Ana SayfaAli Bayramoğlu'yla Bugünler“Erdoğan’ın seçmeniyle kurduğu ilişki sanıldığı gibi irrasyonel değil”

“Erdoğan’ın seçmeniyle kurduğu ilişki sanıldığı gibi irrasyonel değil”

“Siyaset-toplum ilişkisinde Tayyip Erdoğan’ın topluma vaat ettiği şey yeniden merkezileşme. Siyasi merkezin, devletin ve onun etrafındaki ana unsurun yeniden ana taşıyıcı haline gelmesi, buradan hareketle topluma güç, başarı, bağımsız ve güçlü bir gelecek vaat edilmesi. Bütün bunlar hem tehditlerin savuşturulması hem de Türkiye’nin yeniden güçlendirilmesi çerçevesinde kullanılan bir dil olarak karşımıza çıkıyor ve bu güç-başarı ikilisi bence toplum-siyaset ilişkisinin merkezini oluşturuyor.”

Programın tamamını izlemek için:

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın seçmeni ile kurduğu ve siyasi analistlerin ‘irrasyonel’ diye nitelendirdiği ilişkiyi siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu aslında çok sorulan bir soru. Türkiye’de siyasi analiz ya da siyasi okuma genel olarak verili bir değer sisteminden, yerleşik bir zihniyetin doğal kabul ettiği nedenselliklerden hareketle yapılıyor. Örneğin, muhalif kesimin, hak ve özgürlük alanının genişlemesi, adalet mekanizmasının daha adil çalışması isteğinden, daha rasyonel -serbest piyasa kurallarına uygun- bir ekonomi işleyişi gibi konulardan hareketle meselelere bakıp bu konularda son derece başarısız olan siyasi iktidarın, bu başarısızlığın bedelini oy kaybı ile ödemesi beklentisinde olması gibi. Beklenti gerçekleşmiyorsa, durumu irrasyonellikle açıklıyoruz. Ama bu irrasyonellik bizim bakışımıza oranla bir irrasyonellik, bunun özellikle altını çizmek lazım. Tayyip Erdoğan’a baktığımız zaman krizlere çok dirençli bir lider görüyoruz. Hatta zaman zaman üretilen, yaratılan ya da doğan krizlerle oy imkânını artıran bir siyasi lider var karşımızda. Bu, hafife alınacak bir toplumsal destek değil. Bugün baktığımız zaman en azından Türk seçmeninin üçte biri ve muhafazakâr seçmenin de yarısından biraz fazlası Erdoğan’ı destekliyor.

Nedir peki Erdoğan’ın bu ‘başarısındaki’ sır? Başarı konusu, muhalefetin anlamakta zorlandığı, başka bir rasyonel duruma işaret ediyor.

Burada iki meselenin altının çizilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bir tanesi doğal siyasettir. Erdoğan’ın arkasındaki desteğin, ülkenin kimlikleşmiş yapısıyla, kimliklerin barındırdığı sınıfsal-konumsal pek çok mağduriyetle hiç şüphesiz ilgisi var. Bu, Erdoğan’ın son 20 yılda uyguladığı politikaların özüne de gönderme yapar. Bu öz, toplumsal merkezin dışında kalmış, kültürel hayatın marjında tutulmuş muhafazakâr ve dindar kesimleri sistemin içine katması ve onları laik-seküler kesimlerle eşitleme çabasıyla ilgili. İlk dönemlerde Erdoğan bunu ekonomik büyüme, orta sınıfın yüzdesinin artışı, gelir artışı, hizmet aksının genişlemesi, ulaşım ve sağlık gibi alanlarda çıtanın yükseltilmesi gibi başarılarla yaptı.

Aynı zamanda Erdoğan’ın politikalarıyla kültürel-simgesel bir değişime de yol açtığını görüyoruz. Örneğin başörtüsü kamu alanında, devlet alanında önemli ölçüde sorun olmaktan çıkmış görünüyor. Başörtülü subay bile olunabiliyor, öğrencilerin önü açılıyor. Bütün bunlara baktığımız zaman bir eşitsizliğin giderildiğini görebiliriz. Yani sosyal, siyasi, kültürel ve ekonomik istifade kapılarının, kapalı olduğu kesimlere de açıldığını görüyoruz. Erdoğan’ın genişleyen bu alanları koruyan aktör olduğu telakkisinin hâlâ kuvvetli olduğunu düşünüyorum. Bu kazanılan alanlar artık doğal, geri dönülmez bir mekanizmayı oluşturmak kadar sürekli korunmak, kollanmak zorunda olan alanlar olarak düşünülüyor ve burada Erdoğan’ın siyasetine, kişiliğine bir güven var. Ben buna doğal siyaset faktörü diyorum. Lider ne kadar eksik ya da yanlış adım atarsa atsın, kimlik çıkarı ya da bulunduğunuz konum çıkarı ile liderin varlığı arasındaki korelasyon her şeyin önüne geçebiliyor.

İkincisi, ‘yeni söylem siyaseti’ adını verdiğim bir konu. Bu, Erdoğan’ın toplum-siyaset ilişkisinin yeni ayağıdır. Burada toplum ve zemin önemli. 28 Şubat’ın dinamikleri belki hâlâ olduğu yerde duruyor ama pek çok yeni girdiyi de görmek lazım. Bunlardan bir tanesi de fiziki modernleşmedir. Özellikle Anadolu kentlerine ya da İstanbul, Ankara gibi şehirlerin çeperlerine baktığımız zaman modernleşme ile birlikte aynı zamanda farklı bir kimlikleşmenin yaşandığını da görüyoruz. Kimlik-modernlik ilişkisi kimliğin erimesine değil, kimliğin form değiştirmesine yol açıyor. Bu daha kapalı alanlara ait, daha dar kesimlere ait bir kimlik olmaktan çok ,kamusal alana da, hatta ulusal siyasete de açık, kültürel kimlikleri içinde barındıran ulusalcı vurgulu yerli bir kimlik olarak karşımıza çıkıyor. Bu bir faktör.

Bir başka faktör, bütün dünyada yaşanan, Türkiye’de de baş gösteren içe kapanma eğilimi. Avrupa Birliği gündemimizden çıkalı epey oldu. Avrupa bir müttefik değil bir hasım, bir karşı taraf olarak algılanıyor ve bu algılanma sadece muhafazakâr kesimde değil, Türkiye’nin pek çok farklı toplumsal kesiminde karşımıza çıkıyor. Batı’nın Türkiye’den beklentisi de artık bir güvenlik beklentisi haline dönmüş durumda. Böyle bir siyasallaşmada demokratik değerlerin, özgürlükçü değer sistemlerinin, ülkenin değer hiyerarşisinin tepesinde olduğunu düşünmüyorum.

Bir üçüncü faktör, göçler. Göçlerin sosyolojik anlamını biz doğru ya da yanlış olarak tartışıyoruz ama dikkat edecek olursanız Türkiye’nin dört bir tarafında Suriyeli göçmenler var 4 milyon civarında. Bu göçmenlerin toplulaştığı her yerde, bir tür Türkiye’nin milli sınırları içerisinde vatandaş olma hali ve bunun korunması ve ötekinin istenmemesi gibi bir genel eğilimin ortaya çıktığını görüyoruz. Bu eğilim dünyanın her yerindeki içe kapanma, göçmen karşıtlığı, Arap fobisi, İslamofobi gibi sosyolojik hallerden farklı değil. Bence bunun da etkisi var.

Velhasıl biraz değer sistemlerindeki oynama, biraz sınıfsal, mekânsal, kentsel değişme, biraz Türkiye’ye gelen girdilerin nitelikleri iç içe geçerek demokratik değerlere oranla daha depolitize bir dil, siyasetle ilgili ama reaktif siyasetle daha ilgili bir iklim yaratmış durumda. Bu siyasi iklim Tayyip Erdoğan’ın üzerinde sörf yaptığı bir siyasi iklim.

Buradaki siyaset-toplum ilişkisinde Tayyip Erdoğan’ın topluma vaat ettiği şey yeniden merkezileşme. Siyasi merkezin, devletin ve onun etrafındaki ana unsurun yeniden ana taşıyıcı haline gelmesi, buradan hareketle topluma güç, başarı, bağımsız ve güçlü bir gelecek vaat edilmesi. Bütün bunlar hem tehditlerin savuşturulması hem de Türkiye’nin yeniden güçlendirilmesi çerçevesinde kullanılan bir dil olarak karşımıza çıkıyor ve bu güç-başarı ikilisi bence toplum-siyaset ilişkisinin merkezini oluşturuyor.

Doğal siyaset unsuruyla bu yeni söylem siyasetini yan yana koyduğunuz zaman, Türkiye’nin değişimi bir miktar bu istikametteyse Erdoğan onun üzerinden yol alıyor demektir. Gücünü de hâlâ buradan alıyor ve koruyor demektir.

Ancak buradaki en önemli şey başarı. Böyle bir hikâyenin anlatılabiliyor olması ve bu hikâyenin tutuyor olması sadece doğal siyasetle olmaz. Doğal siyaset statükoyu koruma, evet, bir miktar destek verir Erdoğan’a. Ama geleceğe yönelik umut, geleceğe yönelik hikâye mutlaka başarı gerektirir. Yani başarısızlık ihtimali bu söylemi önemli ölçüde olumsuz etkileyecektir. Şu ana kadar böyle bir şey olmadı. Bundan sonra olacak mıdır, özellikle ekonomi alanında, bunu göreceğiz. Ama buna daha dikkatli bakmak gerektiğini, özellikle muhalefetin çok dikkatli bakması gerektiğini söylüyor ve düşünüyorum.

- Advertisment -