Türkiye 6 Şubat’ta sadece büyük bir fiziksel tahribata uğramadı, milyonlarca insanın ruhu da harap oldu. Etkisi çok uzun sürecek bu ruhsal tahribatlar daha çok çocuk ve gençleri etkiliyor.
Depremzede genç ve çocukların karşı karşıya kaldığı ruhsal ve zihinsel sorunların gündelik hayattaki yansımalarını, yapılagelen psikososyal destek çalışmalarını, ruhsal tahribatın izole edilmesi için atılması gereken adımları, sahada neyin doğru neyi yanlış yapıldığını çocuk ve genç psikiyatrisi alanında yaptığı akademik ve klinik çalışmaları ile bilinen Antalya Bilim Üniversitesi’nden Doç. Dr. Veysi Çeri ile konuştuk.
Öncelikle deprem sonrası çocuklarda görülen ruhsal, duygusal ve davranışsal tepkilerin neler olduğunu anlatabilir misiniz? Neler gözlediniz şu son altı haftada?
Deprem sonrası çocuklarda görülen psikolojik stres belirtileri yaşa göre önemli farklılıklar sergilemekte; 0-4 yaş arası çocuklarda anne ya da babaya aşırı yapışma, yeme, uyku ve iştah sorunları gözlenirken, 5-10 yaş çocuklarda korkular, tetikte olma hali, gerginlik, alt ıslatma, anne-babaya yapışma ile vücut ağrıları gibi belirtiler görülmekte.
Daha büyük çocuklarda ise kaygı, güvensizlik, tetikte olma hali, çarpıntı, gerginlik, içe çekilme, mutsuzluk, dalgınlık ve konsantrasyon problemleri gibi yetişkinlik dönemine benzer stres belirtileri daha ön planda olmaktadır.
“Depremzede çocuklar olumsuz duygularını paylaşmaya teşvik edilmeli”
Afet sonrasında çocuk ve gençlerde görülebilecek travma, korku, kaygı, gerginlik, güvensizlik, depresyon ve içe kapanmayı aşmak için anne-babalar ve psikososyal destek ekipleri nasıl bir iletişim kurmalıdır? Davranışsal ve bilinçsel olarak depremzede çocuk ve gençlere nasıl yaklaşılmalıdır?
Afet sonrası çocuklar için psikolojik olarak öncelikle yapılması gereken çocukların yeme, içme, barınma ve güvenlik gibi fizyolojik ihtiyaçlarının karşılanması ve bu konudaki belirsizliğin giderilerek güvence altına alınmasıdır. Daha sonraki dönemde çocukların deprem hakkındaki düşünce ve duygularının belirlenmesi ve varsa yanlış düşüncelerinin doğruları ile değiştirilmesi önem kazanmaktadır. Bunun için çocuklara kendilerini rahatlıkla ifade edebilecekleri bir ortam sağlanması ve duyguları ile düşüncelerini paylaşmaları için cesaretlendirilmesi yararlı olacaktır. Buradaki bir diğer önemli husus çocukların olumsuz duygularını paylaşmaya teşvik edilmesidir. Çünkü birçok çocuk aile üyeleri üzülmesin diye duygularını paylaşmaktan çekinmekte, bu da ağır duyguları kendi başlarına üstlenmelerine yol açmaktadır.
“Sınıf ortamı uygun düzenlemeler ile adeta bir grup terapisi ortamına çevrilebilir”
Bildiğiniz gibi deprem bölgesinde eğitim faaliyetleri sürmekte. Eğitimcilerin okulda öğrencileriyle nasıl bir iletişim kurmaları gerektiğini düşünüyorsunuz? Depremzede çocuklar ve gençlerle ne tür aktiviteler yapılmalıdır?
Sınıf ortamı uygun düzenlemeler ile adeta bir grup terapisi ortamına çevrilebilir. Bunun için sınıfta ara ara deprem konusunun açılması ve çocukların zorlanmadan duygu ve deneyimlerini paylaşmalarının istenmesi yararlı olacaktır. Bunun dışında ilk zamanlar öğretme faaliyetlerinin biraz azaltılması ile teneffüslerin uzun tutularak çocukların birbirleriyle serbest oyun ve etkileşim fırsatlarının artırılmasının da faydalı olacağını söyleyebilirim.
Sahada gözlemlediğiniz veya medyadan öğrendiğiniz kadarıyla, okullarda uygulanan psikososyal destek çalışmalarını nasıl buluyorsunuz? Yeterli mi yetersiz mi? Neyi yanlış yapıyoruz neyi doğru yapıyoruz sahada? Eğitim ve okul, depremzedeleri normalleştirmede nasıl bir rol oynuyor/oynayabilir?
Maalesef yeterli olduğunu söyleyemeyeceğim gibi doğru şekilde yürütüldüğünü de söyleyemem. Bu tür afetlere karşı müdahale için arama-kurtarma ekiplerinin hazır tutulması gibi psikososyal müdahale ekiplerinin de önceden gerekli eğitimleri almış olarak hazırda bulunması ve ilk anlardan itibaren sahada yapılandırılmış kriz müdahale programları ile tüm çocuklara ulaşması gerekir. Bizde ise bu faaliyet bölük pörçük yürütülüyor; herhangi bir travma eğitimi almayan kişilerin sahada destek vermesi sağlanıyor ki bu durum kimi istenmeyen olumsuzluklara da yol açabilir.
“Afetten etkilenen tüm illerde psikolojik travma müdahale merkezleri kurulmalı”
Deprem korkusunu, deprem travmasını, deprem kaygısını, deprem fobisini ve depresyonunu aşmak için kısa, orta ve uzun vadede toplum olarak neler yapmalıyız?
Araştırmalar ve klinik deneyimim travmaların uzun süreli olumsuz etkileri olabileceğini gösteriyor. Öyle ki 30 yıl sonra bile travma sağ kalanlarının kimi ciddi psikolojik etkilenmişlik belirtileri sergilediği görülüyor. Bundan dolayı psikososyal destek müdahalelerinin 1-2 aylık uygulamalar olmamasına ve en az 5 yıllık bir süre devam edecek şekilde planlanmasına dikkat edilmelidir. Bunun için afetten etkilenen tüm illerde tıpkı toplum ruh sağlığı merkezleri gibi psikolojik travma müdahale merkezleri kurularak bu yerlerde psikolojik travma alanında ayrıca eğitim almış personelin istihdam edilmesi sağlanmalıdır. Bu merkezlerde, travmatik stres tanısı ile tedavisine yönelik tüm uygulama ve müdahale imkânlarının sağlanması gerekmektedir.
Afet sonrası ruhsal, davranışsal ve zihinsel tahribatları azalmamış, izleri yıllar sonra günyüzüne çıkacak milyonlarca insanımızın varlığı bize gelecekte nasıl bir toplumsal sağlık tablosu vaat ediyor? Geleceğe dair bir projeksiyon çizecek olursanız bizleri nelerin beklediğini öngörüyorsunuz?
Afet bölgesinde yaşayan 13 milyon kişi ile bunların diğer illerdeki yakın akrabaları dikkate alındığında ülkemizin neredeyse yarısının direkt, diğer yarısının ise endirekt etkilendiği kitlesel bir travmatik yaşantıyla karşı karşıyayız. Normalde bu denli bir kitlesel travmanın toplumda ciddi bir değişikliğe yol açmasını beklerim. Zaten travmatik etkilenmenin artık bir diğer sacayağı olarak düşünce ve inanışlarda ciddi bir değişiklik gelişmesi de yer almakta. Ancak doğrusunu söylemek gerekirse şimdilik gördüklerimden yola çıkarak herhangi bir değişimin olmasını beklemiyorum. Çünkü ortada kimsenin sorumluluğu almadığını, herkesin kendinden olmayanı suçlamaya başka bir deyişle dışsallaştırmaya girişerek kendini paklamaya giriştiğini görüyoruz.
“Ben bizi iyileştirenin psikoloji bilimi olmadığını düşünüyorum”
Yakın zamandaki Marmara, Van, Elazığ ve İzmir depremlerinden sonra da benzer bir durum olmuş ve toplumumuz bu afetlerden sonra yaşantısına kaldığı yerden devam etmiştir. Nitekim Son zamanlarda normale dönüş kavramı çokça dile getirilmekte. Ben bunu hiç doğru bulmuyorum. Bizim bu kitlesel travmadan sonra bir daha asla eski normale dönmememiz; buradan hayati dersler alarak ‘yeni normale’ dönmemiz gerektiğini düşünüyorum. Bunun ilk basamağını maalesef atlamış bulunuyoruz. Bu da her şeyin aynı eski düzende devam edeceğinin acı bir ispatı. Çünkü değişimin ilk ve olmazsa olmaz şartı sorumluluk almaktır. Ortada sorumluluğu kabul eden tek bir insan ve yetkili göremedim. Hal böyleyken bir değişim beklemek beyhude olur diye düşünüyorum. Çünkü yeni normalin ilk adımı ancak sorumluların kitlesel istifası olabilir. Yetkililerin istifası, bundan sonra o koltuklara gelenlerin bunu Demokles’in kılıcı gibi hep üstlerinde hissetmelerini, şehirleşme ve yapı denetimi hususunda asla taviz vermemelerini sağlayacaktır.
Ülkenin popüler ve saygın sanatçı, sporcu, psikiyatrist, edebiyatçı, yazar, deprem uzmanı ve diğer bilim insanlarının gruplar halinde ya da bireysel olarak depremzedelerle buluşmalarının, iyileştirmeye ve normalleştirmeye olumlu-olumsuz etkilerine dair neler söyleyebilirsiniz? Politikacıların sıklıkla gittiğini görüyoruz. Böylesi bir girişimin olmaması tablodaki eksikliğe işaret etmiyor mu? Yapılabilir mi? Ne dersiniz?
Doğrusunu söylemem gerekirse bir faydası olmasını beklemiyorum. Çünkü travmanın etkisi çok uzun zamanlar devam etmekteyken bu tür girişimler çok kısa süreli olmaktadır. Evet, bu tür inisiyatifler bir ferahlama sağlayacaktır. Ancak ben bunun yaz güneşinde çalışırken içilen bir bardak sudan öteye faydası olmasını beklemiyorum. Burada bu tür insiyatiflerin süreğen olması ve daha uzun soluklu sistematik girişimlere evrilmesi gerektiğini söyleyebilirim ancak.
“Yalnızlığı gidermenin yolu; eskilerin infak dediği adanmışlık ruhu…”
Psikiyatrist Kemal Sayar’ın “Bazen hayat bizleri iyileştirir, psikoloji bilimi değil” tespiti üzerinden acaba psikoloji biliminin mutlaklaştırılmasına, neredeyse tek çözüm adresi olarak gösterilmesine dair neler söylemek istersiniz? Hollanda ve Almanya’da kalmış, akademik çalışmalarda bulunmuş biri olarak ne dersiniz bu hususta?
Kemal hocam çok önemli bir hususa işaret etmiş. Hatta bu konuda sanırım ondan daha radikal bir görüşe sahibim. Ben bizi iyileştirenin asla psikoloji bilimi olmadığını düşünüyorum. Sonuçta yakın tarihe kadar modern anlamdaki gibi bir psikoloji bilimi yoktu. Ancak insanlar çok daha büyük travma ve acılara göğüs gerebiliyor ve iyileşebiliyordu. Nitekim çoğu psikiyatrik hastalıkta bizi iyileştiren ilaçlar olmamaktadır. İlaçların birçok durumda stresi azaltarak bünyemizin kendini iyileştirmesine olanak tanıdığını düşünüyorum. Tıpkı elimiz kesildiğinde bizi iyileştirenin doktorlar olmadığı, onların yarayı temizleyip dikerek vücudumuzun iyileşmesine olanak tanıması gibi. Bu bütün tıbbi müdahaleler için geçerli.
İyileştiren biz doktorlar ya da ilaçlar değil insanın bünyesidir. Aynısı terapi için de geçerli. Terapi odasında, konuştuklarımızdan çok orada anlayış, güven ve her koşulda kabule dayanan huzurlu bir ilişki ortamı oluşturmak iyileştiriyor kişiyi. Örneğin yeni yapılan bir araştırmada aynı hastalığa sahip kişilere aynı ilaç verilip bir gruba gerçek ilaç diğer gruba ise ilaç etkisi olamayan bir hap verildiği belirtilmiş. 3 ayın sonunda o psikiyatrik hastalığa iyi gelen bir ilaç aldığını bilenlerin %54’ü iyileşirken, ilaç almadığını düşünenlerin sadece %17’si iyileşmiş. Bu da asıl iyileştirenin vücudumuzun kendisi olduğunu açıkça gösteriyor.
Tabii bu her hastalık için bu kadar söz konusu değil. Ancak bilhassa insan kaynaklı travma ve ilişki sorunlarından kaynaklanan problemlerde iyileştiren modern psikoloji bilimi ve ilaçlar olmamakta, insani etkileşim ve güven olmaktadır. Daha biyolojik kökenli hastalıklarda ise ilaçlar bayağı etkili olmaktadır. Yeri geldiğinde yerinde endikasyonla reçete edilen uygun ilaçları uygun şekilde kullanmaktan asla kaçınılmamalı.
Travmada da bizi psikolojik olarak yaralayanın olayın kendisi değil, olay karşısında yalnız hissetmemiz olduğunu düşünen biri olarak, afeti yaşayan insanların uzun süre gerçekten yalnız hissetmemesini sağlamanın, onların iyileşmesini sağlayacak en önemli faktör olduğunu düşünüyorum. Ancak her ne kadar akut evrede bunu sağlamış gibi görünsek de uzun dönemde bunu sağlamak pek de kolay değil. Dilerim adanmışlık ruhu (eskilerin infak dediği, kişinin sevdiği malları ve zamanlarını paylaşma hevesi), ki yalnız hissetmelerini engelleyecek en önemli şey olduğunu düşünüyorum, uzun yıllar devam eder.