Çözüm Süreci’nin temelinde iki liderin damgası vardı. Süreci başlatan, bunun kararını veren ve siyasi riskini alan Erdoğan’dı. Süreci sahiplenen ve Kürtlerin önemli bir kesimi nezdinde meşru kılan ise Öcalan… Bu noktaya kolay gelinmemişti. Öcalan’la nerdeyse on yıla yayılan görüşme yapılmış, bu dönemde Öcalan’ın muhatabı asker olmaktan çıkmış, hükümet meselenin sahibi haline gelmişti. Görüşmelerde her iki tarafın da arkasında askeri güçler vardı ama iki liderin siyasi gücü askeri kanatları müzakerenin doğrudan parçası yapmamaya dayanıyordu. Dolayısıyla Kürt meselesinin çözümüne yönelik gayretlerde hem Erdoğan hem de Öcalan için kritik meselelerden biri bu sürecin olabildiğince üçüncü tarafların etkisinden uzak tutulmasıydı. Çünkü her ikisinin de değerlendirmesine göre, hangisi olursa olsun üçüncü bir taraf denkleme dahil olduğunda bu yeni aktör kendi rolünü artırmak isteyecek, bu da savaşı yeniden gündeme getirecekti. Zaten anlaşan iki taraf arasında arabuluculuk anlamsızdı, ama eğer aralarında çatışma çıkarsa arabuluculuğun işlevi artardı…
Bu nedenle hükümet hakemlik yapacak bir ‘üçüncü gözden’ ziyade, kamu diplomasisi açığını kapatacak ‘akil insanlar’ heyetini tercih etti ve Öcalan da bu hamleye destek verdi. ‘Akil insanlar’ projesi hem barışın pekişmesi açısından yararlı oldu, hem resmi arabuluculuğa gerek olmadığını işaret etti, hem de bu iş Türkiye vatandaşları ile yapılmış oldu. Bu son nokta Erdoğan ve Öcalan için çok önemliydi. Her ikisi de defalarca beyan ettikleri üzere, Kürt meselesinin çözüm sürecinde ‘yabancı’ unsurların işe karışmasını istemiyorlar. Bunun ardında Osmanlı’nın parçalanmasından bu yana gelen ve Batılıların Ortadoğu’daki ‘performanslarıyla’ da güçlenen bir olumsuz kanaat var: Batılılar bizim coğrafyamızda herhangi bir meseleyi çözmeye kalktıklarında aslında o meseleyi çözmezler… Aksine çözümü kendilerine bağımlı kılarlar.
Ancak içe kapanma eğilimi yansıtan bu bakış Suriye sayesinde sarsıldı. ABD’nin IŞİD ile mücadelede bölgede ‘laik’ destek arayışı PKK’nın uzantısı olan PYD’yi koalisyon ortağı yaptı. Böylece PKK yeni bir değerlendirmenin eşiğine geldi: Eğer PYD üzerinden ABD ile bir ‘ortaklığa’ gidiliyorsa, bu ortaklığı Türkiye’deki çatışmanın da unsuru haline getirmek akıllıca olmaz mıydı? Nitekim çok geçmeden Kandil’den “ABD üçüncü göz olsun” sesleri duyulmaya başlandı. Buna Öcalan’ın net bir tepkisini henüz duymadık ama Batı kuşkuculuğunun bittiğini varsaymak için neden yok.
Ancak hayat gerçekten de ABD’nin bir tür arabulucu olmasını sağlayacak ortamı sağlıyor. Tabii Rusya ile gerçekçi bir denge kurabilirse. Arabuluculuğun koşulu ABD’nin kuşkuya yer vermeyecek şekilde barışın yürütücüsü olması. Eğer Suriye’de barış ve yeniden yapılanma ile Türkiye’deki çözüm süreci arasında bir bağlantı kurulabilirse, ABD’nin ‘de facto’ gücü her iki ülkede bir barış garantörlüğü anlamına gelebilir. Akılda tutulması gereken ise şudur: ‘Suriye’de barış, Türkiye’de savaş’ hedefi nihayette Suriye’ye de istikrar getirmez. Ne var ki PKK bunun olabileceğini sanıyor ve üstelik bunu ABD yardımı ile yapabileceğini düşünüyor.
Dolayısıyla ABD’nin PKK’nın konumuna ve rolüne ilişkin bir karar vermesi ve bunu net bir biçimde açıklaması gerek. Eğer PKK’yı Suriye’de kalıcı çözümün ancak Türkiye’de demokratik siyasete dönüşle mümkün olduğuna ikna edebilirse, ABD’nin kendiliğinden bir ‘üçüncü göz’ olma yolu açılır. Bunun Türkiye’deki ABD algısına da epeyce olumlu katkı yapacağını ise eklemek bile gerekmez…