Serbest TV’de izlemek için:
SerbestPod’da dinlemek için:
Öncelikle Afganistan’dan gelen göçmenlerle ilgili bir soru sormak istiyorum size. Türkiye’de çokça konuşulan konulardan biri de şu anda bu düzensiz göçün ülkenin demografik yapısını bozacağına ilişkin eleştiriler. Daha önce Suriyeliler savaştan kaçıp Türkiye’ye göç ettiğinde de benzer bir tartışma yürütülmüştü. Göçmenler üzerinden “demografiyi bozma” eleştirisi haklı ve gerçekçi bir endişe mi?
“Demografiyi bozma” olarak adlandırılan şeyin kendisi aslında normal bir durum. Yani demografik olarak nüfusun belli bir etnik ya da dini kompozisyondan oluşması gerektiğini ima eden bir yaklaşım tarzı bu ve bundaki az ya da çok değişikliği olumsuz bir durummuş gibi ya da anormal bir durummuş gibi gören bir yaklaşım. Türkiye, birbirinden farklı etnik, dini, mezhepsel, inanca ait kökenlerin olduğu bir ülke ve burada herhangi birinin sayısının artması ya da azalması eğer normal bir biçimde olacaksa bir tehdit olarak ya da bir mutluluk kaynağı olarak görülmemeli.
Suriyelilerin gelmesi ile birlikte özellikle Türkiye’de demografi hesapları yapılmaya başlandı. Bu hesapların aslında kendisinde ayrımcı hatta bazen ırkçı bir ima ya da arka plan da olabiliyor. Sanki bizim cinsimizden insanların sayısı görece olarak bile olsa azalması, yani 4 milyonla birlikte bu oranın değişmesi ya da bazılarının iddia ettiği gibi “Türklerin azınlığa düşmesi” mümkün değil ama burada bir etnik grubun sayısının görece bir artış göstermesi bile bazıları için tehdit olarak algılanıyor. Tüm Suriyelileri toplasanız Türkiye’deki bir ya da iki şehrin nüfusu ediyorlar. Düşünün seksen milyonluk ülkeye bir ya da iki şehir daha eklenmiş gibi düşünebiliriz. Gelenler bu anlamda evet kendi etnik, kültürel kimlikleri ile geliyorlar ama geçmişte de bu oldu. Balkanlardan Türkler, Boşnaklar, Makedonlar geldiği zaman ya da Yahudiler geldiği, Kırım’dan Tatarlar geldiği zaman, Doğu Türkistanlılar geldiği zaman bu “Demografimiz bozulacak”, “Şu oran artacak, şu azalacak” hesapları yapılmamıştı. Bu durum aslında şu an bir gerilemeyi de ifade ediyor.
Arapların sayısının ya da oranının, ki çok az Türkiye’de, artmasını demografiyi bozmak olarak adlandırmanın kendisinde bir sakatlık, bir yanlışlık var.
İkincisi, doğum oranlarına bakılarak bazıları onların 10 yıl, 20 yıl sonraki nüfuslarının hesabına girişiyor. Bunların hepsi de bilim dışı ya da sahte bilimsel öngörüleri ifade ediyor. Geçmişte hatırlarsanız Kürtlerle ilgili de yapılırdı böyle hesaplar. Örneğin 2000 yılına gelince, Kürtlerdeki doğum oranı ya da doğurganlık oranı üzerinden hesap yapan kerli ferli insanlar vardı. Bunlardan hiçbirisi çıkmadı. Çünkü hayatın olağan akışı içerisinde insanlar sosyolojik olarak içerisinde bulundukları sosyolojik grubun rengini almaya başladılar. Diyelim ki, daha alt gelir grubundayken daha çok çocuk yapanlar, kentleşme ile birlikte orta sınıflara doğru çıkınca daha az çocuk yapmaya başladılar. Türkler de Kürtler de.
Her şeyin ötesinde, bir insan grubunun sayısının artmasını tehdit olarak görmek, bunu demografiyi bozan bir şey olarak görmek başlı başına kötü bir şey.
Malum şu anda Kurban Bayramı’nın içerisindeyiz. Sığınmacılarla ilgili her bayramda olduğu gibi, Suriyelilerin ülkelerine dönüp bayramı geçirdikleri daha sonra da Türkiye’ye geri döndükleri ile ilgili haberler basında yer almaya başladı. Bu olay medyada öyle bir yansıtılıyor ki, sanki Suriyeli sığınmacılar bayramda “tatil” için ülkelerine gidip sonra geri dönüyorlarmış gibi. Suriyeliler gerçekten de sınırın ötesine, ülkelerine bayramda “tatil yapmaya” mı gidiyor?
Keşke onun için gitseler. Onun için de gidenler vardır hiç kuşkusuz. Ben bayramlarını da kutluyorum hepsinin. Çok kötü, sarsıcı, büyük bir felaketin arkasından bu insanlar hayata tutunma mücadelesi veriyorlar. Az bir şey değil, her üç aileden birinde kayıp var. Düşünün parçalanmış aileler, bölünmüş aileler, birbirinden kopmuş insanlar, Ege Denizi’nden sınırların olduğu her yere, Dünya’nın her tarafına korkunç bir dehşetin etkisiyle dağılmış insanlardan söz ediyoruz. Dolayısıyla da onların sürekli olarak trajik bir durum içerisinde kalmalarını beklemek de tuhaf ve gayri insani bir şey. Keşke gerçekten de aileleriyle, dostlarıyla huzur içerisinde bayramlaşacakları günler gelse. Biz de onlara bunun için destek olabilsek keşke diye düşünüyorum. Ancak bayram dolayısıyla oraya gidiyorlar fakat bayramlaşmaya gitmiyorlar. Türkiye, İran ve Rusya arasında Astana Süreci’nde oluşturulan geçici güvenli bölgelere gidiyor bu insanlar. Geçici güvenli bölgeler Suriye’nin küçük bir bölümü ve aslında nihai anlamda da tam güvence içerisinde değil. Bazı şeylerin herhangi bir garantisi de yok. Kimsenin hesap vermesi gibi bir durum da söz konusu değil. Ama son tahlilde, görece bir güvenlik durumu söz konusu. Bu da Türkiye’nin çabalarıyla gerçekleşti.
Bu insanlar geride bıraktıkları mallarını, kayıplarını, ailelerini, akrabalarını, çocuklarını, büyüklerini, ailelerini, evlerini, barklarını bulmak ve onlarla ilgili bir şeyler yapmak istiyorlar. Yani bayramlaşmak için kalkıp da o kadar büyük sıkıntılar içerisinde gidecek durumları yok oraya ama gitmişken tabii ki bayramlaşacaklar. Ne kadar büyük bir acı içerisinde olsanız bile bayram geldiği zaman başka olur ve tabii ki bayramı kutlarsınız. Ama esas gidiş amaçları o değil. Türkiye’de bu konu defalarca açıklandığı halde, defalarca söylendiği halde edebiyattaki tecahül-ü arif sanatında olduğu gibi, bilmezden gelme uygulanıyor. Büyük ölçüde bu yaşanıyor diye düşünüyorum çünkü sosyal medyada bu açıklamayı paylaştığınızda bile sanki hiç yapmamışsınız gibi davranıyorlar.
Tekrara düşmek pahasına sözlerimi söyleyip tamamlayayım, Suriyeliler oraya bayramlaşmaya gitmiyorlar. Bayram dolayısıyla Türkiye, İran ve Rusya arasındaki anlaşma kapsamında oluşturulan geçici güvenli bölgelere geride bıraktıklarını bulmak için gidiyorlar.
Tecahül-ü arif sanatından söz ettiniz. Sizin bir kitabınız var, Suriyeliler özelinde göçmenlerle ilgili doğru bilinen yanlışlara ilişkin. Geçtiğimiz aylarda da Doç. Dr. Faik Tanrıkulu ile birlikte hazırlayıp yayımladığınız, ana muhalefet partisi CHP’nin Suriyeliler meselesindeki söylem ve politikalarını analiz edip çeşitli önerilerde bulunduğunuz bir raporunuz var. Bu raporlarda da görüldüğü üzere, göçmen ve sığınmacı karşıtlığını Türkiye’de körükleyen kurumlardan biri de siyaset kurumu. Geçtiğimiz günlerde de CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun, CHP’li Fikri Sağlar’ın, Özgür Özel’in, İYİ Partili isimlerin vs, bilgi yanlışlarıyla dolu, sığınmacı karşıtı paylaşımları, açıklamaları oldu. Bu tarz açıklamalar sığınmacılara karşı toplumdaki bakışı nasıl etkiliyor? Bu siyasetçiler, gazeteciler gerçekleri bilmediği için mi yoksa gerçeği bükerek bir politik tercih yaptıkları için mi sığınmacı karşıtlığını körüklemeyi tercih ediyorlar?
Bunun bilmeden yapıldığını söylemek mümkün değil. En azından CHP’nin sığınmacılarla ilgili söylemleri ve politikaları üzerine raporu hazırlarken Faik hoca (Tanrıkulu) ile birlikte, bu yanlış bilgilerin ısrarla dillendirilmesinin bilmemekten kaynaklanmadığını çok net gördük. Örneğin CHP lideri 45 milyar dolar harcandığını söylüyor esnaf ile konuşurken, çiftçi ile konuşurken, stajyer öğrenciler ile konuşurken. Ama daha önceki yaptığı konuşmalarda ise Suriyeli sığınmacılara o paraların harcanmadığını yemin ederek söylüyordu.
Mesela “Hastanede sıra beklemezler, onlar birinci sınıf vatandaş” gibi söylemleri oluyor. CHP’nin kendi web sayfasında, CHP’nin hazırladığı raporlarda, yazılarda sığınmacıların ciddi anlamda sıkıntıları olduğu, hepsi yazıyor. Yani aynı anda iki farklı gerçeklik var. Birisi demokrat ya da daha demokrasi ve adalet üzerinden eleştiri yapan bir parti görülüyor, öbürü ise açıkça ayrımcı önyargılara oynayan ve göz göre göre bilinçli bir şekilde gerçekleri değiştirerek, gizleyerek iktidarı eleştiren bir parti. Ve bu anlık bir şey değil, göçün başından beri böyle olan bir durumdan bahsediyoruz. Ya parti içerisinde iki kutup var, biri diğerinden habersiz ki bu mümkün değil ya da aynı anda demokratlara ayrı, ırkçılara, göçmen karşıtlarına, mezhepçilere ayrı söylemleri tekrarlayan bir yaklaşım var. Ama her halükârda bu sokaktaki insana bir nefret pompalama şeklinde yansıyor.
Bu anlamda göçün başından itibaren iktidar da muhalefet de insani bir dil kullanmış olsalardı bu sorunları yaşamayacaktık. 15-16 yaşındaki çocuk o nefretten dolayı, evin balkonundan pompalı tüfekle vurularak öldürülmeyecekti. Tüm bu olaylarda belirgin bir nefret var ve Suriyelilere dair ötekileştirilmiş bir zihin var. Onları şeytanlaştıran, gayri insanileştiren bir zihin var. Şunu biliyoruz ki herhangi bir insan ırkı, mezhebi, cinsiyeti yüzünden otomatik olarak iyi ya da kötü olmaz. Bu algı nasıl oluştu? Zaman içerisinde doğal bir şekilde oluşmadı, bu oluşturuldu. Tepkiyi nasıl hikâyeleştirirseniz, o tepki öyle şekillenir.
Muhalefet maalesef, iktidarın da doğru dürüst açıklama yapmadığı, somut gerçeklikleri açıklamaya lütfetmediği ya da bir türlü paylaşmadığı bu ortamda bilerek ve isteyerek onları şeytanlaştıran, onları nefret temelli suçların nesnesi haline getiren bir dili bilerek ve isteyerek tercih etti. Bunu tercih ettikçe öfke çoğaldı, nefret çoğaldı.
Suriyeliler Türkiye’de gündelik hayatın içinde işlerini yapan, evlerine ekmek götürmeye çalışan ve bu anlamda geniş toplumla uyum içerisinde yaşayan insanlar. Suç oranları örneğin. İstatistiklere yansıyan belirgin bir suç oranı yok Suriyelilerin. Almanya’da Türklere ilişkin de öyle bir algı vardır, çok suç işlediklerine yönelik. Aslında o da doğru değildir. İçişleri Bakanlığı’nın verilerine göre Suriyelilerin karıştıkları suçların oranı 1.32. Bu, Türkiyelilerin işledikleri suçların üçte biri. Ve buradaki suçların bir kısmı kendi aralarında ortaya çıkan (o süreçteki ilişkiler çok zordur), önemli bir kısmı da aslında onların sığınmacı olmasından istifade etmek isteyen insanların haklarını ihlal etmeleri üzerine kendi haklarını almaya çalışmaları üzerine ortaya çıkan, hukuki süreçleri kullanamamaktan dolayı ortaya çıkan vakalar.