1351’de Bursa’da doğan ve 1422’de vefat eden Mevlid şairi Süleyman Çelebi gün batmış devran dönmüş asırlar geçmiş olduğu halde nasıl oluyor da her vesileyle okunan beyitleri vasıtasıyla her zamanda ve mekânda evlerde camilerde gönüllerimizin tercümanı olarak varlığını sürdürüyor? Ruhuna çocukluğumdan beri Fatiha yolladığım kimseydi. Tesadüf eseri karşıma çıkıveren bir sahaftan oldukça eski bir mevlid-i şerif nüshasını alıp gece kaldığım otelde okumaya başladım.
Veladet bölümünü ezberden biliyordum annemle katıldığım mevlid törenlerindeki kadın mevlidhanlardan. Nice kadınlar duygusallığın zirvelerinde titremeye başlarlar, gözyaşları peygamberimizin doğduğu anın heyecanıyla sel olup akar.
Susadım gayet hararetten kati
Sundular bir cam dolusu şerbeti
…
Doğdu ol saatte Sultan-ı din
Nura garkoldu semavat u zemin
Kalpten kalbe yol bulan beyitler boş değil ilim ve irfanla bezeliydi, lirizm ve didaktizm büyük bir sanatla iç içe geçirilmiş tartışılmaz bir inandırıcılık ve sahicilik kazandırmıştı esere.
Sultan 1. Murat’ın vezirlerinden Ahmet Paşa’nın oğlu olması kuvvetle muhtemel. O da Orhan Gazi’nin kayınpederi de olan Şeyh Edebali’ den geliyor ki Osmanlı’ya yön çizmiş, müminlere istikamet belirlemiş bir alim. Birçok alimden ders alması ve zamanın kutbu Emir Sultan Buhari’nin de rahle-i tedrisinden geçmesi çok önemli.
Fuzuli’nin Su Kasidesi mesela, su gibi akmakta, daha nice mevlidler, naatlar çağıldamakta ama hiçbiri Çelebi’ninki gibi aileden bir parça değil. Ulu camiye taş ustaları nasıl taşları bir bir döşemişse belki aynı ritimle Süleyman da ilimde siyerde şiirde dilde pişmekte ve olgunlaşmaktaydı. Böyle mübarek bir caminin imamlığına hazırlanıyordu belli ki. Bu sıradan bir görevlendirme olmayıp aynı zamanda Divan-ı Hümayûn imamlığıdır. Vefatında da caminin avlusuna gömülmüştür. Türbe yapıldıktan sonra nâşı buraya taşınmış ve orijinal mezar taşı Muradiye külliyesinin bahçesinde bırakılmıştır.
Mesnevi tarzında yazılan manzum eserde 732 beyit bir çırpıda çıkmış gibidir, öyle bütünlüklü ve su gibi akıcı. Kaside tarzında yazılan bir bölüm de var. Fakat zamanın aruz vezninin Türklerin ilk vezinleri olan hece vezniyle de mezcedilerek kullanılmış olması sanatındaki mükemmelliğin göstergesi. Failatün failatün failün vezni önemli. Her bölümünden ayrı bir lezzet alınan eserin musikisiyle birlikte söylenmesi ayrı bir ustalık ister.
Münacaat (Allaha yakarış), Veladet ( Peygamberin doğumu), Risalet (Peygamberliğin bildirilişi), Miraç (Göklere çıkışı, cenneti cehennemi temaşası), Rıhlet ( Peygamberimizin vefatı) ve Dua bölümlerinin her birinin üslubu tonu sesi bambaşkadır. Arap alfabesiyle yazılıp okunan eser Latin harfleriyle ilk kez 1954’te Ahmet Ateş tarafından hazırlanarak TDK tarafından yayınlandı.
İnsan merak ediyor Çelebi kimleri okur, hangi eserlerden beslenirdi acaba? Aşık Paşa’nın Garîbname’si, Erzurumlu DarÎr’in Siyerün Nebî’si, Ebul Hasan Bekri’nin Siyer’i ve Muhiddin-i Arabî’nin Füsûs-ul Hikem’i onu derinden etkilemiş. Tam bir peygamber aşığı olarak kaleme almış şiirini.
Peygamberin gönüllerdeki yerini bütün coşkusuyla dile getirir. Mevlid diye bilinir ama galat-ı meşhur olarak evlerimizde ona mevlüt dendiğini, mevlüt okutmak gibi bir geleneğin bulunduğunu biliriz hepimiz. Edebiyatta Farsçanın çok etkili olduğu bir zamanda şimdi bile anlaşılan saf bir Oğuz Türkçesi kullanması da dili derinleştirmesi bakamından önemli. Elbette Mustafa Kara’nın dikkat çektiği gibi Bursa’da doğup yetişen biri olarak şehirli kimliğini ve böyle bir şiirin şehirde yeşerebileceği gerçeğini de göz ardı etmemek lazım.
Hayatımın en güzel anlarındandır mevlid törenlerinde Amine Hatun’un sırtını sıvazlayan meleklerin bahsine gelince hepimizin ayağa kalkıp aynısını tekrarlamamız. Annemin ve bütün sevdiğim kadınların birbirlerinin ve benim sırtımı sıvazlama anı benim de küçük elerimle kadınlara dokunmam günahlarımızın dökülüp gitmesi inancı müstesna bir haldi.
“Maşukun Nefesi” belgeseli
Günümüz gençleri için ne ifade ediyor acaba Çelebi’nin Mevlid’i? Bu konuda bir araştırma yapılmalı diye düşünürken yönetmen Murat Pay’dan 2014’te galasını yaptığı saf, duru bir belgesel geldi. Konservatuarda müzik eğitimi alan genç bir delikanlının (Abdurrahman), mevlidi geleneklere uygun bir formda okumayı meşk yoluyla öğrenmek için verdiği mücadeleyi, bu uğurdaki azmini ve sebatını anlatıyordu.
Süleyman Çelebi ölümünün üzerinden 605 yıl geçtikten sonra ismi Abdurrahman olan bir gencin 21. yüzyılda, yazdığı şiiri en güzel şekilde okumak için gösterdiği çabayı görseydi ne derdi acaba?
Belgesel mütevazı bir İstanbul mekânında kanun ve bendir çalan iki genç adamın sohbetiyle açılıyor. Nota bilmeden bestelenen sonra meşk silsilesiyle günümüze gelen eserlerden söz ediyorlar. Bu usul için anlaşılan artık ne hocada ne talebede sabır yok.
Süleymaniye Camisi’nde Regaip kandili programı, mevlidhan olarak âmâ usta Mustafa Başkan Hoca. Mevlidi kayda alan azimli genç Abdurrahman evde, parkta, otobüste, her yerde kayıtlarını dinleyip okumanın usulünü inceliklerini öğrenmeye çalışıyor. Konservatuarda okuyan, şehrin Mehteran gurubunda çalışan genç adam, usta çırak ilişkisiyle okumayı öğrenerek bu yolla aktarılan bir kültürün taşıyıcısı olmakta, usulüyle okumanın ayrıcalığını tatmakta kararlı.
İstanbul’da olmanın hakkını vermeyi bilen bir genç olarak kıymetli insanlarla buluşabilmenin, onları dinleyebilmenin güzelliğine ney kursuna katılarak bu içli enstrümanı konuşturmanın faziletini de ekliyor. Mesela Zekai Dede’nin uşak makamında bir ilahisini birlikte okurlarken, bir caminin imamı olan Hadi Hoca’dan öğreniyor ki, mevlidin Merhaba bahrinden önce bu ilahi okunur.
Hadi Hoca’nın onu Süleymaniye Camii müezzini Mustafa Baskın Hoca’ya yollaması, hocanın haftalarca kapıyı açmayıp gelecek hafta gel diyerek onu denemesi, sabrını sebatını ölçmesi çok hoştu doğrusu.
Mevlid metni çoktan şairinin önüne geçti ve müellifi anmak çok kıymetli. Onun Bursa’da yetiştiğini bile bilmeyebilir çoğu kimse. Abdurrahman küçük mevlidhan adaylarının kayıtlarını yaparken bu geldi aklıma ilkin. Keşke gidip görseler yetiştiği şehri. Hocalarının öğüdünün akıldan çıkması mümkün mü: “Bu meslekte gurur, kibir, haset olmaz; en önemli öğrenilecek şey budur” diyor. “Siz okumuyorsunuz, bilin ki sizi okutuyorlar” diyerek işin metafizik boyutuna dikkat çekiyor.
Abdurrahman postu olmayan, mütevazı evinde kalbini, kulağını, aklını geliştirmeye bakan bir ahir zaman dervişi. Modern zamanların, kör karanlık dünyada hâlâ hayatiyet olduğunu göstermek için çarpan kalbi. Dervişlik hep fedakârlıkla, emekle ilgili ve her zaman zordu, Yunus Emre, Dervişlik olsaydı taç ile hırka / Biz dahi alırdık otuza kırka derken bilip de söylüyordu. İşte çantasını omzuna asmış şimdiki zamanın iddiasız, mütevazı dervişi dedirtiyor Abdurrahman.
Evin girişindeki lambanın bir yanıp bir bozulması da çok metaforik ve manidardı. Sonunda ışık yandı ve hocası onu kabul etti. Haftaya Hekimoğlu Camii’ne gel de çalışalım dedi.
Mustafa Hoca Kur’an okuttu ilkin, bu önemli. Kıraatine edebine baktı. Hangi makamda okuduğunu biliyor musun dediğinde, hicaz deyince bir güven geldi. Mevlidin Tevhid ve Nur bahrini okuttu hicaz makamında. Saba makamına geçtiler.
Allah adın zikredelim evvela
Vacip oldur cümle işte her kula
Allah adın her kim ol evvel ana
Her işi asan eder Allah ona.
Abdurrahman’ın öncelikle güfteyi, yani 732 beyti ezberlemesi gerekiyordu. Küçük kâğıtlara yazdığı bölümleri ezberlemeye çalıştığı günlerde geldi hocasından Mimar Sinan örneği. Şehzadebaşı Cami çıraklığım demişti. Kalfalığım dediği Süleymaniye’yi 65 yaşında yapmıştı. Ustalığı saydığı Selimiye ise 85 yaşının eseriydi. Mustafa Hoca yaş durumuna göre ben daha çıraklık dönemindeyim diyordu tevazuyla.
Hadi Hoca yolladığı talebenin durumunu sorunca, çalışıyoruz diyordu fikrini belli etmeden. 1745 yapımı Hacı Beşirağa Camii’nden çıkıp gün batarken yaptıkları sohbetler çok etkileyici. Hoca ve talebenin güzel yürüyüşlerinin belgesele kattığı boyut, ciddiyetle yapılan üslup konuşmaları, müziğin ritmindeki bir elif boyu farklılıklara sapmalara gösterilen dikkat ve duyarlılık. Ölçüdeki inceliklerin kulaktaki tezahürü.
Talebe belli bir merhaleye gelip de başarı kaydedince gelenek olarak bir hediye veriliyor ki, bu tescil belge ve teyit demek. Olgunlaşmasını görünce Abdurrahman’a tesbih hediye etti hocası. Bunu saklaması ve sorulunca göstermesi gereken bir emanet olarak kabul etmesi lazım.
Abddurrahman’ın evde yemek yaparken de klasik musikiden şarkılar mırıldanması çok hoştur. Ayrılık görünmüşken / Yar tutmuyor elimden / Misafirim bugün ben / Gurbet akşamlarında… Sonra sıra ezana gelir ve Mustafa Hoca kendi yerine ezan okumasını ister birgün. Biz segâh makamında okuyoruz sen cüzzam oku bakalım, cemaat dinlesin demesi büyük bir fırsattır genç adam için, Süleymaniye Camisi’nde ezan okumak ne demek…
Abdurrahman’ın olgunlaştığına, mevlidi usulü erkânıyla okuduğuna kani olduktan sonra hocası Bursa’ya gidip Süleyman Çelebi’yi ziyaret edip, destur almasını söylüyor. Türbeye gelene kadar geçtiği sokaklarda Bursa’nın sırlarla, ilimle, terbiyeyle dolu havasını seyirciye hissettiriyor yönetmen. Türbede duasını yapan Abdurrahman Ulu Cami’de hâlâ ezberlerini tekrarlıyor. İstanbul’a dönünce artık hocasına veda vakti. Bu duru ve engin vakitte her sonun bir başlangıç oluşuna, dostluklarının daim olacağına Mustafa Hoca’nın verdiği örnek çok hoştu.
Hepimizin bildiği şey: hatim duası için ihlastan aşağısı okunur normalde Felak suresiyle biter. Böyle nihayetlenmez ama, Fatiha ve Bakara’nın ilk ayetlerini okuyarak bitiririz. Başa dönüp yeniden başlayarak bitiririz. Sonlar başlangıçlara açılır çünkü itikadımızda.
Son sahnede onu camide mevlid okurken gördük. Bu içlere işleyen, sakin, derin, yalın, kalpten gelen ses ve okumanın arka planını bilmek, bu sese nasıl hangi emekle ulaşıldığını bilmek çok etkileyiciydi doğrusu. Abdurrahman’ın şahsında iyiliği, adaleti, faniliği, bakiliği meşk ettik bir nebze. Maşukun nefesine karıştık. Bursa’dan İstanbul’a, oradan dünyaya açılan bir yolculuğun hikâyesine karıştık. Ülkemizin güzel gençlerinden bir gençle daha tanıştık böylece.
___________________
Belgeselde meşkedenler: Mustafa Baskın, Hadi Urdan, Abdurrahman Düzcan, Murat Şahin.