Bir. Bir akşam üstü geçiyoruz Erciyes’in eteklerinden Kapadokya’ya. Bir yıl geçmiş üstünden, şimdi dolanıp çocuklarını ziyarete gelmiş bir 15 Temmuz’la buluşacağız. Şimdi yüze vurmuş, varlığının ışığı yüzüne vurmuş, daha dün keşfettiğimiz yeni bir ülkeyle buluşacağız. İki yanımızdan merak akıyor. Pamuklu giysileri, nazar boncuğu, zıbını, küçük altını tedarik edilmiş ilk kez görülecek bir torun merakı. Toprak ve toprağın şekilleri, içlerindeki ses, periler ve bacalar usulca birbirinde eriyor. Kavimlerin, dinlerin, ilk Hıristiyanların, Hacı Bektaş Veli’nin, Damat İbrahim’in, Halisdemir’in, Safitürk’ün yurdu yumuşacık eriyerek geçiyor birbirinden akşamüstü renginde…
Kaderden işaretler vardı, ana babamızdan, geçenlerimizden, rahmet dilediklerimizden. Onlar bizi okuyup adam olsunlar, taşradan dünyaya bir yol bulup dönsünler diye parasız yatılı gurbetlere göndermişlerdi. Okumuş, yol bulmuş, dönmüştük. Ama bizim bulduğumuz yolda onların yolu, inandığımız davada onların davası yoktu, bizim eriştiğimiz doğru, iyi, güzel ve kutsalda onların doğrusu, iyisi, güzeli ve kutsalı yoktu, aldırmadık! Gelecek güzel günleri dayattık, sanki bizden önce hiç bilen olmamış gibi. Onlar sanki daha önce hiç böyle bir şey duymamış gibi dinlediler, bir kere bile yüzümüze vurmadılar belleten çiğliğimizi…
Bir zaman o belleten konumuna oturmadan başlayacak laf bulamazdım! Şimdi göz hizasında makul bir ilişki, bir eşitler meclisinde öylesine bir sohbet. Şimdi o yüzden korku… Kendi insanımızla, kendi ana babamızla aramıza ördüğümüz süslü duvar… isteyince, ha deyince yıkılacak mı, mümkün mü bu? Medet ya Hızır!
İki. 15 Temmuz Bir Halkın Kıyamı… Yüz yılı aşkın süredir tüm belletenleri, öğretenleri, mühendisleri, beyleri paşaları, had bildirenleri, ayar verenleri dinlemiş, yeri gelmiş uyarmış ve sonunda böyle olmadığını, olmayacağını görünce “hele siz biraz şöyle durun bakalım” deyip bir gece kavimler kapısından çıkmış, Kendi Olmaklığına yürümüş bir milletin kıyamı. İçinde ve dışında, evvelinde ve ahirinde bir mukavemet merkezi yaratmış, bir istinat duvarı örmüş o gün dayanmayı vazeden, “Ölümüne ölümüne”…
Can canan, hemşeri, eş dost, uzak yakın, hısım akraba, kavim ve kardaş işte ilk Demokrasi ve Milli Birlik Gününde, yeni demokrasi ve birlik bayramında hayırla, uğurla, kutla, Temmuz’la yan yanayız. Cümleten hoş geldiniz. Anadolu’nun deyişiyle, altında kalmamak için, 15 Temmuz’un, şehit ve gazilerin bize verdiklerinin altında kalmamak için, safalar getirdiniz.
Siz de bizden sual edecek olursanız, hoş bulduk: Söğütlerin, kavakların, çördük ağaçlarının, Kızılırmak’ın, Sakarya’nın vatanıyla, anamız babamız Türkiye’yle, yüzünü görmediğimiz ebemiz dedemiz Anadolu’yla, Perşembe akşamlarıyla, besmeleyle, Cuma günleriyle barışmaya geldik…
Üç. Şu sessizmiş lalmiş sedasızmış aldırmazmış işinde gücündeymiş gibi geçen yıllar on yıllar yüz yıllar içinde meğer ülkeyi, vatanı, gelmişi geçmişi, geleceği, darbeyi, direnmeyi, fedayı, adanmayı öğreniyormuş halk çocukları, meğer uzun yola hüküm giydiklerini biliyorlarmış, meğer Kendi Olmaklığına yürüyorlarmış. Meğer tüm bu öğrendiklerini devlete de devlet katına da kitaba da kitap ehline de dosta da düşmana da öğretmek muradındalarmış. Nam olsun! Oysa daha dün sarışını karaşına, Türkü Kürdüne, Müslümanı Gayri-Müslimine, Solcusu Sağcısına, Sünnisi Alevisine, Ülkücüsü Sosyalistine düşman edilmişti.
Şimdi sessiz, derin ve ünsüz Türkiye'nin her cinsten her boydan emektar, hakkına razı, kavi halk çocukları, şimdi Nevşehir meydanında dalgalanıyor bayrak gibi, bayraklar, bayraklar, bayraklar gibi…
Bugün geleceğimizden ümitli isek, şükür çıkıyorsa ağzımızdan belki de sadece onların gayreti, emeği, yüzü suyu hürmetinedir, onların ahlak ve izan ile, vicdan ve merhamet ile, aşk ve meşakkat ile bu topraklarda dolaşmış, hoyratlığı, zulmü ve şiddeti göğüslerinde yumuşatmış olmaları yüzündendir.
Dört. Yeri gelmişken bir hesabı da düzeltmek lazım. 15 Temmuz’u var eden genetik, derin Anadolu, aslında Alevi’siyle Sünni’siyle 1970’lerde de sahne almış ve Sola, Sosyalistlere (Ülkücülere, Akıncılara) destek ve kredi vermişti. Fakat dönem anlatılarında Alevi kimliğe aşırı bir vurgu vardır. Solun yükselişinde aslan payı Alevi kesimlere verilir ve bu, İkinci Özgürleşme Dalgasının (1965-1980) bir orijinalitesi olarak kaydedilir. Evet, belli ölçüde doğrudur bu. Ve mağdur Alevi kesimlerin kendi kimlik, inanç, sembol ve farklılıklarıyla kamusal alana, söz ve siyaset alanına dahil olması, her kimlik gibi hak ettikleri itibar ve görünürlüğü elde etmeye başlaması bu dönemin önemli kazanımlarından biridir.
Fakat Alevi mağduriyetine odaklanmış bakışın gözden kaçırdığı daha önemli bir nokta var. Bir kere, en az Aleviler kadar Sünniler de bu Özgürleşme Dalgasında yer aldı. Yani “düzeni değiştirme” arzusu derin Türkiye’yi oluşturan tüm katmanları sarmıştı. Daha da önemlisi, başta Alevi ve Sünni kimlikler olmak üzere o zamana kadar birbirine mesafeli duran birçok kimlik geniş “Düzeni Değiştireceğiz" çatısı altında bir araya gelmiş, birbiriyle makul ilişkiler kurmaya, önyargılarını gözden geçirmeye ve birbirini tanımaya başlamıştı. Statüko ve Darbe Mekaniği işletmenleri açısından en tehlikelisi de buydu. O nedenle 1978’de Malatya’yla başlayıp Maraş ve Çorum’da zirve yapan ve Alevi-Sünni çatışması adıyla projelendirilen kanlı olaylar zincirini aynı zamanda bir darbe mekaniği olarak da yorumlamak lazım gelir: Türkiye toplumunun birbirini anlamaya, tanımaya başlamış bu iki büyük kimlik bloğunun birbirinden uzaklaştırılmasına, parçalanmasına yönelik bir darbe mekaniği olarak.
Çünkü daha sonra 1990’larda bu kez mağdur dindar Sünni-Müslüman kimliğin kendi inanç, sembol ve farklılıklarıyla kamusal alana dahil olması ve onunla da yetinmeyip söz ve siyaset alanında kilit bir konuma yönelmesiyle birlikte darbe mekaniği bu kez Madımak’ta işbaşı yapar (1993). Madımak katliamı, bir “emniyet kaması” olarak, ikinci bir Kerbela gibi Sünni ve Alevi kimliğin arasına sokulur. Kırgın Alevi kesimler, bir yandan ağır yaralı gerisin geri kendi kimlik-gettosuna sığınırken bir yandan da vesayetçi, Kemalist, laik derin iktidar bloğuna yapıştırılır: bir fay hattı, bir darbe mekaniği imkânı olarak mümkünse ebediyen, mümkünse kayıtsız şartsız orada kalmak üzere. Tabloda eksik kalan yerler Uğur Mumcu cinayeti çevresindeki bir dizi cinayetle tamamlanacaktır (cinayetin ertesinde vaki olan İstanbul yürüyüşü, cumhuriyet tarihinin en kalabalık yürüyüşlerinden biridir ve ana motivasyonu “şeriat tehlikesi”dir). Mesela, yükselen İslami hareket, dindar Müslüman kimlik karşısında tereddüt gösteren Sosyalistlerin tereddütlerinin giderilmesi, içeriye, baz-kimliklerine, Kemalizm’e doğru büzülmesi ve ister istemez derin iktidar bloğuna yanaşması, aynı dönemde ve bu kapıya dayanmış “şeriat tehdidi”yle sağlanır.
Yani 15 Temmuz’u var eden aynı derin Türkiye, üç aşağı beş yukarı, 1965-80 özgürleşme dalgasında da kendini göstermişti. O açıdan toplumsal dalganın inişe geçtiği 1977 1 Mayısını ve ardından gelen 12 Eylül darbesini takip eden on yıllarda parçalanan aslında bu Türkiye’nin derin yönelimleri, yol arayışlarıydı.
Yollardan yıllardan sulardan geçtik. Geçmişten kuytulardan ıssızdan geçtik. Geldik kapına.
Aç kapıyı bezirganbaşı, kapı hakkı ne istersin, açız Kardeşe ve Kadere geldik… Aç kapıyı, razıyız, içeride uyuyan Nasibe, Kadere, Kısmete geldik…
Beş. Türkiye, zor memleket, Tanrıların savaş alanı, Türkiye, 72 kavmin, uygarlığın, kimliğin deltası, bereketi, Mezopotamya’sı!
Türkiye ne yaptılar ne yaptık sana, Türkiye şu alnımda ne bitmedik yazı var, Türkiye seninle konuştukça avaz avaz yollara düşüyorum, Türkiye bütün kimliklerim yaralı, Türkiye bütün kimliklerim örselenmiş, bütün bilinçlerim ağrılı sancılı romatizmalı. Türkiye, bütün kimliklerimde eklem ve umut kırıkları, zaman çökmeleri, obruklar…
Çok geç fark ettik anne babamızdan, geçmişimizden, kelimelerimizden, senden, anayurdumuzdan sürüldüğümüzü. Çok geç fark ettik kendi iştahımızdan, daha iyi bir hayat arzumuzdan parasız yatılılara kapatılıp tabur tabur devşirildiğimizi. Çok geç! Neredeyse bir ömür sürmüştü daha da sürecek gurbetimiz, tabur tabur el kapılarında kul…
Şükür ki bir ömür boyu süren sadece gurbet değilmiş, aynı zamanda yolmuş, yolda olmakmış, ruhunda bir menzil arayan yolculuğumuzmuş…
Altı. Miladi takvimin iki bin on altı senesinin temmuz ayının on beşinci günü 60 yıldır saat gibi işleyen darbe mekaniği kırılmıştır, duyduk duymadık demeyin. Zor oldu, uzun sürdü ama sonunda devam yolunu bulduk, böldük çarptık, topladık çıkardık ve en ortak paydamızı hesapladık, şuraya, şu kara tahtanın ortasına en kırmızı çizgimizi çektik, gördük görmedik demeyin. Bundan böyle demokrasimize, milletin iradesine, meclisin tercih ve kararlarına kasteden her kim olursa olsun karşısında Bizi, yeni Türkiye’yi bulacaktır, duyduk duymadık demeyin.
15 Temmuz… Yeni bir merhamet, yeni bir aydınlanma dalgası yaratıyor. Kalplere yeni kelimeler düşürüyor, gönüllere yeni ateşler… Muhtemel dünyaların kalabalık veya tenhalığında tersi dönmüş, azıtmış, yönünü şaşırmış, iki eli böğründe bekleyen yollara ferah bir nefes üflüyor. Bu ülkenin omurgası, mayası, tüm kimliklerin tuzu biberi harcı olan Anadolu kıtasının, dindar Müslüman kimliğin sağalmasına, şifa bulmasına giden yolu açıyor… Yaşayan Türkiye’nin uzun zaman ölüye saydığı yedi ceddiyle, elinde büyüdüğü geçmiş ve geleneğiyle, İslam ve Osmanlıyla barışmasına giden yolu açıyor…
Öyleyse hepsinden önce, yollardan yolculardan önce, kuşluk vakti yola çıkmadan önce, yolun da yokuşun da başında duaya durmadan önce, arife gününden bayram gününden önce, kalbimizin en cömert çarptığı, dilimize bereket ve merhamet indiği vakitlerde, en çok ama en çok da affetmeye durmak yakışacak, yakışıyor şimdi Bize… Önce Kaderimize karışmış olan Kardeşi sonra kendimizi affetmek…
Yedi. 15 Temmuz… Bizi bir ihtimal eşiğinden geçirdi bir gerçeklik eşiğine taşıdı, mevcut tüm kimliklere derman olacak yeni bir hayat, yeni bir söz, Biz ve eylem ölçüsüne, yeni bir demokratik standartlar veznine taşıdı. Şimdi artık en safi kelimelerle Biz diyebiliyoruz ki:
Bütün darbeler, darbeciler, darbe moderatörleri, darbe mekaniği beslemeleri, elemanları, kurumları, aygıtları, darbe ve şiddet kuaförleri, şiddeti masumlaştırma, meşrulaştırma, romantikleştirme, süsleme ustaları, demokratik sivil siyaseti itibarsızlaştırma uzmanları yerin dibine… Demokratik, sivil, olağan, makul, yurttaş siyaseti yerin yüzüne… Solcu sağcı, darbelere, şiddet ayinlerine kurban verdiğimiz canların cananların yüzü suyu hürmetine…
Bahçede çalışan, sokakta keman çalan, darbukaya eşlik eden, denize giren, çatıyı tamir eden, öğrencileriyle yakar top oynayan demokratik, sivil, olağan, makul, yurttaş siyasetinin neyi eksik…
Salt bizim dediklerimiz olacak diye, salt bizim dediklerimiz olmuyor diye darbeyi, şiddeti, ölmeyi öldürmeyi reddediyoruz. Bizim dediklerimizin olması için iki elimiz kızıl kanda da olsa artık gözümüz Kardeşimizde, onu ikna etmenin, onun rızasını almanın bin bir yolunu bulacağız, en çok da yeni, bilinmedik, kalpler onaran, gönüller yapan bir yol bulduğumuzda sevineceğiz. Bizim veya Kardeşin dediklerinin ne kadarının olacağını ne kadarının olmayacağını görmek için en sonunda sandığı ortaya koyacak, sandığın, seçimlerin, meclisin gözünün içine bakacağız…
Çünkü esirgemek, bağışlamak, affetmek her şeyden önce Kaderin ve Kardeşin hakkını teslim etmektir, Kaderle ve Kardeşle helalleşmektir. Çünkü en haklı, en alacaklı, en mağdur, en çaresiz, en çok hakkı yenmiş olan affettiğinde, hakkını helal ettiğinde, ancak o zaman, belki ancak o zaman şu affetmeyi, hakkını helal etmeyi hiç düşünmeyen de utanır. En büyük haktan feragat. En büyük verme. Ancak o zaman Kardeşe giden bütün yolları ışıtacak en büyük utanç eşinmeye başlar, en ağır, en şiddetli altında kalmama duygusu belki ancak o zaman ayaklanır!
Sekiz. 15 Temmuz en çok da Vermedir, en büyük Verme. Son verme. Can verme. Vatan ve Kardeş uğruna canını verme.
Önce Vatan verir. Hep verir, her şeyi verir: Ekmeği suyu, yıldızlı geceyi, ay karanlığında yüreğe od düşüren kıpırtıyı, bir çift gözü, yağmurda gönenen esmer toprağı, nefesi, incelen vakti, küp küp kelimeyi, çil çil cümleyi, hafızayı, hep o verir. Bu Vatanda yaşayan elbette altında kalmaz, vakti sırası gelir ne tank takar ne uçak ne Azrail, bir bardak su içer gibi of bile demeden can verir.
O zaman bir kere daha, esirgemek, bağışlamak, affetmek her şeyden önce Kaderin ve Kardeşin hakkını teslim etmektir, Kaderle ve Kardeşle helalleşmektir. Çünkü en haklı, en alacaklı, en mağdur, en çaresiz, en çok hakkı yenmiş olan affettiğinde, hakkını helal ettiğinde… Belki ancak o zaman Kardeşe giden bütün yolları ışıtacak bir büyük utanç eşinmeye başlar, bir uçsuz bucaksız altında kalmama duygusu belki ancak o zaman ayağa kalkar…
Gözleri yerde, dile ve Kardeşe gelir.