1980’lerin ikinci yarısındayız, bugün artık yerinde yeller esen Ali Paşa’da. Aziz Dayımın evi, futbol maçlarında bize tribün olarak hizmet eden kalpli bedenin (surun) hemen karşısında. Dayım hayvancılıkla meşgul olduğundan ahırı da bulunan xweşi (avlusu) geniş, büyükçe bir ev. Yumuşak, hoş sohbet, cömert, evi de gönlü de herkese açık biri, dayım. Biz de bulmuşuz böyle bir dayıyı, her gün soluğu onun evinde alıyoruz, bütün hala, dayı, amca çocukları mütemadiyen oraya doluşuyoruz.
Dayımın komşusu, “Serçe Remo” ismiyle maruf Diyarbekir’in namlılarından. Biz onun geç dönemine rast geldik. Onun da bir avlusu var. Her akşam kuruyor avluya çilingir sofrasını, hafiften demleniyor. Kimseyi rahatsız etmeden sessizce eşlik ediyor radyodan çalan parçalara. Gelen geçenin merhabasını alıyor, iyi dileklerini sunuyor. Mahalleliye karşı çok saygılı, çok müeddep ama bitişik komşusu Aziz Dayıma karşı ayrı bir iltifatkâr. Karşılaştıklarında, şehir çocuklarına has bir vücut diliyle selamlayıp hürmetini gösteriyor.
Kimimiz çocukluktan gençliğe adım atmak üzereyiz, kimimiz ise bıçkın delikanlı olup çıkmışız. Dayımın oğlu Şeyhmus, yaşça içimizde en büyük olanı. Bir gün Bismil’deki ablasını ziyaret ediyor, kapıda bir kızı görüyor ve anında çarpılıyor. İlk bakışta aşk, ilk aşk! Sonra sıklaşıyor Bismil seyahatleri. Evvela ablaya açılıyor mesele, ardından baba haberdar ediliyor ve daha ne oldum demeye varmadan baş göz ediliyor Şeyhmus.
Terso durumlar
Allahualem 1986 ya da 1987 yazı olmalı. Dayımlardayız yine. Şeyhmus, evin küçük bir oda ve küçük bir balkondan müteşekkil ikinci katına yerleştirilmiş. Uzun süren muhabbetin ardından Şeyhmus odasına çekilmiş, biz gençler de avluda serilen yataklarda yıldızları seyrederek laflamaya devam ediyoruz.
Yan komşuda ise bir hareketlilik var. Serço Remo, arkadaşlarını evine davet etmiş, geniş bir sofra kurmuş. Güzel başlıyor her şey. Sohbetler ediliyor, mırıldanılarak şarkılar ve türküler söyleniyor. Geride kalmıyoruz biz de, uzandığımız yerden biz de alttan alta katılıyoruz bu fasıla.
Ne var ki yavaş yavaş işin tadı kaçıyor. Alkol sınırları aşılınca oto-kontrol gevşiyor, kısık çıkan sesler gürleşiyor, naralar atılıyor. Düşük volümlü konuşmanın yerini bağırış çağırış, komşular rahatsız olmasın diye dikkatle sarf edilen sözlerin yerini argo ifadeler, yakası açılmadık küfürler alıyor.
Nahoş bir vaziyete gittiğimiz belli, bir çıngar kopacağı kesin. Biz aşağıda yavaştan kıpırdanırken yukarıda Şeyhmus birden odasının kapısını açıyor ve “Yeter yav yeter, nedır bu? Niye mılleti bu kader rahatsız edisız? Ne diyisız xeste var, ne diyisız yaşli var! Eyıptır yav, vallahi eyıptır, billahi ayptır. Xêç yakışi sıze?” diye çıkışıyor yan avludakilere.
Buz kesiyor ortalık. Terso bir durum olur diye hemen balkona konuşlanıyoruz, kopacak fırtınayı bekliyoruz. Lakin çıt çıkmıyor ortalıkta. Alınıp verilen nefeslerin bile duyulduğu uzun bir sessizlik kaplıyor geceyi. Bir müddet sonra, misafirlerinden biri “Remezan Abê, bi datsızlığ çıxmasın, bıze müsaade” diyerek Remo’dan izin istiyor. Onu diğerleri takip ediyor. Tek bir kelime etmiyor Remo, baş-göz işaretleriyle uğurluyor misafirlerini ve avluda tek başına kalıyor.
“He Şêxo he!”
Biz balkonda ayaktayız, Remo avluda kürsüye çökmüş. Gözlerini kapatmış, kafasını bir sağa bir sola sallayıp duruyor. Elindeki tespihi hırsla çekiyor, dişleri sinirden gıcırdıyor. Ne olacağını bekliyoruz merakla. Derken inler gibi bir ses çıkıyor Remo’nun hırıldayan boğazından: “He Şêxo he!”
Sitem, üzüntü, hayal kırıklığı, yıkılmışlık… Hepsini barındırıyor bu üç kelime. Birbirimize bakıyoruz çaresizce, sonra gözlerimizi indirip bekleyişe geçiyoruz. Beklemediği yerden vurulmuş Remo, arada rakı bardağından küçük bir yudum alıyor. Yüzünde kaskatı bir ifade, kafasına sıksan bir damla kan akmaz. “He Şêxo he!” iniltisi bir kere daha yırtıyor sessizliği.
““He Şêxo he! Seni de anladığ. Bız diyiyığ biri yanlış yapsa arkamızda dağ gibi kardaşımız Şêho var. Ama Şêxo sen doğradın bızi. Bız bêlımizi saxan dayadığ, Şêxo. Ama sen bızi yerden yere vurdın. Abêne bu xereketi çekmeyecağtın. Yaktın bızi Şêxo, yaktın oğlım yaktın!”
Tane tane ve o kadar derinden çıkıyor ki bu sözler biz de çarpılıyoruz. Şaşırmışız, ne yapacağımızı ne diyeceğimizi bilemiyoruz. Remo gelip tekme tokat girişse, ağzını burnunu dağıtsa, bu laflar kadar canını acıtmaz Şeyhmus’un. Biz şaşkın ve üzgün dikilirken, dayım uyanıp geliyor, bizi bir güzel azarlıyor, Şeyhmus’u odasına, bizi avluya yolluyor, Bu gençlerin, cahillerin kusuruna bakma” yollu Remo’nun gönlünü alıyor.
Olay yatışıyor, biz yataklarımıza dönüyoruz. Ama kimin gözüne uyku girer ki? Bir sağa bir sola kıvranıp dururken, yan avludan arada sırada, ta gün ışıyıncaya kadar, “He Şêxo he!” yakarışı kulağımıza çalınıyor. Ve o günden sonra bu kalıp Şeyhmus ile özdeşleşiyor. Ondan beklemediğimiz bir davranış görünce ya da onun yanlış bir iş yaptığını düşünce, hepimiz “He Şêxo he!” diyoruz bir ağızdan. Böylece bazen espri, bazen de gerçek niyetine ondan şikâyetimizi açığa vuruyoruz.
“Şeytan tüyü”
Şeyhmus, kimliğe göre yedi, gerçekte ise benden beş yaş büyüktü. Dayım oğluydu, ama biz kardeşten öteydik. Kendimi bildim bileli en yakın dostlarımdan biriydi. Geniş ailemizden üniversiteye giden oydu. Sedat, Metin, Ercan, Halis, Ümit o ve ben, çok sıkı bir gruptuk; hemen her gün birlikteydik. Bir gençliği birlikte tecrübe ettik, beraber sevindik, beraber üzüldük.
Sosyal yönü çok gelişkindi Şeyhmus’un. İlk gençlik dönemlerinde iyi top oynardı, fena bir sağ açık sayılmazdı. Derinlikli şiirler yazar, güzel bağlama çalardı. Ekip başı olacak kadar yetenekli bir folklorcuydu. Tavlada iddialıydı; karşılıklı olarak başımızda az pul paralamadık, tavlayı koltuklarımızın altına az sıkıştırmadık. “Onda şeytan tüyü var” denilenlerdendi. Bir ortama girdiğinde hemen ilgiyi üzerinde toplar, insanlarla çok çabuk samimiyet kurar, daha yeni tanıştıklarıyla bile kırk yıllık dost gibi sohbet ederdi.
Mali müşavirdi. Lakin Sedat’ın dediği gibi “İşi hesap kitap işiydi, ama onun insanlarla ilişkilerinde hesaba kitaba yer yoktu. “İçi dışı birdi. Cömertti. Sabah ona bir servet verseniz, gün boyu onu arkadaşlarıyla ve dostlarıyla yer içer, ihtiyacı olana dağıtır, akşama kadar o serveti eritir ve ertesi gün eskisi gibi bıraktığı yerden devam ederdi. Bu manada da hesap kitap bilmezdi. İmkânı olduğunda herkese yararı dokunur, kendisine ise hep zarar yazardı.
Boşa alınan vites
Çapkındı, çok yürek yaktı, çok gönül kırdı. Elbette onun da yüreği yandı, onun da gönlü kırıldı. Evliliklerinde dikiş tutturamadı. İşinde istediği seviyeye ulaşamadı. Kötü tercihlerde bulundu. Bazen heyecanlı yapısından, bazen aşırı özgüvenden ve bazen de eş-dost hatırına bilmediği alanlara daldı. Birçok kere iflas etti, varını yoğunu kaybetti, ağır borçların altına girdi. Her seferinde düştüğü yerden bir şekilde kalktı, ama çok da yoruldu.
Hani, yıldız adayı genç bir futbolcuya rasatlarsınız. Hızlıdır, kuvvetlidir, yeteneklidir, oyun aklı üst seviyededir. Sadece topu ayağına alması bile, onun diğerlerinden farklı olduğunu anlamak için yeterlidir. Her halinden bir pırlanta olduğunu hissettirir size. İşlendiğinde eşsiz bir değere dönüşecektir. Ne var ki o, ayırdında olduğu bu potansiyeline ihanet eder. Kendine bakmaz, mesleğini önemsemez, kendini geliştirmeye çaba harcamaz. Tavsiyelere kulak vermez. Yanlış olduğu, onu yıprattığı ayan beyan ortada olsa dahi kendi yolundan dönmez.
Şeyhmus bana hep böyle futbolcuları hatırlatır. Çok yönlü muazzam bir birikimi vardı; biraz disiplin, dozunda bir gayret, hafif bir intizam onu hak ettiği yerlere taşırdı. Ancak yaşadıkları, yanlış seçimleri ve yenilgileri ondaki dolu dolu yaşam enerjisini tüketti. Sukutuhayale uğradıkça vitesi boşa aldı, “artık gittiği yere kadar” diyen bir ruh haline büründü ve kendisini daha da çökerten bir hayat tarzına daldı.
Ağır çekim intihar
Son dönem hayatı uzatılmış, ağır çekim bir intihar gibiydi. Bir bozuk para gibi harcıyordu ömrünü. Yakın dostları olarak kimi zaman tek tek, kimi zaman toplu olarak onunla oturduk, uzun boylu konuşmalar yaptık. Birbirimizin üzerinde hukukumuz vardı, onun verdiği imtiyazla birbirimize sert daldık, boğaz boğaza geldik. Hayatına çeki düzen vermesi için kendimizce uyarılarda bulunduk. Haklı olduğumuzu biliyordu fakat -herhalde- etrafı toparlayacak takati kendinde bulamıyordu. Onun için bizimle arasına araya mesafe koydu ve çareyi kendine yeni bir muhit edinmekte buldu.
Bir ay önce yeğenimin düğününde bir araya geldik. Onu hayata bağlayan tek bağ olan kızı Azra ile gelmişti. Hasretle sarıldık, ordan burdan lafladık, mümkün olan en kısa sürede bizim dost meclisini toplamak üzere sözleştik. Meğer bu onu son görüşümmüş.
Geçen gün sabah saat 5’te telefonum çaldı. O saatte çalınan telefondan hayırlı bir haber çıkmazdı. Çıkmadı zaten! Arayan yeğenimdi; Şeyhmus’un kalp krizi geçirdiğini, ambulansla hastaneye kaldırıldığını ama kurtarılamadığını söyledi ağlayan bir sesle.
Kendime gelemedim bir süre. İnanamadım duyduklarıma, daha doğrusu inanmak istemedim. Bütün bir hayatımız gözümün önünde aktı gitti; o seyahatlerimiz, muhabbetlerimiz, tartışmalarımız, gülmelerimiz, ağlamalarımız… Yüreğim daraldı, boğazım düğümlendi, nefes alamadığımı hissettim. Doğrulacak gücü bulmak için bir süre gerekti. Güç bela kalktım, aklımda Remo’nun dilimize pelesenk olan sözüyle hastane yoluna düştüm:
“He Şêxo he, yaktın bızi!”
Yaktın ki ne yaktın, öyle böyle değil…