Türkiye siyasi tarihinde ordunun sivil ve meşru yönetime müdahale etmesi, maalesef, nadir görülen bir vaka değildir. Cumhuriyet döneminde, 1960’tan beri neredeyse her on yılda bir askerler, vazife başındaki hükümetleri alaşağı etmek için harekete geçtiler. 27 Mayıs’ta, 12 Mart’ta, 12 Eylül’de, 28 Şubat’ta ve 27 Nisan’da bazen emir komuta zinciri içinde bazen de cunta halinde, bazen geleneksel bazen post-modern (!) yöntemlerle, bazen açıktan namlunun ucunu göstererek bazen de internet üzerinden halk iradesini gasp etmeye yöneldiler.
Bütün bu darbelerin en menfi yönü, toplumda bir yarılmaya neden olmasıydı. Zira her darbede ana hatlarıyla iki taraf oluştu: Bir tarafta, darbeyi savunanlar, darbenin yapılmasından hoşnut olanlar vardı. Onlar darbecilerin demokrasiyi kurtardıklarını, irticaya geçit vermediklerini, kardeş kavgasını sonlandırdıklarını, ilerici olduklarını, memleketi uçurumun kıyısından çekip aldıklarını, vb. düşünceleri dile getiriyorlardı. Darbecilerin yanında saf tutmalarını böyle gerekçelendiriyorlardı.
Diğer tarafta ise, darbeye maruz kalanlar, darbenin kendilerine karşı yapıldığını düşünenler bulunuyordu. İradeleri fesada uğratılanlar, tercihleri boşa çıkarılanlar ve türlü kötü muamelelere maruz bırakılanlardı bunlar. Her darbe çok büyük siyasi, hukuki ve iktisadi yıkımları beraberinde getirdi, geniş ve yaygın bir mağduriyet ağı yarattı. Dolayısıyla darbeleri meşrulaştıranlar ile darbelerden mağdur olanlar arasında, her bir darbede daha da derinlere işleyen bir fay hattı meydana geldi.
Kırılma noktası
15 Temmuz, bu darbe geleneğinde bir kırılma noktasıydı. Zira kendisini diğerlerinden ayırt eden iki mühim hususiyeti ihtiva ediyordu: Biri, halkın ilk defa darbeye karşı direnmesiydi. Hesaplaşmanın sonraya -sandığa- bırakıldığı eski darbelerden farklı olarak 15 Temmuz’da halk bu kez sıcağı sıcağına tepki verdi, darbecilere karşı sokağa indi ve bedeli ağır olsa da iradesine el konmasına rızasının olmadığını fiili olarak gösterdi.
Diğeri ise, TBMM’nin darbe girişimi karşısında yekvücut olmasıydı. Devlet içine çöreklenmiş ve kilit noktaları kontrol altına almış karanlık bir terör yapılanmasının meşru hükümeti devirmeye kalkıştığının haberi duyulduğu anda, farklı partilere mensup vekiller Meclis’te toplandılar. Meclis’in üzerine bombalar yağdırılırken darbeyi lanetlediler ve halkın verdiği emaneti koruma kararlılıklarını ilan ettiler.
Gerek halkın ve gerek meşru siyasi aktörlerin darbe karşıtı duruşları, demokratik siyasetin muhafazası ve tahkimi adına çok değerliydi. Nitekim darbe teşebbüsünün akabinde “Yenikapı Ruhu” diye tesmiye edilen ve demokrasi ortak paydasında bir araya gelmeyi ifade eden olumlu bir ortam doğmuştu. (Gerçi orada da HDP dışarıda bırakılarak bu uzlaşmanın herkesi kapsamadığı gösterilmişti.) İktidar bundan istifade ederek, bütün partilerin katılımıyla demokratik ve hukuki değerleri kuşanan bir sistem kurma yoluna gidebilirdi. Ancak iktidar, uzun vadede ülkeye nefes aldıracak böyle bir uzlaşma siyasetinden çok kısa sürede çark etti ve kısa vadeli menfaatler uğruna dümeni sert bir çatışma siyasetine çevirdi.
Muhalefeti topyekûn susturmak
İktidar, bunu iki şekilde yaptı: İlk olarak, darbe ile mücadele için kendisine verilen anayasal ve yasal imkânları amaç dışı kullandı. Şöyle ki, 15 Temmuz’dan sonra OHAL ilan edildi. Anayasa, OHAL’de yürütmeye verilen yetkilerin, ancak OHAL’in ilan sebebiyle ilgili olarak kullanılabileceğini belirtir. 15 Temmuz’un akabinde OHAL’e geçilmesinin nedeni, darbe girişimi ile mücadele etmek; bu bağlamda demokrasiyi, hukuk devletini, vatandaşların hak ve hürriyetlerini korumaya yönelik tedbirleri almaktı.
Ancak öyle olmadı. İktidar, Anayasanın amir hükmünü devre dışı bırakarak, OHAL’i olması gerektiği gibi sadece 15 Temmuz darbecilerine karşı değil, bütün bir muhalefete karşı kullandı. KHK’larla bir yandan, darbe ile uzaktan yakından herhangi bir irtibatı olmamasına rağmen fikirleriyle iktidarı rahatsız eden ve potansiyel bir muhalefet odağına dönüşmesi muhtemel kişiler ve kurumlar tasfiye edildi. Diğer yandan da, KHK’lar eliyle yaratılan aşırı istikrarsız ve güvensiz ortam, devlet sansürünün yanında, yoğun bir oto-sansürü de beraberinde getirdi. Ekmeğini, işini ve özgürlüğünü kaybedebileceği endişesi, insanları kaçınılmaz olarak daha sessiz olmaya mecbur bıraktı. Hülasa OHAL, darbecileri açığa çıkarmaktan ve cezalandırmaktan öte, muhaliflerin susturulması ve bir korku imparatorluğunun inşası için harç olarak kullanıldı.
Otoriter tercih
İkinci olarak halkın, parlamentonun ve darbe karşıtı güvenlik güçlerinin direnmesiyle darbe püskürtüldüğünde hükümet sisteminin değişebileceği bir vasat ortaya çıktı. Öteden beri Erdoğan’ın gönlünde yatan aslanın başkanlık sistemi olduğu biliniyordu ama tek başına onun ve partisinin gücü buna yetmiyordu. İşte tam o esnada ne olduysa oldu, o güne kadar başkanlık sistemini mutlak bir şekilde reddetmiş olan Bahçeli birden başkanlık sistemi muhibbi kesildi. Böylece parlamentarizmden başkanlığa geçiş gerçekleştirilebilir bir hedefe dönüştü.
Bu dönüşüm sürecinde AK Parti ve MHP’nin tercihi, demokratik ve özgürlükçü bir sistemden değil, aksine yönetimde kişiselliği yücelten otoriter bir sistemden yana oldu. Sistemin müellifleri, başkanlığı her derdin devası olarak sunuyorlardı. Onlara göre, başkanlığı kabul etmesi halinde Türkiye ayağına bağlanan prangaları koparıp atacak, hapsedildiği sınırların dışına taşacak ve her alanda muazzam bir ilerleme kaydedecekti.
Ne var ki, iki yıllık süre zarfında, Türkiye tipi başkanlığın serencamı sahiplerinin iddiaların aksi bir istikamette seyretti. Ekonomi krize girdi, her kalemde eskisine kıyaslandığında daha kötü bir tablo oluştu. Hukuk, çöktü. Anayasa ve uluslararası sözleşmelerde ifadesini bulan temel hak ve hürriyetler her geçen gün daha fazla ihlal edildi. İşkence gibi tarihte kaldığı düşünülen birçok sorun yeniden nüksetti. Yargıya güven yerlere düştü. Hukuk güvenliğinin esamisi okunmaz oldu. Siyasette ise parlamento etkisini ve işlevini kaybetti. Siyasi atmosfer hamasetle yüklendi. Kutuplaşma, arttı. İktidarın tasvip etmediği “milli irade” kayyımlar marifetiyle gasp edildi.
“Tek kişilik hükümet”
Yani nevi şahsına münhasır cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi, tatbik edilmeye başladığı günden itibaren vadettiğinin tam tersi bir manzara ortaya çıkardı. Uluslararası kurumların araştırmalarında da Türkiye’nin hemen her alanda geriye gittiğini görmek mümkün. Mesela, World Economic Forum’un “Rekabet” raporuna göre Türkiye, 2014’te 64. sırada iken, 2019’da 71. sıraya geriledi.
Dünya Adalet Projesi’nin hükümet gücünün sınırlanması, yolsuzlukla mücadele, şeffaflık, temel haklar, idari yaptırımlar, adil hukuk ve adil ceza gibi ölçütlere dayanarak hazırladığı “Hukuk Üstünlüğü Endeksi”nde de Türkiye’nin hali iç açıcı değil. 2018’de 113 ülke arasında 101. sırada, 2019’da 126 ülke arasında 109. sırada yer alan Türkiye, 2020’de ise 128 ülke arasında 107. sırada yer aldı.
Bir ülkedeki arızaların tamamının hükümet sistemine bağlanamayacağına şüphe yok. İşlerin yolunda gitmesinde seçim sisteminden parti kültürüne, kurumsal altyapıdan sosyolojik özelliklere kadar çok sayıda faktörün etkili olduğu tartışılmaz. Bununla birlikte ülkede son iki yılda yaşanan sorunların büyük bir kısmının, Erdoğan’ın şahsına ve mevcut siyasi güç dağılımına dayanılarak kurgulanan hükümet sistemiyle direkt bağlantılı olduğunu belirtmek gerekir.
Dünya Adalet Projesi’nin verileri de bunu teyit eder nitelikte. Zira rapora göre, Türkiye’nin en kötü olduğu iki başlık, 128 ülke arasında 124. sırada geldiği “hükümet yetkilerinin kısıtlanması” ile 123. sırada durduğu “temel haklar” başlıkları oldu. Bağımsız denetim ve yargı sürecine saygı da, Türkiye’nin en düşük puanı aldığı alt başlıklar olarak belirdi.
Velhasıl, 15 Temmuz şerrinden bir hayır çıkarmak, Türkiye demokrasisinin üzerine oturacağı zemini güçlendirmek mümkündü. Lakin iktidar, muhalefeti bastırarak ve “istediği kararları veren tek kişilik bir hükümet” modeli kurarak, bu çok kıymetli tarihi fırsatı heba etti. Yazık oldu!
(*) Perspektif, 24.07.2020