Ana SayfaMuhtaç olduğumuz, Nûşirevan’ın adaleti

Muhtaç olduğumuz, Nûşirevan’ın adaleti

 

Klasik Arap, Fars, Türk ve Kürt kaynaklarında Nûşirevan-i Âdil şeklinde yer alan Sasani hükümdarı Kisra Nûşirevan bin Kubad bin Firuz bin Yezdigerd bin Behramgur, daha çok Nûşirevan veya  Kisra Nûşirevan adıyla tanınmaktadır. Nûşirevan’dan önce babası Kubad b. Firuz 43 yıl iktidarda kalmıştır. Kubad’ın babası Firuz, ünlü Sasani hükümdarı Yezdigard b. Behram’ın oğludur. Nûşirevan da babası Kubad’ın ölümünden sonra, İS 531 yılında tahta geçip 47 yıl 8 ay hüküm sürmüştür. Farklı kaynaklarda Enûşrevan, Nûşervan veya Anûşirvan şeklinde de yer alan Nûşirevan adının, köken olarak “nûş-ı revân” veya  Pehlevicedeki “anuşek-revân”dan (ölümsüz ruh) geldiği düşünülmektedir.

 

Nûşirevan’ın ilk icraatı

 

Nûşirevan tahta oturduktan sonra Mazdeizm ile mücadeleye koyulur.[1] Ünlü Arap tarihçisi Mesudi, “zındık Mazdek”in kurucusu olarak bizzat Nûşirevan’ın babası Kubad b. Firuz’ü gösterir (Mesudi:233). Taberi ise Mazdek’in (veya Mezdek bin Bamdaz’ın) Kubad döneminde ortaya çıktığını ve giderek güçlenen Mazdekîlerin Kubad’ı bir süreliğine tahttan indirip hapse attığını yazar (Taberi:1045). Fakat sonuçta Mesudi, babası Kubad’ın ölümünden sonra tahta geçen Nûşirevan’nın Irak’ta Gezer ile Nehrevan arasında 80 bin kadar Mazdek yandaşını öldürdüğünü de belirtir.  Bununla da yetinmeyen Mesudi,  “yeni hükümdar” anlamına gelen “Anuşirvan” isminin bu olaydan sonra Nûşirevan’a verildiğini söyler. Mazdekîlere karşı oldukça acımasız davranan Nûşirevan, bu mezhebe geçmiş olanların başlarını kestirerek, daha önce halktan almış oldukları malların bir kısmını sahiplerine iade ederek, geri kalanını da yoksul ve fakirler arasında paylaştırır. (Bu arada Mazdekîlerin, serbest aşk adına bazı insanların eşlerini dahi almış oldukları rivayet edilir.)

 

Taberi’ye göre “zındık”[2] olan Kubad, hayırsever bir insan olup kan akıtmaktan iğrenmektedir. Düşmanlarına karşı idareli ve hoşgörülü davran Kubad döneminde bâtıl inançlar da çoğalmıştır. Hattâ bu özelliklerinden dolayı tebası da Kubad’ı zayıf görür (Taberi:1018). Lâkin Mazdeizmi tavsiye ettiği oğlu Nûşirevan, belki de babasının düştüğü “acizliğe” düşmemek adına ülkesindeki halkı tekrar Mecusiliğe (Zerdüşt inancına) döndürerek, dinî konularda münazara ve tartışmalara girilmesi ve ihtilâfa düşülmesini katı bir şekilde yasaklar (Mesudi:233).

 

Nûşirevan iktidara geldikten sonra bir arazi ve vergi reformunu da gerçekleştirir. Toprağı ve ürünleri, durumu ve çeşidine göre vergilendirme yoluna giderek, kişilerden alınan vergileri sınıf ve kategorilerine göre düzenler. Nûşirevan, başta hanedan üyeleri olmak üzere din adamlarını, yüksek mevki sahiplerini, askerleri ve devlet memurlarını vergiden muaf tutar. Ülkeyi dört farklı idari bölgeye ayırarak, yerinde yönetim ilkesini esas alıp, her bölgeye bir ispehbed (başbuğ, hakan, kağan = vali) tayin eder. Nûşirevan tarafından uygulamaya konulmuş olan bu dörtlü yönetim şekline kimi Pehlevice risalelerde de yer verilmiştir.[3]

 

Kisra Nûşirevan aklı, bilgisi ve tedbirli iş görmesiyle tanınmış, halkın saygınlığını kazanmış bir devlet adamıdır. Tebasına karşı şefkatli ve merhametli bir hükümdar olarak da ün salmıştır. Ülkesindeki yolları yapıp ulaşımı kolaylaştırırken, güzergâhlar üzerinde saray (han), kervansaray ve kaleler inşa eder.  Zerdüştlük inancının tapınakları olan ateşgedelere rahipler tâyin eder; halkın işlerini âdil bir şekilde idare etmeleri amacıyla iyi hâkim, vali ve memurlar seçer.

 

Devlet yönetimini sağlam bir şekilde kontrolü altına alan Nûşirevan, El Cezire’ye (Cizre) doğru hareket ederek, buradaki şehirleri alıp Fırat’a kadar gelir. Fırat’ı geçip Şam’a yaklaşan Nûşirevan,  Halep, Kınnesrin ve Humus’u aldıktan sonra, Antakya ve Humus arasında kalan Famiya şehrini de fetheder (Mesudi:234). Daha sonra Antakya üzerine yürüyerek burayı kuşatır ve önemli bir Bizans gücünün bulunduğu kenti ele geçirir.  Antakya kentini çok beğenen Nûşirevan, kentin sokakları, evleri ve mimarî dokusunun ölçülerini aldırarak Medâin yakınlarında Antakya gibi yeni bir şehir kurar. Kurduğu bu şehir halk arasında Rummiye ismiyle tanınır. Rum (yani Anadolu) topraklarında bir kısım asker bırakan Nûşirevan, bundan sonra Hazer Denizi ve çevresine yönelerek buraları da zapteder. Daha sonra Aden Denizi taraflarına doğru harekete geçerek, Habeşistan topraklarına kadar ilerler.  Kısa bir süre sonra Bahreyn’e kadar uzanan yerlerin tamamını kendisine bağlar. İslâmın peygamberi Hz. Muhammed (d.571),  48 yıl iktidarda kalan Nûşirevan ’ın hâkimiyetinin son yıllarında doğmuştur (Taberi:1059-60).

 

Nûşirevan’ın, Firdevsî’nin üzerine şiir yazdığı  sarayı

 

Nûşirevan’nın Dicle kıyısında, bugünkü Bağdat’ın yakınlarında yer alan Medâin’de yaptırmış olduğu, elips şeklindeki geniş ve muhteşem sarayı, pek çok şairin edebi mısralarına da konu olmuştur.  Saray içinde yer alan 30 metre yüksekliğindeki, üzeri tonozla örtülü, Tâk-ı Kisrâ veya Eyvân-ı Kisrâ denen salon, yabancı devlet adamları ve misafirlerini karşıladığı bir mekândır. İbn Hâcib, Buhtürî ve Firdevsî gibi pek çok şairin üzerine şiirler yazdığı bu muhteşem sarayın çok önemli bir kısmı XIX. yüzyılı sonlarında meydana gelen bir depremde yıkılır. Buna rağmen Bağdat yakınlarındaki Selmânipâk kasabası civarında ayakta kalan kısımları, bugün bile bu sarayın mimari bir şaheser olduğunu gösterir. Eyvân-ı Kisrâ’daki geniş ve yüksek “tâk”,  divan edebiyatında güç ve kudret sembolü olarak sıkça kullanılmıştır.  Bursalı Ahmed Paşa, Nedîm, Zâtî ve Bâkî gibi divan edebiyatçıları kimi beyitlerinde Nûşirevan ve Tâk-ı Kisrâ’dan söz ederler. Nedîm’in “Şüphesiz Nûşîrevân’ın tâcı başından düşer / Baksa tâk-ı ser-bülend-i kasr-ı izz ü şânına” beytinde, hem Nûşirevan’dan hem “tâk”tan övgü ile söz edilir (Albayrak:1995). Klasik Kürt edebiyatının önde gelen şairlerinden Melayê Cizîrî, Melayê Bateyî ve Mestûreyi Erdelanî’nin şiir ve beyitlerinde de Nûşirevan’dan ve Eyvân-ı Kisrâ’dan söz edilmektedir.

 

Roma ve Çin İmparatorluğu ile ikisinin arasında kalan (Türkler ve Hazerler dahil)  farklı kavimlerden birçok elçi heyeti, bu muhteşem sarayda Nûşirevan ’ı ziyaret ederek kendisine dostluk iletmiştir (Taberi:1059-60). Mesudi, Çin ve Hind hükümdarlarının Nûşirevan ’a dostluk mektupları gönderdiğini yazar. Gene Mesudi, Hindistan’dan Nûşirevan ’a hediye olarak Kelile ve Dimne kitabının yanı sıra bir satranç takımı ile Hindi denilen siyah kınanın da gönderildiğini yazar (Mesudi;235-37). Mesudi’nin bu anlattıkları sahihse, Perslerin satrancı Hintlilerden adlığını kabul etmek gerekir.

 

Tâk-ı Kisrâ veya Eyvân-ı Kisrâ,  daha çok haksızlığa uğramış olanların başvurduğu bir adalet sarayı olarak da tarihte şöhret kazanmıştır. Zira Nûşirevan önemli davalara burada bakar ve çözüm üretirmiş. Nûşirevan ’ın tarihe mal olup ününün günümüze kadar ulaşmasını sağlayan nedir diye sorduğumuzda, hiç kuşkusuz âdil uygulamaları ve (kuşkusuz o çağın şiddet toplumlarının ölçüleri içinde düşünülmesi gereken) merhameti diye cevaplamak mümkündür. Zira pek çok hikâyede; kimi ahlâk kitaplarında, nasihatname ve mesnevilerde, Nûşirevan adalet timsali bir devlet adamı veya kahraman olarak karşımıza çıkmaktadır.

 

Hz. Muhammed’e atfedilen “Ben âdil bir hükümdar zamanında doğdum” hadisinin Nûşirevan için söylediği inancı yaygındır.  Zaten İmam Gazali, devlet adamlarına verilen öğütleri kapsayan Nasihatü’l-Mulûk adlı eserinde bu hadisi “Ben âdil bir hükümdar Nûşirevan zamanında doğdum” biçiminde, isim zikrederek vermektedir.  Gene bir rivayete göre Hz. Muhammed’in şöyle söylediği ileri sürülür: “Şu adamların kâfir olarak ölmesine çok üzüldüm. İyi bir şair olduğundan İmrü’l Kays, âdil olduğu için Nûşirevan, cömert olduğu için Hatem-i Tai, amcam ve bana çok iyiliği olması hasebiyle Ebu Talib. Onlar [Nûşîrevan ve Hatem-î Taî] İslâm ahlâkı üzerinde idiler, keşke onlar İslâm ile şereflenmiş olsalardı.”  Anlatıldığına göre,  Hz. Peygamberin de arkadaşı olmuş olan Şam Valisi Sad b. Ebi Vakkas,  Şam’da bir camiyi genişletmek isterken, rızasını almadan bir Yahudinin toprakları içine girer. Arazinin parası ödenmiş olmasına karşılık rıza göstermeyen Yahudi Medine’ye gidip Hz. Ömer’e şikâyette bulununca, Hz. Ömer Sad b. Ebi Vakkas’a gönderdiği yazıda  “Bilesin ki, ben Nûşirevan ’dan daha az âdil değilim” der. Bunun üzerine Şam Valisi Sad b. Ebi Vakkas derhal Yahudinin topraklarını iade eder.[4]

 

Nûşirevan ’nın adaleti

 

Bu uzun girişten sonra, Nûşirevan üzerine anlatılan kimi hadiseleri ve adil çözümlerden bir kaçını yâd etmenin zamanı geldi.

Nûşirevan’ın Eyvân-ı Kisrâ’da elçileri, diplomatları ve devlet adamlarını huzuruna kabul ettiğinden söz etmiştik. Kendi ülkesinin sınırlarını genişletip iktidarını sağlamlaştıran Nûşirevan, giderek daha çok bir filozof kral rolünü üstlenecektir.  Kendisine uğrayan elçi ve misafirler onahediyeler getirmek ve iyi dileklerini sunmakla yetinmez; bazıları sarayı hakkında fikir de beyan eder. Bir gün Rum Kayserinin (Doğu Roma İmparatorunun)  elçisi Nûşirevan’ı ziyaret edip hediyeler sunduktan sonra sarayı gezmeye başlar. Binanın güzelliğine hayran kalan elçi, meydanda bir eğrilik olduğunu saptar ve kendisine eşlik edenlere şöyle der: “Bu meydanın dörtgen şekilli olması gerekirdi.”  Bunun üzerine misafire şu cevabı verirler: “Eğri kısmının bulunduğu yerde yaşlı birinin bir evi vardı, fakat adam Nuh dedi peygamber demedi. İşte senin gördüğün eğriliğin sebebi budur.” Bunun üzerine Roma elçisi, “Şimdi anlaşıldı ki, bu eğrilik duvarın düz uzanmasından daha iyidir” der (Mesudi:243).

 

Dünyanın neresinde olursa olsun âdil bir devlet adamı, bilge ve hikmetli kişilerle sohbet etmesini, devlet meselelerinde onlara danışmasını bilen bir yöneticidir. Nûşirevan’ın da meclisinde, görüşlerine başvurduğu hikmetli insanlar hiçbir zaman eksik olmazmış.  Bir gün Nûşirevan divanında (meclisinde) oturan filozoflara şunu sormuş: “Bana özel, halkıma genel faydası dokunacak hikmet nedir?” Herkes bildiğini söylerken, Nûşirevan başını önüne eğmiş halde onları dinlermiş. Tabii Mesudi bütün bunları Araplaştırarak ve Müslümanlaştırarak anlatır. Sıra Büzürg Mihr b. El Bahtekân’a gelince, “Ey padişah” demiş, “ben size bunu on iki kelimede toplayacağım… Birincisi şehvet, istek, korku, öfke ve keyfi arzuda Allah’tan korkmaktır. Bunlardan her birini insanlar için değil, Allah için yap. İkincisi doğru sözlülük, vaat edilen şeye, şartlara, anlaşmalara ve verilen sözlere bağlılıktır. Üçüncüsü, karşılaşılan problemlerle ilgili olarak âlimlerin görüşünü almaktır. Dördüncüsü âlimlere, halkın ileri gelenlerine, sınır muhafaza birliklerine, kumandanlara, kâtiplere ve yetkili kişilere derecelerine göre ikramda bulunmaktır. Beşincisi, kadılar atamak, vergi memurlarını âdil bir şekilde denetlemek, dürüst çalışanları dürüstlükleri için ödüllendirmek, kötü çalışanları da kötülüklerine uygun şekilde cezalandırmaktır. Altıncısı, hapse atılanları belli günlerde huzura kabul edip, suçlu olanları tespit etmek ve masum olanları serbest bırakmaktır. Yedincisi, insanların yollarını, sokaklarını, pazar fiyatlarını ve ticari muamelelerini düzenlemektir. Sekizincisi, tebayı suç işlememe konusunda güzelce tedip ve ceza miktarlarını tespit etmektir. Dokuzuncusu, her türlü savaş silâhı ve âletlerini hazır bulundurmaktır. Onuncusu, aileyi, çocukları ve yakınları gözetmek ve onların çıkarlarını kontrol altında tutmaktır. On birincisi, gözler korkuyla sınırlara çevrildiğinde, gelecek bir hücumu vuku bulmadan önce önlemektir. On ikincisi ise vezirleri ve memurları kontrol edip, hilekârlarını ve vazifesini yapmaktan aciz olanları değiştirmektir” (Mesudi:238).

 

Bilgi ve hikmeti rehber edinen Nûşirevan ’a, “İhtiyaç duyulduğunda en değerli ve faydalı hazine nedir” diye sorulduğunda Nûşirevan  şu karşılığı verir: “Temiz insanlar nezdinde elde ettiğin şöhret ve onu bir sonraki nesle aktarabilme bilgisidir.”  Gene Nûşirevan ’a  “en uzun ömürlü insan kimdir” diye sorulduğunda, “Çok şey öğrenen ve onunla kendisinden sonra gelenleri eğiten veya iyi bir şöhrete sahip olup, kendisinden sonrakileri onunla şereflendiren kişidir” diye karşılık verir. Gene Nûşirevan, güvenilir insanlar konusunda hırslı kişilere, temiz insanlar konusunda da yalancılara itibar edilmemesi gerektiğini söylermiş.  Nûşirevan ’ın sahip olduğu dört yüzükten birinin üzerinde “adalet,” birinin üzerinde “imaret,” birinin üzerinde “aceleci olma,” birinin üzerinde de “vefa” yazılıymış. Nûşirevan’nın yemek masasının üzerinde de şu söz yazılıymış: “İştahın çekip de yediğini yersin, iştahın çekmediği halde yediğin şey seni yer.”

 

İktidarın kaynağı adalettir

 

İbn Haldun’un “daire-i adliye”si, geleneksel tarım toplumları ve hanedan devletlerinin iç dengelerine ilişkin belirli bir devlet aklını yansıtır. Aynı fikir İran’da yüzyıllar önce mevcuttur. Nitekim Nûşirevan’a göre, “iktidarın kaynağı ordu, ordunun kaynağı para, paranın kaynağı vergi, verginin kaynağı mamuriyet, mamuriyetin kaynağı adalet, adaletin kaynağı memurların dürüstlüğü, memurların dürüstlüğünün kaynağı vezirlerin düzgünlüğü”dür. Hepsinin başı ise “hükümdarın işlerini hakkıyla yapması, işler kendisini değil, kendisi işleri kontrol altında tutacak şekilde onları yapabilecek güçte olmasıdır.” Nûşirevan’a göre hükümdarın her işinde âdil olması iyi bir yönetimin ilk şartıdır, zira “hükümdarın adaleti, günlerin getirdiği bereketten daha faydalıdır” (Mesudi:240). Tabii burada esas soru, hükümdarın nasıl düzgün ve adaletli olacağıdır. Bu sorunun cevabını hikmet sahibi bir filozof Nûşirevan ’nın büyük babası Yezdigerd’e vermiştir. Yezdigerd “Ey faziletli filozof, devlet nasıl güzel yönetilir?” diye sorduğunda, “tebaaya iyi davranmak, haklarını zorlamadan almak, adalet ile muamele etmek, yolları güvenli kılmak, mazlumu zalimin zulmünden korumakla mümkün olacağı” cevabını alır. Yezdigerd “hükümdarın düzgün olması nasıl sağlanır? diye sorunca filozof şöyle demiş: “Vezirleri ve yardımcılarıyla. Onlar düzgün ise hükümdar da düzgün olur, onlar bozulursa hükümdar da bozulur.

                                                              

                                                            *          *          *

 

Marcus Tullius Cicero, “ben kralın uyruklarına karşı duyduğu sevgiden ötürü krallığı, akıl vermedeki bilgeliğinden ötürü aristokrasiyi, özgürlüğünden ötürü de demokrasiyi yeğliyorum” diyordu.  Benim de şiddetle savunduğum ve özü itibariyle kuvvetler ayrılığı ilkesine dayanan Başkanlık Sistemi uygulamasının, adaleti gözetmesi ve âdil olması şartıyla, Türkiye’de meşruti bir padişahlığa doğru everilmesinden rahatsızlık duymam.  Kısacası ben de Cicero gibi, “padişahın uyruklarına karşı duyduğu sevgiden ötürü padişahlığı” yeğleyebilirim. Yeter ki başkan veya “padişahımız” uygulamalarında âdil ve adaletli olsun; ülkede vatandaşlar arasında ayırım gözetmesin; ister Kürd, ister Türk, hangi etnik köken ve dinden olursa olsun herkesi dili, kültürü ve geçmişiyle kucaklasın. 

Bugünlerde tüm dünyanın başına belâ olmuş korona virüsü nedeniyle, hapishanelerdeki bir kısım tutuklunun serbest bırakılması yönünde çalışmalar yapılmakta. Modern bir hukuk devletinde, devlet kendisine karşı işlenmiş suçları affetme konusunda yegâne yetkili mercidir. Ancak devlet bireye karşı işlenmiş olan suçları affetme hususunda, kendisine karşı işlenmiş suçları affetmek kadar “özgür ve serbest” değildir. Lâkin devlet, toplumsal barışı sağlama veya pekiştirme adına, geçmişte olduğu gibi bir genel af uygulamasına gidebilir. Ancak devletin kamu düzenine karşı suç işlemiş ve gayri ahlâkî eylemlerde bulunmuş olanları serbest bırakıp, şiddete bulaşmaksızın sırf fikir ve düşüncelerinden dolayı içeride olanları bırakmaması, adalet ile uyuşmaz.  İran bile “adi” ve “siyasi” suçlu ayrımı yapmaksızın cezaevlerini boşaltıyorken, Türkiye gibi AB hukuku ve evrensel insan hakları sözleşmelerini kabul etmiş bir ülkenin,  “adi suçluları” salıverip “düşünce suçlularını” içerde alıkoyması infazda eşitlik ilkesiyle bağdaşmaz.

Tarih adalet ve merhamet ile yönetmiş devlet adamlarına kaşı son derece cömert davranıp, Nûşirevan örneğinde olduğu gibi adlarını binlerce yıl yaşatır.  Bugün koronavirüs gibi küresel bir tehdit ile cebelleşirken, asıl ihtiyaç duyduğumuz bir şey de Nûşirevan adaletidir.

 


[1] Taberi, Kubad’ın hükümdarlığının onuncu yılında, Mezriye ahalisinden Mezdek bin Bamdaz adında birinin ortaya çıkıp ülkenin ileri gelenlerinin de desteğini alarak Kubad’ı tahtan indirdiği ve hapse attığını yazar.  Mazdekîler, Tanrının yeryüzündeki bütün malları insanlar eşit bir şekilde bölüşsün diye verdiğini, ancak birbirine zulmeden insanların bunu yapmadığını ileri sürer. Taberi’ye göre Mazdekîler, yeryüzündeki bütün malların zenginlerin elinden alınıp fakirler arasında bölüşülmesini, serveti çok olan insanların malına el konulmasını savunur. Sadece mal ve mülk değil, elinde fazla kadın ve ticaret eşyası bulunanlar da buna müstahaktır. Taberi, Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, Cilt 3 (MEB Yayınları, 1991), s.1045.

 

[2] “Zındık” kavramı İslam kültüründe Allaha ve ahirete inanmayan anlamında kullanılır. İlk defa Emeviler döneminde kullanılmaya başlamıştır. Pehlevicede “zendik” şeklinde kullanılan kelime orta dönem Farsçasında “zendîg” şeklini almıştır.  “Zend” eski Farsa ve Kürtçede (hattâ günümüz Kürtçesinde bile) “ek, ilave” anlamına gelir. Dini bir metin veya inanç bağlamında kullanıldığında, “yorum”  anlamı da alır. Daha önceleri Maniheistler için kullanılmış olan  “zındık” kavramı, daha sonra farklı anlamlar kazanmıştır. Taberi’nın “zındık” kavramını Mecusi (Zerdüşt) inancını benimsemiş kişi anlamında kullandığı anlaşılıyor. “Zındık” kavramı ancak İslâmın ortaya çıkışından sonra “negatif” bir anlam kazanmıştır.

[3] Nurettin Albayrak, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt 11, 1995,  s. 225.

[4] Nihat Hatipoğlu, “Ben Nûşirevan’dan daha adilim”; Hürriyet, 25 Mart 2011, https://www.hurriyet.com.tr/ben-nusirevan-dan-daha-adilim-17365926, erişim:14.4.2020.

 

 

 

 

- Advertisment -