Programın tamamını Serbest TV’de izlemek için:
Siyasi davranışlar, seçmen beklentileri, hangi toplumsal zeminde karşımıza çıkıyor? Zannederim bu önemli bir soru. Aşırı siyasallaşmış bir toplumuz. Hep de öyle olduk. Her şeyi siyasetten hareketle açıkladık. Kimi anlarda bu durum tavan yapar. Bugün de öyle bir dönemde yaşıyoruz. Siyasetten hareketle toplumu varsayıyoruz. Seçmen davranışı tahminleri buna bir örnek.
Seçmen neye göre davranır? Siyasallaşmış okumalarda bu sorunun cevabını tek faktöre indiririz: Bireysel çıkar, ekonomik çıkar, aidiyet, değer sistemi, ideoloji gibi bir faktöre. Oysa bu, tam olarak böyle değildir. Pek çok faktör; kimlik, aidiyet, ekonomi, tepki, o anda ya da seçmen davranışı sırasında meydana gelebilecek kimi olaylar, bir karma, bir bütün halinde seçmenin davranışını yönlendirir. Bu faktörlerin içinde bir hiyerarşi vardır. Seçmen davranışını kestirmeye kalktığımız zaman çok pozitivist, tek faktörlü bir nedensellik üzerinde durmak doğru olmaz. Örneğin ‘Tayyip Erdoğan’ın ekonomi politikası çok kötüdür, sonuç olarak da seçmenler bu politikaya karşı oy verir’ denklemi yanıltıcı olabilir. Tabii işin böyle bir boyutu var elbette, ancak belirleyici faktör müdür, ayrı tartışma.
Seçmen algısını ya da seçmen kararını oluşturan unsurlar kadar önemli olan başka bir şey daha var; o kanaatin ve/ya algının hangi tarlada filizlendiği, hangi zeminde karşımıza çıktığı, bu algı ve kanaati oluşturan toplumsal mekanizmaların neler olduğu, nasıl şekillendiği.
Örneğin, 1990’lardan 2000’lere kadar giden dönemde davranışları belirleyen zemin önemli ölçüde aidiyet meselesi, kültürel kimlik meselesi, dindar olmak, Kürt olmak veya seküler olmak katmanlarından oluşuyordu. Hiyerarşinin tepesinde bu faktör bulunuyordu. Bu bir yataktı, tek davranış faktörü bu değildi fakat istikamet belirliyordu.
Peki bugün neredeyiz? Benzer bir noktada mıyız? Farklı yanıtlar verilmesi gerektiği kanaatindeyim. Son 15 yılda önemli gelişmeler oldu. Bunlardan bir tanesi kültürel çatışmalar alanıdır. Bu alanda bir sentez dalgası üredi. Farklı kimlikler hem kendi içlerinde hem kendi aralarında konuştular. Kimlikler içi ve kimlikler arası konuşma çatışma kadar etkileşimi de önemli ölçüde devreye soktu. Bugün geldiğimiz noktada kimlik meselesi hayatımızın sabit unsurlarından biri olmayı sürdürmekle birlikte düne oranla daha az çatışmacı bir duruma işret ediyor.
Örneğin son yerel seçimlere baktığımız zaman İmamoğlu’nun dile getirdiği çatışma karşıtlığı, kültür savaşlarını reddeden bir siyaset yaklaşımı bir karşılık bulduysa, bu aidiyetlerin ve kültürel kimliklerin yok olmasından dolayı değil siyasi tepkilerin ve davranışların artık sadece buna endeksli şekilde gelişmemesinden dolayıdır. İnsanların aidiyetlerini korudukları halde çatışma ötesine geçen, çatışmadan kaçan, senteze açık bir tasavvura sahip olmaya başlamalarından kaynaklandı bu sonuç. Bu da açık bir şekilde kişi ile kimlik arasındaki etkileşimde kişinin adım adım ön plana çıkmaya başlamasına işaret eder. Türkiye kimliğin mutlak hegemonyasından çok, kişi üzerinden ve bireysel talepler üzerinden kimliğe kısmi şekil verilmesi gibi daha dinamik, daha sosyolojik süreçlerle yol aldı. Dindar kesimler için de seküler kesimler için de bu böyle oldu.
Bu gelişmeyle birlikte, son 20-25 yıldır AK Parti politikaları ve Türkiye’nin temel tartışmaları sonucunda önemli başka bir sosyolojik-politik gelişme yaşandı. Bu, inanç ve din faktörünün, onun içinde olsanız da olmasanız da kimlik olarak toplumsal hayata ve siyasi algılara enjekte edilmesidir. Buna bir tür normalleşme hali de diyebiliriz. Bugün muhafazakâr, merkez-sağ dediğimiz kesime baktığımız zaman 1970’lerdeki dinle ilişkisi daha farklı ve mesafeli bir doku yerine artık dinle daha iç içe girmiş bir yapı görmekteyiz. Bu durum dinin belirleyici, önde bir aidiyet unsuru olmasına değil, diğer unsurlar arasında sıradan biçimde yer alan, ancak belli bir etkiye sahip olmasına işaret ediyor.
Böyle bir zemin, nasıl bir siyasi davranış üretecektir? Türkiye’yi bu soruyu da sorarak değerlendirmekte fayda var.
Siyasi davranışı yönlendiren; siyasi aktörlerin tutumunun, siyasi gelişmelerin yorumlanmasına imkân veren, bunların sonuçları kadar insanların toplumsal zeminden aldıkları istikametler, kanaatlerdir.
Toplumsal zemin sadece kültürel dokuya işaret etmez.
Belirleyici başka unsurlar da var. Türkiye’de son 20 yılda yaşam standartı oldukça yükseldi. Bugün bunu söylüyor olmak birçok insanı tebessüm ettirebilir içerisinde bulunduğumuz ağır kriz sebebiyle. Lakin orta sınıf oranının yüzde 10’lardan yüzde 40’lara çıktığı, yatırımlarla hizmet ağında, sağlıkta, ulaşımda ciddi bir modernleşmenin yaşandığı bir dönem geçirdik. Anadolu kentlerinde geleneğin işaret imajlarının yerini modernliğin tarif ettiği fiziki görüntü aldı. Bu Çorum için böyle, Sivas için böyle, Diyarbakır için böyle. Dünün Urfa’sı ile bugünün Urfa’sı arasındaki devasa fark bunun göstergesi. Bu durum kaçınılmaz olarak kadınların iş hayatına daha çok katılması, eğitimle birlikte gelen bir dizi zıplama, bir dizi sınfsal yer değiştirmeye gönderme yapıyor. Sonuç olarak sosyo-ekonomik girdilerin, kültürel etkileşimin sonuçlarını desteklediği bir tür şahıslaşmayı, gelenek karşısında kısmen de olsa bireysel özerkleşmeyi getirdiği bir tablo bu.
Bugünün toplumsal yapısıyla ilgili altını çizmek istediğim diğer husus, uluslararası ve bölgesel konjonktür etkileriyle ilgilidir. Erdoğan iktidara geldiği zaman 28 Şubat sonrası açılan bir dünya ve açılan bir bölge vardı. Siyasi hikâye bir açık toplum modeline davet ediyordu. Bugün ise, özellikle Arap Baharı’ndan sonra bölge başta olmak üzere ama Batı’da da görüldüğü üzere toplumsal düzeyde bir büyük içe kapanma dalgası yaşanıyor. Buna ister İslamofobi olarak bakalım, ister göçmen karşıtlığı olarak bakalım; temel olarak ülkeler birbirlerinden uluslarının sınırlarını sıkı bir şekilde korumasını, oradan dışarıya ve kendilerine doğru bazı istenmeyen unsurları yollamamasını talep ediyorlar ve bu uluslararası ilişkilerde önemli bir unsur haline gelmeye başlıyor. Bunun iç siyasette ya da siyasi algılarda önemli bir sonucu olduğunu düşünüyorum, özellikle Türkiye’de.
Batı’ya karşı artan bir mesafe 2013’ten sonra, Batı’nın ve AB’nin devreden çıkması, Batı’nın da kendi içine dönmesi, göçmen furyasıyla birlikte Türkiye’de ilk kez gördüğümüz ‘yabancı istemezlik’ hali, güvenlik fikrinin sadece savunmaya değil, hâkim olmaya (Mavi Vatan benzeri politikalarla) ilerleyen bir çizgiye oturması bize şunu söylüyor: Artık önde belirleyici olan kültürel bir kimlik değildir, onun da içinde olduğu ulusçu ve ulusal bir kimliğin yeniden harmanlanması ve yeniden doğuşu. Bu da kültürel melezleşme ve sentezle uyumlu bir gelişmedir.
Dolayısıyla sosyolojik tarlaya baktığımız zaman bir tür popüler, sıradan, kendine haslık fikrini yeniden besleyen, siyasi tahayyülü çok uzun olmayan, demokratik projelerle toplum geleceği arasında her zaman doğrudan bağlantı kurmayan, güvenlikçi ve savunmacı bir refleksin filizlendiğini görürüz.
Bu refleksin yanına kültürel kimliklerden ve çatışmadan uzaklaşma eğilimini de koyduğumuz zaman bütün aşırı siyasallaşmaya rağmen karşımızda bir tür apolitizasyon çıkar.
Böyle bir zemin nasıl bir seçmen dokusuna işaret edecektir? Bu soru önemlidir. Bu, konuşulması ve tartışılması gereken bir soru.
Sonuç olarak, yanlış politikalar-seçim kazançları ya da kayıpları denkleminin ötesinde Türkiye’de siyasi girdilerin olduğunu, bunların da önemli ölçüde sosyolojik veriler olduğunu söylemek isterim.