kalfası, kahvehane çırağı gibi sosyoekonomik anlamda dezavantajlı sınıfının icra ettiği ve dinlediği eserlerdi. Tezimin içeriğinin tamamını kaplamasa da beni en çok heyecanlandıran şey bu sınıfın müzik zevkiyle tanışmaktı.
Esasen 19. Yüzyıl üzerinde yoğunlaşıyorsunuz ama 16. yüzyıldan 19. yüzyıla gelinen süreçte kahvehanelerdeki ve kahvehanelerde icra edilen müzikteki değişim de yer alıyor tezinizde… Bu dönemi kısaca özetler misiniz?
İstanbul’da ilk kahvehaneler Halepli Hakem ve Şamlı Şems adında iki Arap tarafından 1550’li yıllarda açıldı. Kimi Osmanlı tarihçilerinin ve kimi yabancı gezginlerin metinlerinden anladığım kadarıyla kahvehaneler ilk birkaç on yıl çoğunlukla okur-yazar tabakanın gittiği yerlerdi. 16. yüzyıl tarihçisi Peçuylu İbrahim ilk kahvehaneleri “okur yazar tabakadan zarif insanların toplandığı ve kitap okunup gazellerin söylendiği” yerler olarak tanıtıyordu. Ancak 16. yüzyılın sonlarından itibaren yazılanlar kahvehanelerin müşteri yapısının gitgide orta-alt tabakaya kaydığını gösteriyor. Tezimde bunun nedeninin 16. yüzyıl sonlarından itibaren Osmanlı taşrasından İstanbul’a yönelmeye başlayan bekâr genç erkek nüfusu olabileceğini öne sürdüm. Esasında taşralı bekârların bir kefil bulmadan İstanbul’da ikamet edebilmeleri yasaktı. Fakat özellikle hemşehrilik dayanışmasıyla örülen iş ağları taşradan İstanbul’a yönelen bu göç hareketini kolaylaştırıyordu. Bir göçmen bekâr, çoğu zaman bir hemşehrisi aracılığıyla şehirde iş bulabiliyor; kalacak bir yer temin edemezse bir bekâr odasında kalıyor ve olasılıkla da kahvehanelerde sosyalleşiyordu. Göçmen bekârların Yeniçeri Ocağı’na girmeye başlamaları da bu göç hareketini hızlandıran etmenlerdendi.
Sonuç olarak, Yeniçeri Ocağı’nın kaldırıldığı 1826 yılına kadarki süreçte okur-yazar tabaka kahvehanelerden yavaş yavaş ayağını çekmiş gibi görünüyor. Bunda kahvehanelerin kimi zaman muhalif hareketlerin çıkış noktası olması da rol oynamıştı kuşkusuz. Yönetici elitle ters düşmek istemeyen orta-üst tabaka bu muhalif hareketlerin yükseldiği kahvehanelerle anılmak istememiş olabilir.
Göçmen bekârlar İstanbul’a yalnızca kendilerini değil müzik kültürlerini de taşımışlardı ve bu müzikleri seslendirdikleri yerlerden biri de kahvehanelerdi. Benim taradığım kaynaklar içinde 19. yüzyıl öncesinde kahvehanelerdeki müzik performansı örnekleri iki elin parmaklarını geçmeyecek kadar az. İlk örneklerden biri 1620 yılı civarına tarihlenen bir minyatür. Bu minyatürde tasvir edildiğine göre bir kahvehanede dört müzisyen yüksek olasılıkla bir raks müziği çalıyor ve iki köçek de müzisyenlere danslarıyla eşlik ediyor. 18. yüzyılda ise Şermî mahlaslı bir şair İstanbul kahvehanelerinde altı telli bir saz çalarmış. Bunların dışında birkaç seyyahın anısı da kahvehanelerde müzik performanslarından -kısıtlı da olsa- bilgiler içeriyor. Fakat 19. yüzyılın ikinci yarısı bu açıdan daha zengin.
Böylece tezinizde asıl yoğunlaştığınız 19. yüzyıla gelmiş oluyoruz…
Sarafim Efendi’nin Beyazıt Okçularbaşı’nda açtığı ilk kıraathaneyle birlikte şehrin okur-yazar tabakası tıpkı ilk kahvehanelerde olduğu gibi kahve içip sosyalleşebileceği yeni bir mekâna kavuşmuş oldu. Bu mekânların müşterileri şairler, yazarlar ve -Tanzimat reformlarıyla birlikte önemi büyüyen- bürokrasi mensuplarıydı. Özellikle bürokrat sınıfın etkisiyle olsa gerek kıraathaneler Divanyolu ve Direklerarası bölgelerinde yoğunlaşmıştı. Bürokrat daireleri bu bölgelerde konuşlanıyordu çünkü.
Bu mekânlarda sergilenen müzik ise Osmanlı-Türk müziğiydi. O zamanki isimlendirmesiyle “İncesaz müziği”. Ramazan döneminde her gece, yılın geri kalanında ise tatil günlerinde takım elbiseli ve kıravatlı “incesaz heyetleri” kıraathanelerde sahne alıyordu. Kemani Tatyos, Kemani Memduh, Lavtacı Civan, Kemençeci Vasil ve Hanende Karakaş kıraathanelerde sık sık sahne alan isimlerdi.
Diğer yandan yine 19. yüzyılın ortalarında belirmeye başlamış olan semai kahvehaneleri (diğer adıyla çalgılı kahveler) ise şehrin sosyoekonomik anlamda dezavantajlı sınıfının zaman geçirdikleri yerlerdi. Bu mekânların işletmecileri ve müşterileri çoğunlukla tulumbacılardı ki 16. ve 17. yüzyıllarda kente göç etmiş olan taşralı bekârlarla aynı sosyokültürel zemini paylaşıyorlardı. İcra ettikleri müzik ise kökleri Osmanlı taşrasında şekillenen âşık müziğine dayanıyordu.
Kıraathanelerde çalınan enstrümanlar tanbur, keman, kanun, ud, İstanbul kemençesi, lavta iken semai kahvehanelerinde klarnet, zurna, nakkare (bir tür vurmalı saz), çığırtma (15-20 cm boyunda üflemeli bir saz), zilli maşa (bir tür ritim aleti) ve darbukadan oluşuyordu.
Ayrıca bu iki sosyalleşme mekânı üzerinden Osmanlı İstanbul’unun avam-havas ikiliği de kolaylıkla okunabiliyordu. 19. yüzyılda yaşamış kimi yazarlar semai kahvehanelerinin müşterilerini ve icracılarını “ayak takımı”, “kopuk”, “haşarı”, “kaldırım haytası” gibi sıfatlarla tanımlıyor, buna karşılık “en profesyonel”, “en müstesna”, “en seçkin” müzisyenlerin “en güzide” şarkılarını kıraathanelerde seslendirdiğini yazıyorlardı.
Günümüzde Türk Sanat Müziği olarak tanımlanan müziğin, deyim yerindeyse atasının 19. yüzyılda “incesaz” olarak ifade edilen müzik olduğunu tezinizden öğreniyoruz. Bunu biraz açar mısınız? “İncesaz” ile Türk Sanat Müziği arasında benzerlikler ve farklılıklar nelerdir?
“İncesaz” ifadesi bugünkü “Türk Sanat Müziği”nin o dönemki adlandırması. Dolayısıyla burada iki ayrı müzik türünden bahsedilmiyor. “Türk Sanat Müziği” de yeni bir adlandırma aslında. 1950-60’lı yıllarda önerilip kabul gördü. “İncesaz” adlandırmasının nedenini ise sosyolog Güneş Ayas beğeni hiyerarşisiyle açıklıyor. Yani bu müziğin “inceleşmiş” zevklere hitap ettiği iddiası var bu isimlendirmede. Mesela geç Osmanlı İstanbul’unun gündelik yaşamıyla ilgili bilgilerini aktaran Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey şehrin “kopuk”larından söz ederken “[Kopuklar] inceleşmiş sefahatı tatsız bulurlar, hatta ince sazı bile sevmezler” diye yazıyor. Havas (seçkin, elit) sınıfının kendi müzik zevkini avamınkinden ayırmak amacıyla kullanmaya başladığı bir sıfat olsa gerek.
II. Meşrutiyet’in (1908) etkisiyle İstanbul’da önemli bir toplumsal değişimin başladığını biliyoruz. II. Meşrutiyet kahvehaneleri ve kahvehane müziğini etkiledi mi?
II. Meşrutiyet kimi tarihçi ve yazarlarca semai kahvehanelerinin ortadan kaybolmasıyla ilişkilendirilir. Bunda Meşrutiyet ilanının bizzat bir rolü oldu mu açıkçası bilmiyorum fakat Reşat Ekrem Koçu Meşrutiyet’in ilanından sonra yaşanan İtalya, Balkan ve dünya savaşlarında tulumbacıların cephelere yollanmasının semai kahvehanelerinin sonunu getirdiği düşüncesinde. Çünkü tulumbacılar bu kahvehanelerin baş aktörleriydi. Yani II. Meşrutiyet anladığım kadarıyla bu kahvehanelerin kapanma nedeni olmasından değil de kapanmaya başladığı döneme referansta bulunması açısından vurgulanıyor.
19. yüzyıl kahvehanelerinin Cumhuriyet’e bıraktığı kahvehane ve kahvehane müziği mirası ne oldu? Bu mirastan günümüze kalan nedir?
Açıkçası çalışmamı Osmanlı dönemiyle sınırlı tuttuğum için Cumhuriyet dönemiyle ilgili okuma yapmadım. Dolayısıyla vereceğim cevap tatmin edici olmayacaktır.
Bunun yanı sıra Osmanlı İstanbul’unda da buna benzer bir istisnadan söz edebiliriz. II. Abdülhamid’in padişahlığının son yıllarında Palabıyık Artin Ağa adında biri Galata Voyvoda caddesinde (bugünkü Bankalar Caddesi) bir kahvehane işletirmiş. Palabıyık Artin aynı zamanda bir tulumbacıymış fakat kahvehanesinde perşembe, cuma ve cumartesi akşamları bir incesaz heyeti sahne alırmış. Palabıyık Artin’in kahvehanesi bir semai kahvehanesi miydi yoksa alelade bir mahalle kahvehanesi miydi bilinmiyor fakat bahsettiğim gibi tulumbacılarla özdeşleşen bir mekân varsa o da semai kahvehaneleriydi. Ve burada görülüyor ki bir tulumbacının kahvehanesinde incesaz müziği yapılıyordu. Ancak şunu söyleyebilirim ki bugün sayısı çok az da olsa hâlâ içerisinde müzik yapılan kahvehaneler var. Beyoğlu Tünel bölgesinde yakın zamana kadar açık olan bir kahvehanede ara ara konserler oluyordu. Hatta müzisyen arkadaşlarımla 2020 yılında biz de burada bir konser vermiştik. Bunun dışında Üsküdar’da “semai kahvehanesi” adıyla işletilen bir yer daha var. Orada da kimi zaman konserler veriliyorsa da bu konserlerde Osmanlı-Türk müziği yani 19. yüzyıldaki adlandırmasıyla “incesaz müziği” yapılıyor. Bir semai kahvehanesinde incesaz müziği… Bu anakronik bir durum elbette fakat “semai kahvehanesi” ifadesinin aradan geçen bir yüzyılın ardından bağlamından kopmuş olması beklenmedik bir şey değil.
Günümüz demişken, bugünkü kıraathane ile kafe arasındaki ayrımı geçmişteki kıraathane ile semai kahvehaneleri arasındaki ayrıma benzetebilir miyiz?
Bugün ne kahvehaneler ne de kafeler tam anlamıyla geçmişteki kahvehaneleri karşılıyor. Bugün bir kafeye girdiğimizde orada tezini yazan veya eğitimiyle ilgili çalışmalarını sürdüren öğrencilerle karşılaşabiliyoruz evet ama açılan ilk kıraathane olan Sarafim Efendi’nin kıraathanesi aynı zamanda bir kütüphaneydi. Kitaplar, dergiler, mecmualar bulunuyordu orada. Hatta Sarafim Efendi matbaacılık da yapıyordu aynı kıraathane binasında. Bugünkü kafeler bu işlevden yoksun. Belki kitap-kafeler benzetilebilir Osmanlı kıraathanelerine.
Bugünkü kahvehaneleri ise müşteri yapısı bakımından semai kahvehanelerine benzetmek mümkün olabilir. Fakat müzik, semai kahvehanelerinin olmazsa olmazıydı. Bu kahvehanelerin adı bile, edebi-müzikal bir form olan “semai” formunun o kahvehanelerde icra edilmesinden geliyordu. Bugünkü kahvehanelerde müzik icrasına rastlanmıyor. Dolayısıyla başta da söylediğim gibi bugün kahvehaneler de kafeler de kahvehanelerin geçmişteki hallerini tam anlamıyla karşılamıyor.