[30-31 Mayıs 2020] Gülüyorum kendi kendime. Gene tipik bir “Halillik” ettim. Güya sadece bir yazı yazacaktım. ABD’de Crazy Horse’un “ölünceye kadar zulme boyun eğmeyen bir Yerli savaşçı” diye övülebilmesi ve adına muzzam bir heykel yapılabilmesini anlatıp, lâfı bize getirerek “İster ders kitaplarımızda, ister meydanlarımızda, Türkiye tarihinin yenik ve eziklerinin anıları, öyküleri, heykelleri nerede?” diye sormaktı niyetim.
Nitekim (6)’ncı yazının sonunda yaptım, sordum işte. Ama oraya gelmem çok uzun sürdü. Matriyoşkaların içinden matriyoşkalar çıktı. Tarihçilik anlayışı derken… gelsin TTK ve Atatürk. Yerliler… kabile toplumu nasıl bir şeydi? ABD… nasıl büyüdü ve genişledi? Sioux (Suğ), Lakota, Dakota, Cheyenne… niçin savaştılar ve yenildiler? Anıtlar… kimin aklına geldi ve sonra nasıl değişti? Özgürleşme… nereden nereye geldi? Amerika tarihi, bu memlekette çok bildiğimiz bir konu da değil. Olabilecek bütün arkaplanları vermek ihtiyacını duydum. Her cümle yeni bir paragrafa, her paragraf ayrı bir yazıya dönüştü. Bir, üç, beş… dokuz bölümlük bir dizi oluştu (yemin ederim ki bu son). Dönüp baktığımda, içiçe geçen en az beş düzlem görüyorum.
Dersler — ders diyeceksek bunlara. Tekrar pahasına, birincisi: tarihin çok-failli, çok-katmanlı, potansiyel olarak çok-sesli karakteri. Hiçbir çağda, tek ve net bir “yapan”ının olmaması. Ama hele devlet ve geleneksel imparatorluk, ya da ulus-devlet ve modern imparatorluk kuruluşlarında bu karmaşıklığın çok öne çıkması, büsbütün dikkat çekmesi. Belirli bir soyutlama ve genelleme düzeyinde, bu süreçler arasındaki çarpıcı benzerlikler. Hepsinin farklı ve çeşitli tarafları. Kazananları ve kaybedenleri. Çoğunlukları ve azınlıkları. Merkeze oturanları ve çepere itilenleri. Üste çıkanları ve okkanın altına gidenleri.
İkincisi: tarihçinin sorumluluğu. Bırakalım, “yapana sadakat” talimatını. Onun çok ötesinde, bütün bu sesleri duyma ve duyurabilme, hattâ sesi hiç çıkmayanları bile salona (dersliğe?) getirme, masaya oturtma ve konuşturabilme meselesi (Charles Maier, The Unmasterable Past, 1988). Ama köylüler, ama kadınlar, ama çocuklar, hele öksüz ve yetimler, terkedilmişler (John Boswell, The Kindness of Strangers, 1998). Her büyük inanç sisteminin ortodoksisi karşısında, heterodoks ve heretikleri. Engiziyon kurbanı Catharlar, Bogomiller. İslâm âleminin büyük bölümünde, Sünniler karşısında Şii veya Aleviler. Ya da tersi: İran’da Ayetullahların hoşlanmadığı bütün kesimler. Dünyada: beyazlar karşısında siyahlar, sarılar, kırmızılar, esmerler. Osmanlı çözülürken ve sonra Türkiye’de: Kürtler, Rumlar, Yahudiler, Ermeniler. Kemalizm karşısında Müslümanlar. Modernizasyon ve homojenizasyon mağdurları. Bastırılan ve sindirilen kimlikler.
Üçüncüsü: yeniden sahiplenmek. Abdullah Kıran’ın son yazısında hatırlattığı gibi, Willy Brandt’ın Varşova Gettosu Anıtı önünde diz çökmesinin ardından, Norveç’in de Yahudilerden; ABD’nin İkinci Dünya Savaşı’nda toplama kamplarında tuttuğu Japon asıllı Amerikalılardan; Fransa’nın Cezayir halkından; Şili’nin Pinochet diktatörlüğünün vahşetine maruz kalanlardan; Sırbistan’ın Srebrenitsa’da katledilen Boşnaklardan; İngiltere’nin Kuzey İrlanda vatandaşlarından; Bulgaristan’ın Türk Müslüman nüfusundan; Kanada’nın “İlk Ulus”ları veya Yerli Halklarından, Avustralya’nın Aborijinlerden; biraz da ben ekleyeyim: 1945 sonrasında Japonya’nın, Doğu ve Güneydoğu Asya’daki yayılma hamleleri ve İkinci Dünya Savaşı’nda yaptıkları nedeniyle Çin, Kore, Hindiçini ve Avustralya halklarından, hem de defalarca özür dilemesi.
Gene birkaç gün önce anlattığım üzere, 1950’lerde başlayan büyük sömürgesizleşme (dekolonizasyon) hareketinin hem dünya çapındaki, hem (Amerika, İngiltere, Fransa, İtalya, Almanya gibi) tek tek eski emperyal toplumların kendi içlerindeki politik, ideolojik, kültürel ve bilişsel (cognitive) ilişkileri değiştirmesi. ABD’nin, ilginçtir, enikonu bir model teşkil etmesi bu açıdan. En azından siyasal nezaket veya doğruculuk (political correctness) adına, günlük hayatta ırkçılığın (hiç olmazsa Trump’tan önce) hayli geriletilmesi ve alt-kimliklere saygının öne çıkması. Kamusal alanın anılar, anıtlar, heykeller, meydanlar, pul serileri üzerinden dönüşümü. Afrikalı Amerikalıların, Hispanik Amerikalıların, Asyalı Amerikalıların, Yerli Amerikalıların… tarihleri ve kültürlerinin önce sanat ve edebiyata girmesi (Toni Morrison, Layli Long Soldier); oradan taşıp, akademik tarihçilik kertesinin de ötesinde, ilk-orta öğretim müfredatı ve ders kitaplarına uzanması. Ciddî bir çok-kültürlülüğün oluşması.
Dördüncüsü: bunu yapabilen ve yapamayan ülkeler, tolere edebilen ve edemeyen toplumlar. Türkiye hiç yapamayan değilse de eksik ve güdük yapanlardan; vesayet döneminin sonları bu açıdan hemen hiç umut vermezken (bu bağlamda Deniz Baykal’ın CHP’sinin Şükrü Elekdağ ve Onur Öymen gibi emekli “gardiyan büyükelçi”lerini hatırlamamak mümkün değil), AK Parti döneminde başlayıp da sonra yüzgeri edenlerden, yarıda bırakanlardan. Abdullah Gül ve Recep Tayyip Erdoğan’ın 2000’li yılların başlarındaki kültürel kucaklayıcılık konuşmaları uzak geçmişte kaldı; sürmedi, meyva veremedi, farklı alt-kültürleri birbirine yaklaştırmaya yönelik o özgürlük ve tolerans havası. Gene Erdoğan’ın başbakanlığı sırasında 2011’de Dersim için özür dilemesinin ufku da CHP’nin tarihî sorumluluğuna taş atabilmekle sınırlandı. Kürt açılımı yürümedi, Ermeni açılımı yürümedi (bkz Gülçin Avşar, “AK Parti’nin ‘24 Nisan 1915’ serüveni”; Serbestiyet, 25 Nisan 2020). Sorun şu ki, böyle bütün adımlar taşa kazınmadı, vicdanlarda kök salmadı. Resmiyet nezdinde kabul, tasdik ve tescil edilmedi. Kurumsal devamlılığı olmadığı için her zaman geri alınabilirliği, unutturulabilirliği, tekrar sessizliğe terkedilebilirliği zaman içinde netleşen, dolayısıyla konjonktürel, taktik tâviz nitelemesini hakeden kısa vâdeli jestlerden ibaret kaldı.
Beşincisi: “nisbet verme”nin iflâsı. Ne zaman Ermeni soykırımı gündeme gelse, örneğin, birileri çıkıp Batıyı hedef alarak “siz kendinize bakın… sizin tarihinizdeki katliam ve soykırımlardan ne haber… belgelerle ispatlarız…” diye konuşur. Sadece iç tüketime yöneliktir. Millî onurunu ve özgüvenini arayan, tarihsel bakımdan ezik ama aynı zamanda dış dünyadan habersiz kesimlere, “Avrupa, geliyoruz, duy sesimizi” misali gaz vermeye yarar. Uluslararası ilişkiler açısından ise, sıfırdır, hattâ eksidir, nâkıstır etkisi. Şu nedenlerle:
(1) Türkiye’nin özellikle 2002 öncesi siyasal yaşamında, bazı politikacıların zaman zaman birbirleri hakkında ellerindeki yolsuzluk dosyalarını imâ etmelerini andırıyor. Biliyorsunuz, ama açıklamıyorsunuz. Neden? Bildiğinizi söyleyin o zaman. Gerçekse ve suçsa — ya da gerçekse ve bilinen her şeyi değiştirecekse; bizim ve dünyanın mevcut bilgi yapısını altüst edecekse, üstelik bu sizin bütüncül program ve platformunuzun (“Batı medeniyeti” karşıtlığınızın) bir parçasıysa, o platforma güç devşirecekse, niçin susuyor veya şartlı susuyorsunuz?
(2) Tehdit mi, itiraf mı? “Tencere dibin kara, seninki benden kara” mantığı, kendi geçmişini aklamaya mı, yoksa “biz” dahil herkesin geçmişi karanlık demeye mi varıyor? Tabii ikincisi, çünkü siz de yaptınız demek, aslında bir benzerliği kabul etmiş, bir muadeleti tasdik etmiş oluyor. Bu bıçak tek yönde değil çok çeşitli yönde keser ve kesiyor. Bir, bak neler yapmışlar deyip tümüyle rahatlamak var. İki, onlar da yapmış, demek sadece biz yapmamışız diye kısmen, biraz iskontolu rahatlamak var. Üç, onların yaptıklarının aynasında kendi yaptıklarımızı görüp büsbütün tedirgin olmak var. Nitekim bu yazı dizisinde yer yer bunun altını çizmeye çalıştım. ABD’de 1830 tarihli Indian Removal Act, İttihatçıların 1915’teki Tehcir Kanununu çağrıştırıyor. 1830-1850 arasında göçürülen Chickasaw, Choctaw, Creek, Seminole ve Cherokee kabileleri, yetmiş seksen yıl sonra göçürülen Ermenileri çağrıştırıyor. 1838’de Cherokee’leri yollarda katleden beyaz milisler, Teşkilât-ı Mahsusa’nın Bahattin Şakir ve Eşref Kuşçubaşı’larını çağrıştırıyor. 1862’de asılan 38 Dakotalı, Mustafa Muğlalı’nın 1943’te sorgusuz sualsiz kurşuna dizdirttiği 33 Kürdü çağrıştırıyor. Layli Long Soldier, Ahmed Arif’i çağrıştırıyor. Lakota ulusunun Crow’larla sürtüştürülmesi, Kafkasya’dan kaçıp geldikleri için Rus ve Hıristiyan kokan her şeyden ölümüne nefret eden Çeçen ve Çerkeslerin, doğu ve kuzeydoğu Anadolu’da Ermenilerin burnu dibine iskân edilmesini çağrıştırıyor. Crazy Horse’un katli, İttihatçıların ve Kemalistlerin derin devletinin yargısız infazlarını çağrıştırıyor. Bu paralellikler çizilmeye başladığı anda, tehdit sandığınız şey bumerang gibi geri dönüp sizi vuruyor.
(3) Malûmu ilâm. Çünkü, diyelim ki söylediniz. Yani faraza ABD hükümetinin önüne bir dosya koydunuz, Yerli Amerikalıların başına gelenler hakkında (bu mütevazi yazı dizisinden de öğrenmiş olabilirsiniz, eksiğiniz gediğiniz vardıysa). Ya da Britanya hükümetinin önüne birkaç dosya koydunuz, Hindistan’da veya Afrika sömürgelerinde yaptıkları hakkında. Ya da Fransa hükümetinin önüne bir dosya koydunuz, Cezayir’de yaptıkları hakkında. Ya da Belçika hükümetinin önüne bir dosya koydunuz, Kongo’da yaptıkları hakkında. Ya da İtalya hükümetinin önüne iki dosya koydunuz, Libya ve Etyopya’da yaptıkları hakkında.
Ne olacağını sanıyorsunuz? Şaşıracaklar mı? Korkacaklar mı? Eyvah, halkımız duymasın mı diyecekler? Lütfen bir düşünün, şu Crazy Horse anıtı, şu Layli Long Soldier’ın “38” şiiri ne anlama geliyor, Amerikan kamuoyunun daha okul sıralarında neleri görüp görmediği açısından. Olmadı; bari şöyle düşünün: şu garip Halil Berktay, ki Sioux da değildir, Afrikalı da değildir, Hintli de değildir; ayrıca Amerika tarihçisi de değildir, Britanya İmparatorluğu tarihçisi de değildir, Fransa – Belçika – İtalya tarihçisi de değildir… nereden öğrenmiş olabilir bütün bunları — Batı emperyalizmi ve kolonyalizminin, “elimizde belgeleri var, ispatlarız” dendiğine göre en özel ve gizli olması gereken sırlarını?
Cevabı çok basit. Bunlar için en üst düzey akademik tarihçileri okumaya dahi gerek yok. Hepsi alenî. Herkese açık. Kâh Wikipedia, kâh Britannica, kâh diğer çevrimiçi ansiklopediler, kâh sair internet bilgileri. Bütün mesele, doğru soruları sormaya bağlı. Hani bazı aforizmalar dolaşıyor ya ortada, “çağımızda öğrenmek değil öğrenmeyi öğrenmek önemli” kabilinden. Kuşkusuz yarım doğru. Çünkü (bilgi transferi anlamında) öğrenmeksizin, (sanki soyut bir metodolojiymiş gibi) öğrenmeyi öğrenmek mümkün değil. Tersten söylersek, benim mevcut tarihçi formasyonum, bilgi depomdur ki, bilmediklerim hakkında doğru veya görece doğru soruları sormamı mümkün kılıyor.
Geçtim. Evet, uçsuz bucaksız bir bilgi okyanusu duruyor orada. Yukarıda, en tepede, Bibliothéque Nationale’in, Fransa’nın millî kütüphanesinin ana okuma salonunu görüyorsunuz. Koleksiyonları sadece hard-copy kitap olarak yaklaşık 14 milyon cildi içeriyor. British Library’nin, yani Britanya’nın millî kütüphanesinin katalogu, gene 14 milyon kitap dahil, 170-200 milyon kaleme varıyor. Harvard Library, yani Harvard Üniversitesi’nin bütün kütüphanelerinin kapsayan sistem, 20.5 milyon cildi barındırıyor. Bunlar insanlığın bilgi ve bilim hazinesinin en elit, crème de la crème katmanından küçük parçacıklar. Üstlerinde ve altlarında, önlerinde ve arkalarında, sağlarında ve sollarında, çepeçevre, bilginin çok daha geniş ve herkese açık halkaları uzanıyor.
Türkiye’de bazı vülger popülist efsaneler dolaşıp durur, Batı’ya dair. Yekpare bir bütündür ve toptan kötüdür. Emperyalisttir, kolonyalisttir; başka hiçbir boyut, çeşitlilik veya iç çelişki içermez. Bu, insan ve toplum bilimlerine de aynen yansır. Tarihçilik mi dediniz? 19. yüzyılda kalmıştır; Avrupa-merkezcidir, Oryantalisttir, milliyetçidir, pozitivisttir. Kimse bunun dışına çıkmaz, çıkamaz. Amerikalı tarihçi ve sosyal bilimciler, örneğin, gerek kendi yerli halklarına ve gerekse diğer dünya halklarına hep yarı-ırkçı bir küçümsemeyle bakar. “Supra” ve “meta” bir dünya tarihçiliği; ben-merkezci olmayan, eleştirel ve çok-perspektifli bir dünya tarihçiliği olamaz. Aynı şekilde, Batı-dışı Ötekilerin, the Rest’in mecrası ve serüvenine duyarlı bir sosyoloji ve antropoloji de olamaz. Akademik dünyada olmadığı gibi, genel entellektüel kamuoyunda da zerrece yeri yoktur böyle sofistikasyonların. Teşhis buysa, ardından tedavi önerisi de geliyor: Bu tıkanmışlığı Batı kendi içinden düzeltemez. Ancak Batı medeniyetine karşı ve alternatif bir İslâm medeniyeti düzeltebilir. Ancak Batı medeniyetine karşı ve alternatif bir İslâm bilimi düzeltebilir.
Sadece durum tesbiti yerine geçen ilk fasıl iddialarıyla ve sadece kendi alanım olan tarihçilikle yetineceğim. Bu söylem son derece habersiz, dünyada ve Batıda gelinen yerden. Birincisi, ortam ve çalışma koşulları açısından habersiz, faraza Anglo-Amerikan akademik dünyasının özgürlüğünden, iç demokrasisinden, eleştirelliğinden, çoğulluğundan, geçirgenliğinden. Ya da pekâlâ haberdar ki, gerçekten iyi bir doktora yapmak istediğinde, oraların yolunu tutuyor.
İkincisi, devlet ve hükümet ile tarihçiliğin ilişkisinden habersiz: kimsenin resmî tarihçiliği yok artık, yani geçmişteki olay ve süreçler hakkında hükümet pozisyonu diye bir şey yok (ve böyle bir pozisyonu temellendirmeye yönelik pre-fabrike tarihçilik diye bir şey de yok) ki, Türkiye’nin diyelim 1915’e ilişkin resmî pozisyonu (ve TTK’sı), öbür tarafta bir pazarlık muadili ve muhatabı bulabilsin.
Üçüncüsü, bu iddialar dünya ve Batı tarihçiliğindeki inanılmaz yorum çeşitliliğinden habersiz; dördüncüsü, bilimsel rektifikasyon, yani eleştiri-özeleştiri olanakları ve mekanizmalarından habersiz; beşincisi, kalite açısından gelinen noktadan habersiz, tutturulan genel düzey bakımından. Veya, yukarıda söylediğim gibi, haberdar ama “Türkün Türke vaazı” bağlamında yokmuş gibi yapıyor.
Eksik ve kusurlar yok mu? Var ve her zaman olacak. Demokrasi de, bilim de, kusursuz bir Altın Çağa hiç ulaşmayacak. Örneğin halihazırda uluslararası ilişkiler ya da Orta Doğu çalışmaları gibi alanlarda belirgin bir deformasyon, İsrail yanlısı önyargılar. Ya da, “Batı medeniyeti tarihi”ni özsel bir üstünlük öyküsü gibi anlatma alışkanlığı tümüyle silindi denemez. Unutmayalım ki ABD’de 5300 kadar kolej ve üniversite var, en iyilerinden en zayıflarına kadar çok karmaşık bir yelpazeye yayılan. Yale Harvard, Princeton, Duke, Stanford, Berkeley, Columbia, UCLA… tarih bölümleri de bu ıskalada yer alıyor, Deep South’un, Derin Güney’in, benim öğrencilik yıllarımın bütün spor karşılaşmalarında İç Savaşın köleci Confederacy eyaletlerinin bayrağını dalgalandıran yüksek öğrenim kurumları da.
Ama onlar bile çok değişti, son yarım asırda. Çünkü özgürlük, çoğulculuk, çeşitlilik ve rekabet başka bir şey. Açık toplum başka bir şey. Sonuçta, demokrasinin de bilimin de kendi kendini onarmasını mümkün kılıyor. Onun için, “açıklarız ha!” tehditleri çok saçma. Neyi açıklıyorsunuz? Sanki bilmiyorlar mı?