[5-6 Eylül] Gelmeyen veya gelmeyeceği düşünülen devrimin, soldan sağa büyük kaçışlara yol açması ilk defa gerçekleşmiyor. Faşizm böyle doğdu zaten, Mussolini’nin İtalyan Sosyalist Partisi’nden ve Avanti! (İleri) gazetesi editörlüğünden Uluslararası Devrimci Eylem Grupları’nın (Fascio) örgütleyiciliği ve Il Popolo d’Italia (İtalyan Halkı) gazetesinin editörlüğüne sıçramasıyla. Ardından Hitler de Alman Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi’ni kurup, emeğin eşitlikçi ve özgürlükçü özlemlerini aşırı milliyetçiliğe ipotek etmenin benzer bir formülünü buldu. Dolayısıyla Doğu Perinçek’in İşçi Partisi aşamasında emekli generallerle başlayıp Ergenekon’dan tahliye olmasının ardından Vatan Partisi aşamasında Cumhur İttifakı’na kapılanmakla devam eden serüveni şaşırtıcı sayılmamalı.
Fakat tabii benim asıl derdim bu tür eksen ve şuur kaymaları değil; benim derdim, siyaset ve düşünce yelpazesinin sol kanadında yer almakla birlikte, kendini (1 Eylül’deki yazımın en sonunda kullandığım bir ifadeyle) “gelmeyen devrimin reel veya psikolojik ikamelerini” aramaktan kurtaramayıp, politikaya böyle arkaik bir kültürün içinden bakanlarla. Telâfi mekanizmalarından biri, demiştim, başlı başına Marksist teorinin azameti. Her türlü başarısızlık hissini silip, olguların sarsamadığı bir kibiri hâkim kılmaya yarıyor. Öte yandan, bu ezelî ve ebedî haklılık gururu kendini bazı somut siyasî duruş ve tavırlarla açığa vuruyor. O tavır ve duruşların da kökeninde, eklektik, karmakarışık, çarpıtılmış, süper radikalizmin biçimsel jestleriyle hokkabazlık yapmayı marifet sayan bir solculuk mirası yatıyor.
Burada içiçe geçmiş, örtüşen ve birbirini tamamlayan bir dizi düşüncesiz refleks söz konusu. Bu yazının başlığına çıkardığım terimlerle: krizcilik, devirmecilik, darbecilik, boykotçuluk, ayaklanmacılık; hepsi geçişimli bir yumak oluşturuyor. Bu tipik sol duruş karmaşasının kalbinde, merkezinde, demokrasiyi, seçimleri, çoğulculuğu, genel oy hakkını sindirememişlik yatıyor. Devrimci bir kültürden gelen solcu, reel anlamda devrimci olamıyor (devrimci bir pratiğin içinde yer almıyor) ama devrimseverliği sürüyorsa, devirmeci oluyor. Yönetimin, hükümetin kötü bir sınıf karakteri var. Şu veya bu şekilde hâkim sınıfların: ülkesine göre, “burjuvazi”nin, “tekelci büyük burjuvazi”nin ya da “işbirlikçi burjuvazi ve yarı-feodal toprak ağaları”nın iktidarı. Öyleyse onlardan her yolla kurtulmak gerekiyor.
Geçmişte de çok yazdım; bu anlayış, Türk solculuğunun vokabülerinde “devirme” sözcüğünün önemli bir yer tutmasına yansıyor. İngilizce karşılığı overthrow. Kâh Demokrat Parti, kâh Adalet Partisi, kâh ANAP, kâh AK Parti… İngiltere’de ve sair Batı demokrasilerinde, karşı oldukları bir parti (veya koalisyon) hükümetteyse, insanların how to ovethrow them (bunları nasıl devirmeli) veya let’s overthrow them (hadi bunları devirelim) diye konuştuğuna rastlayamazsınız. Zira bu, başlı başına ihtilâlci bir terimdir; 1640-48’den veya 1789-92’den, monarşilerin büyük isyanlarla devrildiği çağ ve olaylardan kalmadır. Hükümetlerin düzenli seçimlerle değiştiği normal demokratik politika işleyişinde artık modası geçmiştir; kendine yer bulamaz. Ama Türkiye’de bir türlü geçmiyor böyle deyimlerin modası. Sanki hâlâ Osmanlı sultanlığındayız. Genç Osman’ın, (Deli) İbrahim’in, IV. Mehmed’in, II. Mustafa’nın, III. Ahmed’in, III. Selim’in, IV. Mustafa’nın, Abdülaziz’in, II. Abdülhamid’in tahttan indirilmelerinde yaşıyormuşuz gibi, “devirme” ve “alaşağı etme” hevesleri dinmek bilmiyor. Benim bu fenomeni algılamam, AK Parti iktidarının ilk (en olumlu) dönemine, 2002-2010 arasına rastlar. Fark ettim ki seçimle gelen seçimle gitsin diye bakmıyor Türk solcusu politikaya. Normalize edemiyor; demokratik sabır ve hoşgörüyle yeniden terbiye edemiyor kafasını. Başka heyecanlar, başka süreç ve yöntemler arıyor. AKP’ye de, o sırada sırf dindar-muhafazakâr olduğu için, ne yapsam etsem de bir an evvel kurtulsam diye bakıyor. “Devirmeci/lik” (overthrow/ism) kavramını o zaman kullanmaya başladım. (Fakat ne ilginç: 31 Mart ve 23 Haziran 2019 yerel seçimlerinden bu yana, aynı devirmeci tahammülsüzlük AK Parti’nin kaybettiği büyükşehir belediyelerine, özellikle Ekrem İmamoğlu’na muamelesinde de gözleniyor.)
AKP’yi bırakalım ve gene solculuğa dönelim. Başlıkta sıraladığım bütün diğer nevrozlar, bu köklü patolojiden, anti-demokratik devirmecilik patolojisinden kaynaklanıyor. Krizcilik — elbette, çünkü seçilmiş, demokratik meşruiyete sahip bir iktidarı devirmek büyük bir krizin patlak vermesine bağlı. Zaten teorinin öngörüsü: kapitalizm er ya da geç krize girecek; ekonomik kriz derinleşecek; üretim duracak; siyasî krize dönüşecek. Üstelik, 1950’ler ve 60’lardan itibaren, habire yeni ilâveler de yapılmış bu kriz corpus’una: “Emperyalizmin üçüncü bunalım dönemi” ve “sürekli kriz” teorileri. Dolayısıyla her işçi hareketi, her grev, her büyük gösteri (meselâ Gezi), “hah işte… sonun başlangıcı… bu sefer giderler artık…” diye karşılanıyor. Mesele konu değil, içerik değil, protestonun doğruluğu-yanlışlığı, haklılığı-haksızlığı değil. Mesele krizin derinleşmesine katkıda bulunup bulunmayacağı. Dolayısıyla ayaklanmacılık — her fırsatta ayaklan ki kriz iyice derinleşsin; (Lenin’in ifadesiyle) “yönetenler yönetemez, yönetilenler yönetilemez” hale gelsin. Barikatlar kurulsun — Paris 1789, 1830, 1848, 1870 gibi. 1830’dan 2013’e, yani 183 yıl sonra İstanbul’un, Nişantaşı’nın ara sokaklarında, kendimizi gene Délacroix’nın ünlü tablosundaki gibi hissedelim (bkz en yukarıdaki başlık resmi). Ya da Komüncüler gibi veya Rosa Luxemburg gibi, üstelik ikinci örnekte ayaklanma kararının yanlış olduğunu bile bile, gene “gökyüzünü fethetmeye” cesaret edelim ve icabında dövüşerek ölüp devrim şehitliği mertebesine erişelim. (Nitekim 2013’te Gezi’nin makul ölçüler çoktan tüketildikten sonra da illâ sürdürülmek istenmesinin temelinde, şehitlik özlemi değilse bile, her nasılsa elimize düşmüş bu “devrimci kriz”den ve Taksim Meydanı’nda “ayaklanma” halinden bir türlü vazgeçemeyiş; geri çekilmeksizin sürekli o olağanüstülük heyecanının ve “her şey mümkün” hissinin içinde yaşamayı sürdürmek isteyiş yatıyordu.)
Darbe ve darbecilik — zira “ne olursa olsun, nasıl olursa olsun gitsinler” takıntısına çok yakından bağlı. Başka bir deyişle, devirmecilik ister istemez buraya da varıyor. Biraz önce “kafasını normalize edemediği; demokratik sabır ve tahammülle yeniden eğitemediği”nden söz ettiğim yenik solcu tipi açısından, gayet mantıklı bir sıçrama. “Ben yapamıyorsam, kim yaparsa yapsın; yeter ki ilerlemenin önü açılsın biraz daha.” 1969-70’te Ankara sokaklarında İşçi Köylü sattığımızı hatırlıyorum. “İşbirlikçi AP iktidarı diken üzerine oturmuştur” diye bağırıyorduk. Neden ki? Açık ara kazanmışlardı 1969 seçimlerini. Ama yok, bu “diken üzerine oturmuşluk” bir şekilde gidicilik imâsında bulunuyordu. Bir yandan da, özellikle şiddet ve silâhlı mücadele yanlısı, Millî Demokratik Devrim yanlısı fraksiyonlar olarak, 1960’lar ve 70’lerde çok nefes, çok mürekkep tüketiyorduk, darbeci değil devrimci olduğumuzu ispatlamak için. Devrim ile darbe arasına çok kesin sınırlar çizmeye çalışıyorduk. Bunu da daha ziyade aşağıdanlığa, kitleselliğe, halkın katılımına dayanarak yapıyorduk.
Bugün, biraz zorlamaydı, biraz nafileydi diye bakıyorum. Bu kitlesellik ölçütü daima görelidir, bir kere şiddete dayalı anormal siyaset mecrasına girdiğinizde. Bütün devrimci öncüler (vanguards) daima “bütün halk” ya da en azından “ezici çoğunluk” tarafından desteklendiklerini iddia eder. Bu retoriktir, ideolojidir, propagandadır. Gerçekte ise hemen hiçbir devrim çoğunluğa dayanmaz; tersine, hemen daima aktif azınlıkların eseridir. Zaten söyledikleri kadar büyük kitle desteğine sahip olsalar, şiddete ve silâha ihtiyaç duymazlardı (1989-90’da Doğu Avrupa komünist rejimlerini yıkan barışçı, silâhsız halk ayaklanmaları, bildiğim tek gerçek çoğunluk devrimleri — ve tam da bu hipotezimi kanıtlıyor). Rus işçi sınıfı ve halkı adına silâhlı ayaklanma düzenleyip Geçici Hükümeti devirerek Moskova ve Petrograd’da iktidara el koyan Bolşevikler ile, bütün Osmanlı milletleri adına harekete geçip Rumeli’de ellerindeki garnizonları ayaklandırarak Abdülhamid’i deviren İttihatçılar, ne kadar farklı bu açıdan? Her ikisinde, aşağıdan ve yukarıdan yöntemlerin, ya da klasik “darbe” ve klasik “devrim” karakteristiklerinin bir karışımı söz konusu. Dolayısıyla buradan objektif bir kıstas, genelgeçer bir tanım çıkarmak olanaksız. Aslında tek mesele var: kimin hegemonyası? Leninizm-Stalinizm açısından, komünist partisinin hegemonyasıysa devrim; diğerlerinin (Nasırcıların, Baasçıların, 27 Mayısçıların) hegemonyasıysa darbe denebilir. Yani ez kaza “biz” yapsaydık (maazallah) devrim olacaktı; Doğan Avcıoğlu yapsaydı darbe olacaktı. Ama tabii, o diğerleri de devrim diye bakıyordu — ve bakacaktı — yaptıklarına. O da başka.
Ve nihayet, boykotçuluk. Ahh, boykotçuluk. İllâ boykot. Aman boykot. Zaman boykot. Canım boykot. Haydi onu da yarın anlatayım.