[7 Temmuz 2020] Evet, bir zamanlar “Asya Üretim Tarzı” (AÜT) diye bir şey vardı. Çok tartışılıyordu, 1960’lı ve 70’li yıllarda. Dünyanın Batı kavramıyla örtüşen bir bölümünün gelişmiş (veya “çokgelişmiş” : overdeveloped) olmasına karşılık diğer bir bölümünün “azgelişmiş” (underdeveloped) kalmasının açıklaması sayılıyordu.
Aşağı yukarı şöyle bir yaklaşım söz konusuydu: Avrupa ilerleyebilmiş, çünkü zamanında “feodalizm”den kapitalizme geçebilmişti. Oysa Çin, Hindistan… ve Osmanlı İmparatorluğu (ve daha bir yığın Asya, Afrika ve Güney Amerika ülkesi — ama oraya geleceğim) yapamamıştı bu sıçramayı. Neden? Bir kısım düşünür ve yorumcuya göre, öncelikle “feodal olmadıkları” için. “Feodalizm” doğurgan bir ana gibiydi; kendi içinden kapitalizmi çıkarabilmişti. Doğu toplumları “feodal” olmuş olsalardı, onlar da doğururdu kapitalizmi. Doğuramadıklarına göre kısır olmalıydılar, yani “feodalizm”den farklı bir sosyo-ekonomik formasyona sahiptiler. Buna da, radikal 1960’lar ve 70’lerde meşruiyetini Marx’tan alan, Marx’ta bulunabildiğine göre kosher (kaşer) kabul edilen bir deyimle “Asya Üretim Tarzı” deniyordu. (Oryantalist ressamların şematik harem tablolarında tam bir karşılığı vardı bunun. Yukarıdaki başlık resminde gördüğünüz gibi, pasif, tembel ve kadınsı bir erotizm içindeki Şarkın tamamı, kısırlığından kurtulup doğurganlığa kavuşabilmek için, erkeksi, dinamik, saldırgan Batı tarafından penetre edilip içine medeniyet tohumları ekilmesini bekliyordu.)
Peki, kavramın kökeni neydi? Başlangıcında ne vardı? Marx’ın 1850’ler ve 60’lardaki bazı yazılarına nereden gelmişti? Çek gerilere gideceğim. Gelin görün ki entellektüel tarihte bu tür iz sürme egzersizleri çok önemlidir, zira bize yazılı ve basılı kelâma tapmamayı öğretir. Bazı kalıp ve tanımları sorgulamaksızın ezberlemek yerine üzerinde kafa yoran, kurcalayıcı bir alışkanlık kazandırır.
İlkin şöyle düşünün: günümüzden 10-12,000 yıl önce insanlar bazı bitki ve hayvanları evcilleştirmek suretiyle tarımı icat ediyor. Yeryüzünün çeşitli coğrafyalarına, binlerce yıl boyunca geleneksel tarım toplumları hakim oluyor. (1) Tipik üretim, yeniden-üretim ve üreme birimi (unit of production, re-production and reproduction), Chayanov’un “aile emeğine dayalı köylü çiftliği” (peasant family-labor farm), Halil İnalcık’ın “çift-hane sistemi” (household-holding system) dediği ünite. Kestirmeden küçük üretim, küçük köylü üretimi veya küçük köylü ekonomisi diyoruz.
Fakat (2) toplumun yüzde 90-95’ini meydana getiren bu küçük köylüler hür (özgür) değil bağımlı bir köylülük (subject peasants, a subject peasantry). Çünkü üzerlerinde devlet ve hakim sınıflar yükseliyor ve köylünün artı-ürününe vergi-rant karışımı yollarla el koyuyor. Bu süreç piyasa-dışı mekanizmalarla, çıplak cebir (veya cebir tehdidi) içeren uygulamalarla gerçekleşiyor. Bu da köylünün şu veya bu şekilde toprağa bağlanması, özgürlüğünün kısıtlanması, üzerindeki siyasî-askerî otoritelerin ve/ya toprak beylerinin iradesine tâbi kılınması demek. Yer baskısı dağ, budun baskısı bey (Kaşgarlı Mahmud). Yukarıdan aşağı bu ağırlık, dünyanın neresinde olursa olsun bütün devletli toplumlarda, bütün köylü sınıflarının üzerine çöküyor. Onları kısıtlıyor. Bir yanda köleliğin mutlak hürriyetsizliği ile diğer yanda modern (kapitalist) özgürlük arasında, yarı-özgür bir bağımlılık konumuna itiyor. Önemli nokta: bu, genel bir varoluş hali. Öte yandan, köylünün bağımlılığının spesifik biçimleri, çağdan çağa ve coğrafyadan coğrafyaya farklılık gösterebiliyor. Her devlet ve her iktidar konfigürasyonu, küçük köylü ekonomisinin üzerine, ya da köylülüğün en saf ve spontane sosyo-ekonomik varoluşun üzerine kendi hukukunu giydiriyor. Böylece farklı zamanlarda ve kültür dairelerinde, rengârenk kılıklara bürünmüş, ilk bakışta farklı fakat temel kararkteristikleri benzeşen bağımlı köylü tipleri zuhur ediyor.
(3) Birincil üretici ve toplumun büyük çoğunluğu konumundaki köylüler ile devlet ve hakim sınıflar arasındaki bu çelişkili, çatışmalı simbiyoz (symbiosis), bir arada varoluş ve artı-ürün transferi ilişkisi, genellikle fiyef sistemleri üzerinden şekillenip kurumlaşıyor. Hükümdar fiyef (veya timar) dağıttığında, aslında köylünün “vergilendirilebilir artı-ürün”ünü (potentially taxable surplus) yerel ölçekte toplama, tahsil etme ve kendine alıkoyma hakkını, hizmet karşılığı ve “maaş yerine” tevcih ediyor. Gene önemli nokta: bu da bir genellik. Fiyefe dayalı devlet her yerde karşımıza çıkıyor. Ancak bu yaygın sosyo-ekonomik determinasyon, önceki yazılarımda anlatmaya çalıştığım gibi, farklı çağ ve coğrafyalarda ikincil bazı belirlenimlerden de geçiyor. Buna göre, özel çehrelere bürünüyor. Kâh görece merkeziyetçi, kâh görece ademi merkeziyetçi iktidar şekillenmelerine yol açıyor. Her geleneksel tarım devleti, kendi fiyef/timar sistemini kendine özgü bir hukuk, kültür, tören ve törelerle kuşatıyor.
Bugün tarihçilikte ve tarihsel sosyolojide durduğumuz yerden geçmişe baktığımızda, durum aşağı yukarı böyle. En azından, şimdiki bilgi ve kavrayış düzeyimizi bu şekilde genellemek mümkün. Fakat şimdi ikincisi, buraya nereden geldik? Ne kadar geldik? Yukarıda bir kere daha özetlediğim objektif realiteye ilişkin sübjektif algılar zaman içinde nasıl gelişip değişti, değişiyor?