İttihatçılık, etnik temizlik yoluyla meseleleri çözebileceğini sanmıştı. Bu anlayış, önce Ermenileri hedef aldı. Ardından, 1913 Rum Mübadelesi, sonrasında da "Kürtlere ve Alevilere yönelik inkar ve imha siyaseti" olarak devam etti. İttihatçı zihniyetle hesaplaştığını söyleyen bir "siyasi aklın", 1915'i de iyi anlayıp değerlendirmesi gerektiğini kanaatindeyim.
1990 yılında Hamburg Senatosu'nun davetiyle gittiğim kentte, bir enstitüde araştırma yapıyordum. Hamburg'daki enstitünün arşivine bakan görevli kadına, Türk olduğumu söyleyince, "Hangi şehirdensin?" sorusuyla karşılaşınca şaşırdım. Hamburglu bir Alman'ın, benim kentimle ne gibi bir ilgisi olabilirdi?
"Tarsusluyum…" dedim. Bu kez, daha yakınlaşarak, "Benim annem de Tarsuslu" cevabını verdi. Ailesi 1915 Ermeni Tehciri'nde Beyrut'a sürülmüştü. 1918'de Mondros Mütarekesi imzalanıp, Çukurova Fransızlar tarafından işgal edilince doktor olan Tarsuslu Ermeni dede, kentin belediye başkanlığına getirilmişti.
Fransızlarla yapılan Ankara Antlaşması'nın ardından, bölgeden Fransızlar çekilirken; Ermeniler de, yurtlarını ikinci kez terketmek zorunda kaldılar. Arşivdeki görevlinin dedesi ile annesi de Lübnan'a geri dönmüşlerdi.
Annem de, o sırada, Hamburg'ta bizimle birlikteydi. Arşivci kadına, aynı şehirden olan annelerimizi buluşturmayı teklif ettim. "Anneme sorayım" karşılığını verdi. Ben de, kendi anneme sordum. Tereddüt etmeden, "Olur buluşurum" dedi. Onun annesi ise, bu buluşmayı istemedi. Ben, anlayışla karşıladım. Belli ki, geçmişte yaşadıkları acı olayları hatırlamak, yaralarını deşmek istemiyordu.
Görmezden gelmek
1915'de neler olduğunu; uzun yıllar hiç konuşmadık, anlamadık. 1980'li yıllarda, Asala cinayetleriyle birlikte bu mesele gündemimize geldi. Hrant Dink ve Etyen Mahçupyan'la birlikte katıldığımız bir TV programında, eski büyükeçilerden Candan Azer de vardı. Geçenlerde yitirdiğimiz Azer, Dışişleri'nin Kafkasya uzmanlarındandı. Soyadından da anlaşıldığı gibi, Azeri bir geçmişe de sahip olan Candan Azer; deneyimli bir diplomat olarak, Asala suikastlarına kadar, bu konuda hiç bir bilgiye sahip olmadıklarını itiraf etti.
Onlar biliyordu
Tabii, bizim görmezden geldiğimiz acı geçmişi; yerinden yurdundan olan, 1915 Tehcirinde büyük çoğunluğu yollarda uğradıkları saldırılarla, hastalıklarla ve açlıkla yok olan insanların hayatta kalanlarının torunları, çocukları hafızalarına nakşetmişler. Onlar biliyorlar.
Dünyanın dört bir yanına yaptığımız yolculuklarda, onlarla karşılaştık. Yürek yakan öyküler dinledik. Acılar bazılarını sertleştirmiş, Türklere yönelik ağır yargılar benimsemişler.
Öğrendikçe ve diasporadaki Ermenilerle temasa geçtikçe, sertlikler yumuşayabiliyor. Daha insani bir ilişkinin koşulları oluşabiliyor. Yolu açanların başında, Hrant Dink geliyor. "Önce temas edelim" diyordu Dink.
Bir grup aydının öncülük ettiği, "Ermeni acılarını anlama ve 1915'i sorgulama" çabaları, etkili oldu. "Devlet içindeki yok sayma refleksi", bir değişim geçirdi. Karşılıklı ilişkiler gelişti, Cumhurbaşkanlığı düzeyinde ziyaretler yapıldı. Ermenistan- Türkiye sınırının açılması, bu sürecin en önemli hedeflerinden birisiydi. Rahmetli Hrant'ın da, en çok arzu ettiği gelişmelerdendi bu.
Geçen yıl, Başbakan Tayyip Erdoğan'ın, Ermenilerin torunlarının acılarını paylaştığını söylemesi; önemli ve olumlu bir adımdı.
Ancak, gelişmeler, gelip bir kritik nokta olarak, "Soykırım" sözcüğünde düğümleniyor. Hrant'ın yaklaşımını hatırlatmak isterim: "Benim bunun soykırım olduğu konusunda hiçbir şüphem yok, ama 'Önce bunu kabul edin' diyerek başlamayı doğru bulmuyorum. Önce tanışalım, konuşalım birbirimize dokunalım…"
Yaşananların ne olduğunu anlamak; siyasi bir meseleden önce, hukuki ve insani bir meseledir. Yapılan, "bir halkın toptan imhasına yönelik bir devlet kararının uygulanması"dır. Nedenlerini tartışabiliriz. Değişik çıkarımlar yapabiliriz. O yıllarda Ermenilerin bazı yörelerde yaptığı katliamları da konuşabiliriz. Bunların hiçbiri, yaşanan acı gerçeği ortadan kaldırmaz elbette.
Talat Paşa'nın defteri
Bu köşede bir kaç kez yazdığım gibi gerçek; bu programı bizzat yöneten Talat Paşa'nın defterinde, açıkça ortaya çıkıyor. Onun kayıtlarına göre, 1915 Tehciri öncesi ve sonrasıyla, Ermeni nüfusunun 1 milyon 100 civarındaki bölümü yok olmuştur. 6 yıl önceki yazımda şunları aktarmıştım: "Resmi hesaplara göre Tehcir’den sonra Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Ermenilerin sayısı 972 bin azalmıştır. Bazı kayıtların eksik tutulması ihtimali üzerine yapılan hesaba göre ise, bu rakam yaklaşık 1 milyon 100 bin’dir.
Bu rakamlar Tehcir’in bir numaralı sorumlusu kabul edilen Talat Paşa’nın defterlerindeki hesaptır. 1 milyon civarında Ermeni, Tehcirle birlikte Osmanlı topraklarından eksilmiştir."
İttihatçıların zihniyeti
Bu tabloya baktığımız zaman, bir devlet kararından, "bir halkın merkezi bir kararla yok edilmesi"nden söz edebiliyoruz.
İttihatçılık, etnik temizlik yoluyla meseleleri çözebileceğini sanmıştı. Bu anlayış, önce Ermenileri hedef aldı. Ardından, 1913 Rum Mübadelesi, sonrasında da "Kürtlere ve Alevilere yönelik inkar ve imha siyaseti" olarak devam etti.
İttihatçı zihniyetle hesaplaştığını söyleyen bir "siyasi aklın", 1915'i de iyi anlayıp değerlendirmesi gerektiğini kanaatindeyim.
"Yeni"nin temellerini sağlam bir şekilde atabilmenin ve gerçekçi bir kimlik geliştirmenin yolu, geçmişi cesur bir gözle değerlendirebilmekten geçiyor.
Yetkililerin, Talat Paşa komitelerinin ne anlama geldiğini de düşünmelerini öneriyorum…