Ana SayfaYazarlar15 Temmuz sonrası Türkiye (2)

15 Temmuz sonrası Türkiye (2)

 

AKP, 2007 yılında toplumun önüne bir anayasa önerisi getirdi. Siyasi yürüyüşünün başından itibaren Erdoğan’ın gönlünde yatan aslanın başkanlık sistemi olduğu biliniyordu. Ancak AKP’nin ikinci iktidar döneminde Ergun Özbudun başkanlığındaki anayasa hukukçularından oluşan bir heyete hazırlattığı öneri, parlamenter sistemi savunuyordu. AKP’nin o zaman başkanlık sistemiyle değil de parlamenter sistemle halkın karşısına çıkmasının nedeni, devlet içi güç dengeleriydi. AKP müesses nizam karşısında yeterince güçlü değildi. Kendini bertaraf etmek için hazırolda bekleyen mahfillerin bütün şimşeklerini üzerine çekmek istemiyordu. Bu sebeple asıl düşüncesini zamana bıraktı.

 

Bugünden bakıldığında 1982 Anayasasının bir revizyonundan ibaret olan Özbudun Taslağı yürürlük kazanmadı. Türkiye’nin anayasa sorunu ve tartışması devam etti. 2011’de parlamentoya giren dört parti de halka yeni bir anayasa sözü vermişti. Meclis çalışmaya başlar başlamaz en önemli gündem maddesi bu sözün yerine getirilmesi oldu. TBMM’de dört partinin de eşit temsil edildiği bir Anayasa Uzlaşma Komisyonu kuruldu ve her parti nasıl bir anayasal düzen tasavvur ettiğini belgeleyen taslağını toplumun dikkatine sundu.

 

AKP bu kez elini açtı ve başkanlık önerisinde bulundu. İki sebepten ötürü: Biri, 2009’da başlayan ve o sırada hâlâ sürmekte olan Ergenekon, Balyoz ve diğer darbe davalarıyla birlikte askeri vesayetin geriletilmiş olmasıydı. Diğeri ise hem 2010’daki anayasa referandumunda ve hem de 2011 genel seçimlerinde geniş halk kesimlerinin desteğine mazhar olmuş olmasıydı. Ne var ki AKP başkanlığı savunan tek partiydi.  Üç muhalefet partisi de parlamenter sistem taraftarıydı. AKP hükümet sistemini değiştirmek için diğer partilerden en az biri ile uzlaşamayınca başkanlığı yine hayata geçiremedi. 

 

Evdeki bulgurdan olmak

 

2014’te Erdoğan halkın oyuyla iş başına gelen ilk cumhurbaşkanı oldu ve sistemin işleyişinde radikal bir değişim gözlendi. Demokratik meşruiyete yaslanan Erdoğan, kendinden önceki cumhurbaşkanlarıyla kıyaslanmayacak derecede icranın içinde yer alıyordu. Mevcut fiili durum, hukuku zorladığı ölçüde yaklaşmakta olan seçimlerin de başat maddesine dönüşüyordu. AKP, Haziran 2015’teki genel seçime başkanlık yolunu açacak bir anahtar olarak bakmaktaydı. Bir parti genel başkanı gibi seçim kampanyası yürüten Erdoğan, her meydanda 400 milletvekili isteğini dillendiriyordu. Muhalefet ise bu seçimlerde Erdoğan’ın başkanlığını önleyecek bir set örmeyi düşünüyordu.

 

Seçim sonuçları AKP için bir hayal kırıklığı oldu. Bırakın başkanlığı garanti edecek bir çoğunluğa erişmeyi; AKP 2002’den beri tek başına sahip olduğu iktidarı da kaybetti. Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olan AKP için başkanlık artık çok uzak bir hayale dönüşmüştü.

 

Seçimin akabinde partiler bir koalisyon hükümeti oluşturmak için mutabakata varamayınca 1 Kasım’da tekrar sandığa gidildi. AKP bu seçimde oylarını yükseltti ve kaybettiği iktidarı geri aldı. Ama Mecliste anayasayı değiştirmek için gerekli olan vekil sayısına yine ulaşamadı. Üç muhalefet partisinin mutlak başkanlık karşıtlığı sürüyordu. Hiçbir parti başkanlığı ağzına almıyor, başkanlığı esas alan her öneriye cepheden karşı çıkıyordu. Dolayısıyla AKP’nin başkanlık hayali bir başka bahara kalmıştı.

 

Parti içi darbe

 

Seçimlerden başkanlığına bir yol çıkmayınca, Erdoğan aklındaki yönetim biçimini gerçekleştirmek için gerekli gördüğü tedbirleri aldı. En önemli adım, yönetime kendi rengini vermek isteyen ve bazı meselelerde Erdoğan’dan farklı bir noktada duran Davutoğlu’nun tasfiye edilmesiydi. Daha altı ay önce halktan yüzde 50 alarak AKP’ye büyük bir zafer yaşatan Davutoğlu, bir parti içi darbeyle saf dışı bırakıldı. Onun boşalttığı başbakanlık koltuğuna, Erdoğan’a tam uyum gösteren Yıldırım oturdu.

 

Böylelikle Erdoğan bütün dizginleri eline aldı, hükümeti fiilen yönetmeye başladı. Artık bütün kararlar Beştepe’de alınıyordu. AKP içinde iktidar tek merkezde toplanmıştı. Fiili bir başkan gibi ülkeyi idare eden Erdoğan gerek hükümette gerek partide kafasındaki kurguyu oturtmuş ve rahatlamıştı. Muhalefetten en ufak bir yakınlık görmediği için de başkanlık arayışını uzun döneme  — 2019 seçimlerinin sonrasına — bırakmıştı. Nitekim o günlerde hem Erdoğan’dan hem de Yıldırım’dan ardı ardına “Biz işimize bakıyoruz. 2019’a kadar seçim yok” yollu mesajlar geliyordu.

 

Başkanlık istemi bu şekilde AKP’nin de gündeminden düşmüşken, 15 Temmuz’da yaşanan darbe girişimi bütün kartların yeniden karılmasına sebep oldu. Darbe teşebbüsünün bastırılmasıyla birlikte başkanlık geldi, gündemin en ön sırasına oturdu. Böylece AKP için “uzak bir plan” olan başkanlık “yakın bir ihtimal”e dönüştü.

 

Ezberi bozulan Bahçeli

 

Zannımca bunu sağlayan iki faktörden bahsedilebilir: İlki, Erdoğan’ın darbeyi püskürten liderliğinin toplumun geniş kesimlerinde büyük bir takdirle karşılanması, buna karşılık ordunun ağır bir zemin kaybı yaşamasıydı. Ordu öteden beri AKP’nin getireceği bir başkanlığa kökten karşıydı. Ancak 15 Temmuz’dan sonra oluşan atmosfer, Erdoğan tarafından getirilecek bir öneriye ordunun karşı çıkması ihtimalini ortadan kaldırdı. Bugün 27 Nisan’da olduğu gibi ordunun hükümete muhtıra döşemesi ve “sözde değil özde laik cumhurbaşkanı istiyoruz” diye sipariş vermesi düşünülemez.

                                                                                                            

İkincisi ve daha önemlisi ise Bahçeli’nin başkanlık sistemine ışık yakmasıydı. Eğer bugün başkanlık AKP için ulaşılabilir ve gerçekleştirilebilir bir hedef haline gelmişse, bunun ardında Bahçeli’nin siyaset oyunundaki bütün hesapları değiştiren çıkışı yatıyor. Erdoğan’ın gücünün zirveye çıkması ve ordunun süngüsünün düşmüş olması, elbette mühim. Fakat Bahçeli anayasa değişikliğini mümkün kılacak desteği vermemiş olsaydı, bu faktörler verili durumda keskin bir dönüşüme yetmezdi.

 

O halde sormak lazım: Şimdiye kadar adeta ezberlenmiş cümlelerle başkanlığı reddeden ve Erdoğan’ın başkanlığını ülke için ciddi bir tehlike addeden Bahçeli, ne oldu da başkanlığa razı oldu? Hangi gelişme Bahçeli’nin ezberinin bozulmasını sağladı?

 

Birçok siyasi gözlemcinin paylaştığı bir kanaat var: Eğer Türkiye önerildiği gibi bir başkanlık sisteme geçerse, bu MHP’yi zayıf bir konuma düşürür ve hattâ orta vadede MHP’nin bitişine sebebiyet verebilir. MHP’nin gerek Meclis grubunda ve gerekse tabanında çok sayıda kişinin bu endişeyi paylaştığı medyada yazıldı, çizildi.  Peki, nasıl oldu da Bahçeli bu ciddi itirazları elinin tersiyle itti ve başkanlığa kapıyı araladı?

 

Bahçeli’deki makas değişimini açıklamak için birçok tez ileri sürüldü. AKP’yi oyuna getirmek istediğinden de dem vuruldu, seçimleri mümkün mertebe ileri bir tarihe erteleyip partisini toparlamak istediğinden de. Lakin bunlar Bahçeli’deki büyük değişimi açıklamaya yeterli görünmüyor. Daha aslî, daha derinlerde yatan bir sebep olmalı.

 

“Devlet gibi düşünmek fıtratı”

 

Bu sebebi şöyle izah edebilirim: Bugün devletin bütün katmanlarında, ülkenin bir varlık-yokluk mücadelesinden geçtiği kanaati hâkim. Hem içte, hem dışta göğüs gerilmesi gereken bir sorunlar yumağı var. “İkinci bir İstiklal Savaşı veriyoruz” ya da “Bize yeni bir Sevr dayatılıyor” gibi söylemler, salt halkın duygularını diri tutmak için sarf edilen sözler olarak değerlendirilmemeli. Bunların aynı zamanda iktidar elitinin gerçek ruh halini de yansıttığı göz ardı edilmemeli.

 

Hülasa, devlet memleketin geleceğini tayin edecek problemlerin altından ancak güçlü bir yönetim ile kalkılabileceğine karar vermiş durumda. Bahçeli’nin de Türk tipi başkanlığa razı olmasının nedeni bu. Mesut Yeğen’in ifadesiyle “devlet gibi düşünmek fıtratında olan” Bahçeli, devletin ne düşünüp ne hissettiğini herkesten daha iyi görüyor ve hissediyor. O da devlet gibi “Türkiye’nin bir beka meselesiyle karşı karşıya olduğunu ve hem Kürd meselesinde hem de Batı’yla ilişkilerde yeni bir tarzın gerekli olduğuna kani” olduğundan Erdoğan’ın başkanlığını destekliyor.

 

Bu itibarla başkanlık sistemine geçiş hamlesini, Devlet Bey’in kararından ziyade, “devlet”in kararı olarak okumak daha doğru olur.

 

NOT 1: KÜRT ENSTİTÜSÜ

 

İstanbul Kürt Enstitüsü, 1992 yılından beri Kürt dili, edebiyatı ve tarihi üzerine çalışmalara kapılarını açan, olanak sağlayan bir kurum. 1990’lı yıllarda da muktedirlerin öfkesini üzerine çeken bu kurum hakkında iki kez dava açılmıştı. DGM’lerde yapılan yargılamalarda bile beraat eden Enstitü’nün kapısına şimdi KHK ile kilit asıldı. En çetin şartlarda ayakta kalmış, Türkiye’nin demokrasi açısından en karanlık yıllarında dahi birçok hukuki badireyi atlatmış ve “Türkiye’nin kazanımı” olan bu kurumun, “ileri demokrasi” iddiasındaki AKP’nin iktidarında kapatılmış olması, AKP için ciddi bir utanç vesilesi olarak tarihe geçecek.

 

NOT 2: CUMA ÇİÇEK

 

KHK’ler artık darbe ile mücadele etmenin bir aracı olmaktan çıktı; devletin makbul düşüncelerini sorgulayan ve muhalif olarak görülen kişileri ve kurumları sindirme ve tasfiye etme aracına dönüştü. Son yayınlanan KHK’lar ile, Kürt meselesi,  Kürt dili ve Kürt tarihi konularında çalışan birçok akademisyen üniversitelerden ihraç edildi.

 

Bunlardan biri de Mardin Artuklu Üniversite’sinden Cuma Çiçek. Çiçek, birlikte çalışma şansına eriştiğim bir meslektaşım. Kürt meselesi konusunda memleketin sayılı uzmanlarından biri. Onu haksız ve hukuksuz bir şekilde üniversiteden atmanın gayesi belli: Kürt meselesi hakkında devletin şu anda izlemekte olduğu çizginin dışında söz söyleyen herkese gözdağı vermek.

 

Merak ediyor insan; acaba hükümetin Kürt meselesine dair bir sonraki “ileri” hamlesi ne olacak? Kart-kurt hikâyesine dönmek mi? 

- Advertisment -