“Bakışı çağırır beni uzaktan /Varınca çatılır kaşlar nedendir”.
Selahattin Pınar’ın bestelediği bu şarkı, o kuşağın platonik külliyatıyla epey bir aşkı özetliyordu galiba. (Cin pla’tonik kokteyli var mıdır acaba? Yoksa terkibini düşünmek ömre değer; her “date”de ikram ve eşlik etmek isterdim: “İki cin platonik, birisini çalkalayın ama karıştırmayın”)
Aşkın ağır romanını şarkılarına alan, önce ud, sonra tambur çalan Pınar, ilk bestesini 18 yaşında yapmış.
Yapmış da bestekârlığı seçmesi, pederiyle sıkı bir münakaşaya da neden olmuş.
Mustafa Alabora, dayısı Selahattin Pınar’ın babasıyla yaşadığı tartışmayı şöyle anlatıyor:
“Dedem kovuyor dayımı, çünkü oğlunun Hariciyeci olmasını istiyor.
Kendisi İstanbul’un son kadısı. Aynı zamanda Denizli mebusu. (Son kadı… Kadılığın fiiliyatta bittiği konusunda hemfikir değilim)
Oğlunun bestekâr (o zamanın deyişiyle çalgıcı) olmasını ne kendisine, ne de ona yakıştırabiliyor.
Dayım da diyor ki, ‘Yaptığım işi ve beni küçümsüyorsun. Ama bir gün benim ismimle anılacaksın baba.’
Bir hafta sonra dedem ölüyor.
Dayım da onun anısına, ‘Gecenin Matemi’ şarkısını besteliyor:
“Gittin artık, ben seni nerede bulup yalvarayım”. (¹)
Tamburî bestekâr için hüzn-ü aşkın mevsimi ise, 1928 yılında Hafız Burhan’ın bir bahar akşamı verdiği konserde ilk Müslüman kadın tiyatro oyuncusu Afife Jale’yle tanışınca başlıyor.
Afife Hanım derseniz, 1919’dan beri sahnededir.
Dârülbedâyi'nin (Şehir Tiyatroları) sınavını kazandığında, önündeki en beter imtihanın “sahne” olduğunu biliyor… Biliyor ama 17 yaşında, tüm yasaklara rağmen, “Jale” takma adıyla çıkıyor sahneye.
Tek tabanca!
İsmi Afife Jale olarak kalıyor, kısa ömürlü tarihinde.
Onu, Afife’yi beyazperde canlandıran Müjde Ar’ın Adı Vasfiye’si gibi…
O da soyadı olmayan, bilinmeyen kadınlardan.
Yaşasa, haberi yapılsa Afife J.
Uğruna baba evini terk ettiği tiyatro için tüm baskılara rağmen sahneye çıkıyor da…
Dâhiliye Nezareti (İçişleri Bakanlığı) Müslüman Türk kadınlarının sahneye çıkmasını kat’a yasaklamış.
Tiyatrosundan kantoya “o iş”ler, Karantinalı Despinaların, Şamran, Peruz hanımların, Mariaların, Anaislerin, öteki kadınların iştigali.
(Bugün söz dâhili o bakanlığa o ad, yahut devşirilmiş biçimiyle “İçişleri Nezareti” ne yakışırdı)
Lakin Afife Jale direnir bu yasağa.
Yüz yıl önce “Yamalar” ve “Tatlı Sır” oyunlarında sahne alır.
İkinci oyunda polis tiyatroyu basınca, Ermeni oyuncu Kınar Hanım onu arka bahçeden kaçırır.
“Odalık” oyununda da polis baskınından makine dairesinden kaçarak kurtulur.
Ama karakolluk olur ertesi gün.
Ve Hulusi Kentmen değildir, başkomiser…
O da zaten öteki kadın.
Ey şanlı ecdat… Karakolda hırpalarlar, “dinini, milliyetini unutan o kadını”.
Darülbedayi yöneticileri, “artan baskılar nedeniyle” ücretli görevine son verir.
Hem de Türkiye’de Dünya Kadınlar Günü’nün ilk kez kutlandığı tarihte…
O dönemin de KHK’sı, yani Kanun Hükmünde Kişileri, bugünkülerden “kişi” olmasın- var elbet.
Evinden uzakta, büyük bir maddi sıkıntının içine düşer.
Zaten “öteki” herkesten…
Selahattin Pınar ve Afife Jale tanıştıklarında ikisi de 26 yaşındadır.
Pınar 22 Ocak 1902 doğumlu… Jale’nin tevellüdünü ise sadece 1902 olarak yazıyor tarih.
Annesi Methiye Hanım’a sorsalar; “Hazan mevsimiydi…” diyecek belki.
Pınar o ünlü bestesiyle dışavurur duygularını:
“Bir bahar akşamı rastladım size /Sevinçli bir telaş içindeydiniz
Derinden bakınca gözlerinize /Neden başınızı öne eğdiniz?
İçimde uyanan eski bir arzu /Dedi ki: yıllardır aradığım bu
Şimdi soruyorum büküp boynumu /Ah, daha önceleri neredeydiniz?”
Tanıştıktan bir yıl sonra evlenir Afife Jale’yle.
Bağımlılığını bile bile birlikte olur:
“Sende leyla, bende mecnun olmak istidadı var”…
Ama o aşk ve musiki, Afife’nin asıl aşkından, tiyatrodan uzak yaşamına merhem olmaz.
Acı çeker, acı çektirir…
Şiddetli baş ağrıları, morfinle tanıştırır onu.
İstanbul’da “puşt zulası” çoktur, çaresizliğe düşenlere…
Her iptilada bir puşt nöbet tutar zaten, icapçıdır.
Uyuşturucu bağımlılığı mutluluğa kapı aralamaz.
Ardından o hazin, dil yakan beste gelir:
"Nereden sevdim o zalim kadını /Bana zehretti hayatın tadını. "
Uyuşturucu Pınar’a da uzanmaya başlar, alkol desen zaten…
Rivayete göre Afife “Terk et beni, sen kurtul” der sevdiğine.
Evlendikten altı yıl sonra, 1935’de boşanırlar.
Afife parklarda yatar, aşevlerinde açlığını bastırır bir süre.
Son günlerini Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'nde geçirir.
O yıllarda “tımarhane”dir. Tecrittir…
Hastanenin morfinmanlar koğuşunda 39 yaşında hayata veda eder.
Ölümü gazetelerde haber bile olmaz, Kazlıçeşme Mezarlığı’ndaki cenazesine sadece dört kişi katılır. Tabutunu taşıyabilmek için…
Doğal ölüm müdür, intihar mı, “ölümüne göz yummak cinayeti” mi…
O da tarihimizin koyu soru işaretleri arasına katılır.
Nereden bileceğiz ki:
“Bir garip ölmüş diyeler /Üç günden sonra duyalar /Soğuk su ile yuğalar…”
Fotoğrafına bakıyorum da Afife Jale’nin… Gözleri, kirpiklerinin kıyısındaki dağınık “sürme”si… Sürmesi Afife’nin, sürmesi…
Bazı kadınlar tarzı-tavrı, sanatıyla öncü ve kalabalık da olsa, ölesiye yalnız kalıyor.
Bazen zaman mahkûm ediyor onları, bazen yaşadıkları “mekân”…
Dışarıda da olsalar, akıl hastanesinde de, onlar için hayat, kapatıldıkları Kadınlar Koğuşu.
O el kadar kadınların değerini öldüklerinde anlıyoruz.
Yahut anlamış gibi yapıyoruz, uzun yıllar sonra…
Çünkü hayatımızın müsvedde defterini temize çekmek için, başka biyografilere ihtiyacımız var.
Özellikle onlar kendi dramında boğularak ölüp, aradan çekildikten sonra…
Biyografimizi kıymetlendiren acı, keder, aslında ödünç çoğu kez.
“O ölmedi, yaşıyor” deriz, senede bir gün.
Bir ya da iki solgun resmini, yarısı damgalı vesikalığını buluruz tozlu arşivlerden…
Adlarına, anılarına sanat ödülleri koyarız.
Kendi hayatlarımızda itâatkâr, başkalarının hayatları üzerinden asiyiz biz.
Başka hayatların topal kahramanı…
İki adım ileri, bir adım geri… Ver mehteri.
Onları biyografisinden, belgeselinden tanırız da…
Kendimizi tanımak zordur, tanıştıran çıkmazsa.
Bir köşeye saklanır… Oradan bakar, oradan ağlarız.
Akarsa gözyaşlarımız, ödünç.
Koyu kumral da olsa, bebekliğinde hep bir sarışın hâli vardır ya kadınların…
Hani hep gözleri mavidir.
Bir başka “deli”nin… İsmet Özel’in ağır çekim kareleriyle, getirmek gerek Adı Afife’nin finalini:
“Kuş damdan düşünce /sarışın bir yürüyüşüdür artık ölümün (…)
Kuş düşünce damdan /kızlar saçlarıyla ölümü düşünürler
Kuş öldü /küçücük bir yorgunluktu ölmeden önce.”
Ha… Pınar derseniz doktorun yasağına rağmen, Kalamış’da Todori’nin meyhanesinde rakı masasında verir son nefesini.
Yürek enfarktı… 58 yaşında…
Daha da erken ölmeliydi belki, onca Afife’ye, ardından onca şarkıya, “bir derdim var bin dermana değişmem” meseline istinaden.
Hem o zamanlar cennet vardı, 19 yıl bekletmemeliydi Afife’yi.
Birdenbire aşk, bir istidatsa eğer.
Oradaki bir sokağa verilen adı kaldı geride.
Onların adlarını sokaklara veririz ki… Yürüyelim, geçelim gitsin.
Ama içinde Afife Jale saklı hatıraları, besteleri, sokak değil ülke oldu.
“Bakışın çağırır beni uzaktan” besteleri:
“Duyuyorum sesinizi bazen derin bir kuyudan /Dinliyorum uzakları kalkıp derin bir uykudan
Beni de alın ne olur koynunuza hâtıralar /Ah bu ömür tükenecek yolunuza hâtıralar…”
BİR FİLM/BİR REPLİK
“Birkaç yıl içinde, seni unuttuğum zaman, bu çeşit başka hikâyeler geçince başımdan, aşkın unutuluşu olarak anacağım seni. Unutmanın korkunçluğu olarak düşüneceğim seni. Şimdiden biliyorum bunu.”
Hiroshima Mon Amour, Yön: Alain Resnais.
(¹) Ayşe Arman, Hürriyet Gazetesi, 28 Mart 2015.