[3 Mayıs 2020] Dünkü yazımda, test sayılarının ve test sayısı ile vaka sayısı arasındaki ilişkinin, dünya çapında sorunlu olduğunu anlatmaya çalışmıştım. Uç noktada, Paul Romer’in ABD’deki gerçek durumu saptamak ve pandeminin önünü kesmek içi aslında günde 22 milyon teste ihtiyaç olduğu — ve ayrıca, maliyeti karşılanırsa pekâlâ yapılabileceği yolundaki görüşünü kaydetmiştim. Romer’in önerisine kendi yorumumu eklemiş; yani objektif anlamda yapılabilir ama yapılmazsa kapitalizm faktörü yüzünden yapılmayacağını imâ ediyor… demeye getirmiştim.
Buradan Türkiye ile ilgili bazı gözlem ve düşüncelerime geçiyorum. (1) Test sayısı ile vaka sayısı arasındaki ilişki, dünyada olduğu gibi Türkiye’de de sorunlu. Evet, günlük yeni vaka sayılarında belirgin bir düşüş gözleniyor. 31 Mart – 3 Nisan arasında günlük yeni vaka sayısı 2000’lerdeydi. 4 – 7 Nisan arasında 3000’lere çıktı; 8 – 17 Nisan arasında 4000’lerde seyretti (bir tek 11 Nisan’da 5,138 oldu). 18 – 21 Nisan arasındaki dört günde kâh 3700-3900’ler, kâh 4600’ler arasında dalgalandı. 22-24 Nisan arasında 3100’lere ve 25 Nisan’dan itibaren de 2000’lere çekildi. Nihayet 2 Mayıs’ta (dün) 2000’in de altına düştü ve 1983 oldu.
Şimdi bu, neresinden bakarsanız bakın net bir trend demek. Büyük bir düşüş müdür, yeterli bir düşüş müdür; orasına aşağıda değinmeye çalışacağım. Ama şu sayılar temelinde, en kötüyü 8 – 17 Nisan (belki 8 – 21 Nisan) arasında gördüğümüz ve o günlerden itibaren bir iyileşme yaşadığımız açık olsa gerek. Ne ki, bu sonuca gölge düşüren bazı faktörler var. Birincisi, test sayısının hem azlığı, hem oynamaları. Günlük test sayısı sabit veya düzenli artıyor değil; kabaca 20-40 bin arasında değişiyor. Buna göre, günlük vaka sayısı da inip çıkabiliyor. Tabii burada, test sonuçlarının ancak 5-6 günde çıktığını da hesaba katmak lâzım. Yani faraza dün (2 Mayıs Cumartesi) akşam 19:30’da açıklanan 1,983 yeni vaka, o gün değil 5-6 gün önce yapılan testlerin sonucu. Bu ilişkinin (zaman fasılasının) net ve kesinlikli olmaması hesaplamayı zorlaştırıyor ama yeni vaka sayılarında gözlenen düşüşlerin en azından bir bölümünün test sayısındaki azalmaya bağlı olabileceği şüphesine ağırlık kazandırıyor.
Tabii test sayısının mutlak anlamda azlığı ayrı bir problem. 2019 itibariyle 67 milyon nüfuslu İngiltere, “nihayet” günde 100,000 test seviyesini yakaladığıyla övünürken, gene 2019 itibariyle 82 milyon nüfuslu Türkiye’nin günde en fazla 43,000 testle yetinmesi ve bunu arttırmaya niyetli gözükmemesi biraz garip geliyor insana. Resmî açıklama, “filyasyon” (veya ilişki takibi) yöntemi (yani, sadece test sonucu pozitif çıkanların yakın geçmişte temas ettiği kişilerin saptanıp onlara test uygulanması) çerçevesinde bu rakamların yeterli olduğu yönünde. Acaba? Bu çok doğru ve hassas bir yöntem mi? Yüzde yüz garantili, su sızdırmaz mı? Aradan kaçan, hem de önemli sayıda vaka olmaz mı? Bundan diyelim 20 gün önce, tek bir kişinin iltisak ve irtibatlarını izlerken, diyelim 30 kişi içinde 5’inin tesbit ve test edilmediğini, bunlardan 2’sinin de aslında hasta, yani taşıyıcı olduğunu düşünün. Sonraki 20 günde bu 2 kişi ilk ağızda kendi temas ve bulaşları ve sonra bulaşlarının bulaşları ve sonra bulaşlarının bulaşlarının bulaşları vb yoluyla kaç kişiye hastalığı taşıyabilir? Ben 1:6 katsayısından yola çıkarak sadece 5 günle sınırlı bir hesaplama yaptım ve 12 – 72 – 432 – 2,592 – 15,552 serisini buldum. 2/30 veya 1/15 eksik, ki pekâlâ olabilir, böyle bir sonuç doğuruyor. Üstünkörü de olsa bir fikir vermeye yarayabilir diye zikrediyorum. İki gece önce bir televizyon kanalında akıllı bir genç hekim şöyle bir şey söyledi (mealen aktarıyorum): “Gölde balık tutmaya benziyor. Siz tek bir kayıkla çıkar, diyelim bir balık tutarsınız. Beş kayık çıkar, beş balık tutar. Ama gölde kaç balık yaşadığını bu yolla saptayamayız.” Yani şu ana kadar 124,375 “balık yakaladık” (= vaka saptadık) diyoruz ama “Türkiye gölü”nde daha kaç balık-vaka var, bu test sayılarıyla bunu bilebilmekten (ve dolayısıyla ona göre önlem alabilmekten) hayli uzağız.
(2) Vaka artış oranı ancak son iki günde yüzde 2 ve altına düştü. Tabii esas mesele, günlük vaka sayıları değil, vaka artış oranı. Yaklaşık iki hafta önceki bir yazımda (17 Nisan: Bize nasıl yalan söyleniyor?), Chicago Üniversitesi’nden Ufuk Akçiğit’in 1-3 Nisan tweet zincirlerini aktarmış ve İtalya-İspanya patikasından ayrılmak için Türkiye’nin vaka artış oranını yüzde 2’ye düşürmesi gerekiyormuş… demiştim. 24 Nisan’daki Bazı tuhaf sorular yazımda ise Türkiye’de bu oranın yüzde 17’lerden başlayıp ancak 12 Nisan’da yüzde 10’un altına düştüğünü göstermiştim. Aşağıdaki tablo, günlük vaka artış oranının 12 Nisan’dan bu yana nasıl seyrettiğini yansıtıyor.
Önceki günün Artış
Günlük vaka sayısı toplam vaka sayısı yüzdesi
12 Nisan 4789 52,167 9.2
13 Nisan 4093 56,956 7.2
14 Nisan 4062 61,049 6.7
15 Nisan 4281 65,111 6.6
16 Nisan 4801 69,392 6.9
17 Nisan 4353 74,193 6.6
18 Nisan 3783 78,546 4.8
19 Nisan 3977 82,329 4.8
20 Nisan 4676 86,306 5.4
21 Nisan 4611 90,980 5.1
22 Nisan 3083 95,591 3.4
23 Nisan 3116 98,674 3.1
24 Nisan 3122 101,790 3.1
25 Nisan 2861 104,912 2.7
26 Nisan 2357 107,773 2.2
27 Nisan 2131 110,130 1.9
28 Nisan 2392 112,261 2.1
29 Nisan 2936 114,653 2.6
30 Nisan 2615 117,589 2.2
1 Mayıs 2188 120,204 1.8
2 Mayıs 1983 122,392 1.6
Buradan, Türkiye’nin ancak 25-30 Nisan arasında yüzde 2 hattına yaklaştığı (veya etrafında dolandığı); 1-2 Mayıs’ta ise net altına indiği sonucu çıkıyor. İtalya ile Türkiye arasında, ilk kaydedilen vakalarından bu yana her hafta toplam vaka sayısının nasıl geliştiğine ilişkin bir karşılaştırma ise şu tabloyu ortaya koyuyor:
İtalya Türkiye
Başlangıç tarihi 15 Şubat 10 Mart
1. haftanın sonu 79 vaka (22/2) 98 vaka (17/3)
2. haftanın sonu 1,128 (29/2) 1,872 (24/3)
3. haftanın sonu 5,883 (7/3) 13,581 (31/3)
4. haftanın sonu 21,157 (14/3) 34,109 (7/4)
5. haftanın sonu 53,578 (21/3) 65,111 (14/4)
6. haftanın sonu 92,472 (28/3) 95,591 (21/4)
7. haftanın sonu 124,632 (4/4) 112,261 (28/4)
8. haftanın sonu 152,271 (11/4)
9. haftanın sonu 175,925 (18/4)
10. haftanın sonu 192,994 (25/4)
11. haftanın sonu 207,928 (2/5)
Durum oldukça açık. Türkiye’de vaka artış hızı ve toplam vaka sayıları, ilk dört hafta boyunca İtalya’dan da yüksek. Ancak 4. ve 5. haftalar arasında bir yerde (yani önceki tabloda 12-14 Nisan dolaylarında) artış hızı İtalya’nın altına çekilebiliyor. Bu da nihayet ilk 7 hafta toplamının, mutlak miktar olarak da (Avrupa’nın iki en felâketli çizgisinden birini izleyen) İtalya’nın gerisinde kalmasını sağlıyor. Tabii bütün bu hesaplar resmî verilerin doğru olduğu varsayımına dayanıyor.
(3) Bazı istatistiklerin üzerindeki soru işaretleri kalkmış değil. İyileşme trendini ve buna bağlı umutlarımızı hafif gölgeleyen bir diğer faktör, bazı veri dizilerinin fazla düzenli gitmesi ve dolayısıyla istatistikî rastgelelik beklentilerine ters düşmesi. Bunun bir örneği, toplam ölüm sayısının toplam vaka sayısına oranı. Biliyorsunuz, 4-13 Nisan arasındaki on gün boyunca bu oran hep yüzde 2.1 oldu. Ortalama değil, tek tek her gün itibariyle yüzde 2.1 oldu. Ansızın herkes farkediverdi bunu (ben de farkettim ve 14 Nisan’da yazdım: Nasıl olabilir? Neden olamaz?). Fakat hayret bir şey; on gün hiç oynamayan bu oran, yapay sabitliği farkedildiği andan itibaren değişmeye başladı. Aşağıdaki tablo, 14 Nisan’dan sonraki gelişmeyi yansıtıyor.
Toplam ölüm sayısı /
toplam vaka sayısı
14-16 Nisan yüzde 2.2
17-19 Nisan yüzde 2.3
20-23 Nisan yüzde 2.4
24-26 Nisan yüzde 2.5
27-30 Nisan yüzde 2.6
1-2 Mayıs yüzde 2.7
Ve öyle tırmanmaya devam ediyor. Bir Allahın kulu da çıkıp, 4-13 Nisan’da nasıl hep yüzde 2.1’de kaldığını açıklamıyor, açıklayamıyor.
(4) Bu bağlamda son problemim, günlük ve toplam ölüm sayılarıyla ilgili. 2-7 Nisan arasında günlük ölüm sayısı hep 70’lerde seyretti. 9-13 Nisan’da 90’lara, 14-15 Nisan’da 100’lere, çıktı. 16-20 Nisan’da hep 120’lerde kaldı. Sonra inişe geçti. 21 Nisan’dan bu yana 117 – 115 – 109 – 106 – 99 – 95 – 92 – 89 – 93 – 84 – 78 şeklinde çok düzenli bir eğim gösterdi. Dün, yani 2 Mayıs akşamı toplam 3,336’ya ulaştı.
Âşikâr ki bunlar sadece hastanelerde ölüm verileri; aksi takdirde hem bu kadar düşük kalamaz, hem de bu kadar düzenli bir iniş eğrisi oluşamaz. Dolayısıyla evet, (a) yoğun bakım verileri; (b) solunum cihazına bağlı hasta sayısı verileri; (c) günlük ve toplam iyileşme sayıları gibi, (d) günlük ve toplam ölü sayıları da hastaneler ölçüsünde doğru kabul edilmek zorunda. Türkiye’nin geçmişte yeterli yatırım yapılmış, iyi bir sağlık sistemi var; kalifiye doktor ve hemşireleri canla başla mücadele edip, kendilerine intikal eden kritik vakaların büyük bir bölümünü kurtarmayı başarıyor.
Ancak bu verilerin, toplumdaki bütün ölüm vakalarını (ya da ne kadarını) kucaklayıp kucaklamadığı sorusu güncelliğini koruyor. Tabii, Türkiye’nin bir kültürel özelliğini hesaba katmak lâzım, bunu düşünürken. Avrupa’da ölenlerin yüzde 90-95 kadarı yaşlılar (kademe kademe, 60 yaş ve 70 yaş üstü diye tasnif ediliyor). Bunların da önemli bir kısmı (Belçika gibi bazı ülkelerde, toplam ölümlerin yüzde 70 kadarı!) yaşlılar için bakım ve huzur evlerinde cereyan ediyor. Avrupa toplumunda (ve Amerika’da), bu tür bakım evleri (care homes) yaygın bir kültürel alışkanlık. Yaşlı insanların bir çoğu belirli bir noktadan sonra ailelerince böyle bakım ve huzur evlerine yerleştiriliyor; orada yaşıyor ve arada bir ziyaret ediliyorlar. Ama işte bu bakım evleri, koronavirüs gibi bir salgın karşısında çok korumasız kalıyor. Pandemi bir girdi mi, neredeyse kılıçtan geçiriyor zavallı ihtiyarları. Hattâ İspanya gibi bazı örneklerde, bakıcıların kendilerine emanet edilen çaresiz insanları bırakıp kaçtığı bile oluyor.
Buna karşılık Türkiye’de, nine ve dedeleri bakım evine vermek böyle yaygın bir alışkanlık değil. Aileleriyle yaşamayı sürdürüyorlar. Bunun da, 65 yaş üstü sokağa çıkma yasağıyla da birleştiğinde, tek bir mekânda toplu kırıma uğrama olasılığına karşı bir savunma barikatı oluşturduğu ve özellikle en kırılgan kesim içinde ölüm sayısını düşük tutmaya yaradığı anlaşılıyor.
Öte yandan, Türkiye’nin Dünya Sağlık Örgütü (WHO/DSÖ) tarafından önerilen iki kayıt kategorisinden sadece birini kullandığı da açık. Test sonucu pozitif çıkmış olanlar COVID-19 ölümleri olarak kaydediliyor; bütün klinik ve epidemiyolojik bulguları korona yönünde olmakla birlikte test yapılmamış veya test yapılıp da negatif çıkmış ölümler ise COVID-19 hanesine kaydedilmiyor. Bu, hastane ölümleri için de böyle, hastane dışı ölümler için de. İmdi, bu açıdan meselâ İstanbul defin verileri ciddî bir sorun. İBB verilerine göre, İstanbul’da 2019 Mart-Nisan aylarında toplam 12,745 kişi, 2020 Mart-Nisan aylarında ise toplam 16,345 kişi toprağa verilmiş. Arada 3,600 fark var. Ciddî bir fark. Yani şu andaki toplam COVID-19 ölümü sayısından fazla. Bunun açıklanması gerekir. Ne ki, bunun “neden korona olmayabileceği”ne ilişkin akıl yürütmelere rastlıyorum da, “peki başka neden olduğu”na ilişkin açıklamalara pek rastlamıyorum.
(4) Aklı başında, objektif ve gerçekçi bir tıp ve salgın haberciliğimiz yok mu bizim? Ya da neden yok? Haydi canım. Öyle bir medya mı kaldı ki? Sorduğunuz şeye bakın.