Ana SayfaYazarlar6-7 Eylül’e eko-kırım diyebilir miyiz?

6-7 Eylül’e eko-kırım diyebilir miyiz?

 

Çok-uluslu ve çok-kültürlü imparatorluk yapısı nedeniyle Osmanlı İmparatorluğu, devlet sevk ve idaresinde her türlü etnik ve kültürel mensubiyet unsurlarından azami derecede istifade etme ve onları yönetimde değerlendirme stratejisi gütmüştür. Bu meyanda, özellikle yükseliş ve gelişme döneminden itibaren Osmanlı devlet yönetiminde (sonradan “azınlık” denecek) yüzlerce gayrimüslim kendine yer edinmiştir. Örnek vermek gerekirse, sadece Osmanlı Hariciye’sinde 113 adet Osmanlı Ermenisi, 67 adet Rum, 35 adet Musevi, 10 Levanten ve Avrupa ülkelerinden de gelen birçok tercüman çalışmış; bütün bu kişiler Osmanlıya sadakatle hizmet etmişlerdir. Burada sadece Hariciye’de (Dışişlerinde) çalışanların sayılarını belirttim ki, daha ayrıntılı sayıları ve adları da bende mevcuttur. Ayrıca, araştırma yaparken rastlamış olduğum derleme bir kitabı dikkatinize sunuyorum: The First Ottoman Experiment in Democracy (Ergon-Verlag: Wurzburg, 2010). Söz konusu kitapta, özellikle Elke Hartmann tarafindan kaleme alınmış olan makale, 1877 Osmanlı Meclis-i Mebusan'ında mevcut bulunan Ermenilerin sayısına ve bunların önde gelenlerinin kısa birer biyografisine ışık tutmaktadır. Bu kişilerin yaşamları boyunca pek çok farklı görevlerde bulundukları görülebiliyor. Hiç şüphesiz Hartmann’ın makalesinde mevcut bulunan bu bilgiler son derece büyük önem taşımaktadır. Bunu söylemişken, Hartmann’ın soykırım tezinin kuvvetli bir destekçisi olduğunu da belirtmeliyim.

 

Osmanlı bakiyesi Türkiye Cumhuriyeti, aynı oranda olmasa bile Osmanlının çok-kültürlü yapısını korumuş; azınlıklar ticarette ve sosyal hayatta yer almaya ve etkili olmaya devam etmiştir. Maalesef sadece azınlıklara uygulanan 1943 Varlık Vergisi’nden hemen sonra 6-7 Eylül 1955 yılında meydana gelen olaylar bu olguya büyük bir darbe vurmuş ve yerle bir etmiştir. Tek Parti döneminde izlenen politikalar, sorunun temelinin ulus-devlet yaratmak için yapılanlar olduğunu gösteriyor. Tek Parti döneminde uygulanan iskân kanunları, Takrir-i- Sükûn kanunu, 1934 Trakya olayları, “vatandaş Türkçe konuş” kampanyaları, Dersim’de olanlar, daha sonra uygulanan ayrımcı ve gaddar Varlık Vergisi apaçık ortadadır. Bir sonraki halkada 6-7 Eylül 1955 yağmaları yer alır.

 

İstanbul dışında, Müslüman olmayan unsurların cemaatleri kalmamıştı. Sıra İstanbul’u da arındırmaya gelmişti. Azınlık politikalarının türlü-çeşitli versiyonlarına rağmen, İstanbul azınlıkları köklerinden tamamen kopamıyorlardı. Eh, kolay değildi tabii, bir insanın kök saldığı topraklardan kopması. Fırsat bu fırsattı. Bir taşla iki kuş vurulabilirdi. Londra’daki Kıbrıs görüşmeleri nedeniyle hem Yunanistan’a gözdağı, hem de İstanbul azınlıklarına kendilerine gelemeyecekleri bir ders daha verilirdi.

 

Babamdan duyduğum, olayların başlangıcında ilk saldırının saat 19.00 sıralarında Pangaltı’da (şimdiki Ramada otelinin olduğu yerdeki) Haylayf Pastanesi’nde ve eş zamanlı olarak Beyoğlu’nda başgösterdiğidir. 6 Eylül akşamı başlayan ve yaklaşık dokuz saat süren olaylarda (aralarında iki Ortodoks papaz da olmak üzere) 15 Rum ve bir Ermeni vatandaş hayatını kaybetmiş, 32 Rum da ağır yaralanmış; ardından binlerce gayrimüslim göç etmek zorunda kalmıştı. Bu trajik gelişmeler üzerine sıkıyönetim ilan edilmişti. Babamın anlattıklarına göre “İstanbul’un bazı semtlerinden gökyüzüne dumanlar yükseliyordu. Şaşkın şaşkın evin yolunu tuttuğumuzda yağmaya gelenlerin ellerindeki aynı boy ve ebatta kesilmiş sopaları görmekteydim. Azınlıklara ait mağazaları hem yağmalıyor, hem de mallarını kaldırımlara taşıyıp yakıyorlardı. Ortalıkta ne yangınları söndürecek itfaiye ne kargaşayı önleyecek polis vardı.” Babam dayısı ile birlikte yardım çağırmak için Feriköy karakoluna gittiklerinde karakolun kapısına kilit vurulmuş olduğunu bana yıllar sonra anlatmıştır. Bu arada, evlerinin pencerelerine Türk bayrakları asanlar ile cesur Türk komşularının direnişleri tarafından korunanlar, canlarını ve mallarını kurtarabilmiştir. 

 

Dedemin erkek kardeşi Apraham Şen’in Taksim’de Amerikan arabaları satan bir oto galerisi vardı. Maalesef yağmadan nasibini aldı ve üzüntüsünden kanser oldu. Londra’da uzun yıllar kanser tedavisi gördü fakat benim doğduğum 1965 yılında hayatını kaybetti. İstanbul’da Rum, Ermeni ve Yahudilerin önceden işaretlenen ev, iş yeri, okul, ibadethane ve mezarlıklarına yönelik, ellerinde tek tip sopalarla, kazma, balta gibi kırıcı ve kesicilerle planlı bir uygulama başlatıldı. Yakma, yıkma, kırma, yağmalama, öldürme, yaralama ve tecavüzler derken, İstanbul’un üzerinden bir karabasan geçti. İstanbul alt üst oldu. Varoşlar şehre indi. Eylemlerin ardından yedi göbek Rumlar ülkeyi terk etti. İstanbul’un eşsiz kültür mozaiği 6/7 Eylül olaylarıyla yerle bir oldu. Şehir şehirlikten çıktı. Taşralaştı. Parlayan yangınlar etrafı sardı. 74 Rum Ortodoks kilisesinden 70’inde yangın çıktı. Meryem Ana ikonaları, yağ kandilleri, gümüş şamdanlar, buhurdanlıklar, haçlar, adak eşyaları, tasvirler, mozaikler, freskler tuz buz olup ortalığa saçıldı.

 

Apoyevmatini gazetesi sahibi Vasilyadis’in anlattıklarına göre, çılgınlık tüm İstanbul’u sardı ve Adalara sıçradı. O arada kiliselerden başka havra, sekiz ayazma, iki manastır, 3584’ü Rumlara ait toplam 5538 gayrimenkul yıkıldı ve yağmalandı. Kıbrıs Türklerine yapılan baskılar, 1955 yılında Türkiye kamuoyunun gündeminde başköşeye oturmuştu. Dışişleri yetkilileri Londra'da Kıbrıs temaslarına devam ederken, Atatürk’ün Selanik’teki evinde bir bomba patlamasıyla ilgili haber, önce 6 Eylül 1955 günü saat 13.00 haberlerinde radyoda yayımlandı. Bunun üzerine “Atamızın evi bombalandı” manşetiyle ikinci baskı yapan İstanbul Ekspres gazetesi, genelde tirajı yirmi bin civarında olduğu halde 6 Eylül'de 290.000 bastı ve bütün İstanbul'da satılıp halkı galeyana getirmek üzere kullanıldı.

 

Zamanın gazetelerine göre asıl suçlu, Türkleri provoke eden Rumlardı. Halbuki 6-7 Eylül olaylarının sadece Kıbrıs’la ilgili olarak Rumlara yapılmış bir misilleme olmadığının bir göstergesi, tahrip edilen işyerlerinin sadece yüzde 59'unun Rumlara, buna karşılık yüzde 17’sinin Ermenilere, yüzde 12’sinin Musevilere ait olması, bu arada Müslüman olmuş Beyaz Ruslara ait mekânların bile saldırıya uğramasıdır. Şimdi size sormak istiyorum. Osmanlı’dan beri ticaret erbabı olan azınlıklara bunları planlayarak yapanların gayesi ekonomiyi azınlıkların ellerinden almaktı. Nitekim başardılar, fakat yüzyıllardan beri gelen bu geleneğin bir gecede el değiştirmesini isteyip planlayanlar bir tek şeyi gözlerinden kaçırdılar. O da şudur ki bu şekilde ekonomi düzlüğe çıkmayacaktı. O dönemde açıklanan ekonomik zarar, Türk Hükümetine göre 69,5 milyon Türk Lirası idi (ki aslında çok daha büyüktü). Fatih Sultan Mehmet’le başlayıp 500 yıl süren “mala, cana, ırza dokunmama” geleneği iki saat içinde yok edilmişti. Maalesef dış borç da bu andan itibaren daha hızlı artmaya başladı. Sizce 6-7 Eylül’e “eko-kırım” diyebilir miyiz?

 

- Advertisment -