Ana SayfaYazarlarAhlâksız Teklif (Indecent Proposal)

Ahlâksız Teklif (Indecent Proposal)

[11 Ekim 2015] HDP eşbaşkanı Selâhattin Demirtaş’ın Ankara’daki patlamalardan hemen sonra neler dediğini herkes biliyor. Tam bir ezberlenmiş refleks gösterisiydi. Hiç durup düşünmeden, en ufak bir şüphe payı bırakmadan, Yıldıray Oğur’un dikkat çektiği üzere Diyarbakır ve Suruç’a ilişkin “Saray Gladyosu” ve benzeri iddialarının ne kadar çürük kaldığını da aklına getirmeksizin, seçim kampanyasının ana çizgisiyle aynı doğrultuda, dümdüz gidip hükümeti suçladı (bkz Alçaklığın dünkü tarihi; İng. çev. Yesterday’s history of basest villainy). Katliam sonrasında sıcağı sıcağına kaleme aldığım, Serbestiyet’e hemen yüklenen önceki yazımda (Bir felâkete sürükleniyoruz, 10 Ekim) uzun uzadıya alıntılamıştım:

 

“AKP iktidarının eveleme geveleme şansı çoktan bitmiştir. Katilsiniz. Eliniz kanlıdır. Yüzünüzden ağzınızdan her yerinize kan sıçramıştır. Ve en büyük terör destekçisi olduğunuz ortaya çıkmıştır. Yurt içinde yurt dışında terör anlayışını halka dayatan zihniyet olduğunuz ortaya çıkmıştır. Her gün onlarca genci katleden, taş attı, slogan attı diye infaz eden devlet, Ankara’nın göbeğinde büyük bir katliama imza atmıştır. (…) [B]u alçakların önünde asla diz çökmeyeceğiz. (…) Sizin gibi alçaklardan korkmayacak, onurlu direniş geleneğinden gelen halklar var karşınızda. (…) Bu alçaklık karşısında vicdanı olanların kenetlenmesi gerekiyor. Bizim alçaklarla bir arada yaşama, dayanışma gibi isteğimiz yoktur. (…) Haysiyetini yitirmiş olanlarla birlikte yaşam da olmaz (…) Bu devletimizin, milletimizin birliğine yapılan saldırı değil, devletimizin halkımıza yaptığı saldırıdır (…) Ortaya çıkan tablodan çok memnunlar (…) Hiçbir devlet başkanının Cumhurbaşkanını arayıp başsağlığı dilemesini kabul etmiyoruz…”

 

Bu sözlerin bence iki ilginç boyutu var. Birincisi, Demirtaş suçlama sözcüğünün de tam ifade etmediği, içinde bol bol “katil” ve “alçak” geçen çok aşırı bir düşmanlık dili kullandı. İkincisi, bir yenilik getirdi. Bir arada yaşama projesi veya tasavvurunu, sadece başvurduğu nefret söyleminin uyandırması kaçınılmaz reaksiyonlar itibariyle değil, açık ve belirtik olarak da red ve sabote etti. Yukarıda italiklediğim yere dikkat edin: Bizim alçaklarla bir arada yaşama, dayanışma gibi isteğimiz yoktur. (…) Haysiyetini yitirmiş olanlarla birlikte yaşam da olmaz. PKK’nın gerilla savaşını başlattığı 1984-85’ten Öcalan’ın yakalanıp Türkiye’ye getirildiği 1999’a kadar dahi böyle bir dil kullanılmış mıdır, doğrusu hatırlamıyorum. Uzmanları bulup çıkarabilir. Ama 2000 ve hele 2002’den bu yana, bırakın legal Kürt partilerinin sorumlularını, KCK ve PKK liderlerinin bile, en azından kamuoyuna yansıyan demeçlerinde böyle sözcük ve ifadelere yer verdiğinden çok şüpheliyim. Hele birlikte yaşamanın alenen inkârı, benzersiz ve çok düşündürücü. Bundan sonra Türkiyeli çözümler nasıl konuşulur; spesifik olarak bu Kürt hareketinin esas gündeminin bir punduna getirip ayrılmak olmadığına (ve aksini söylediklerinde takiyye yapmadıklarına) kim inanır; PKK bir yana, HDP’yi artık kim muhatap kabul eder, doğrusu bilemiyorum.

 

Bundan sonra gelelim, Demirtaş’ın bir gün sonra, yani 11 Ekim’de Sıhhiye meydanında yaptığı konuşmaya. Burada sorun biraz daha karışık ve karmaşık. İki kritik yeri gene ben italikledim:

 

“Şu ana kadar 128 yoldaşımızı yitirdik. Cenazeleri sonsuzluğa uğurlamaya başladık. Gün gelecek devran dönecek. Ve siz, ‘bu ülkeyi teslim aldık, devlet bizim malımız’ diyenler halka hesap vereceksiniz. Dünden bu yana Ankara’nın göbeğinde kuş uçsa haberi olan devlet bir katliamı önleyememiştir. Diyarbakır’daki gibi, Suruç’taki gibi. Dün akşamdan bu yana başbakan yaptığı açıklamanın yarısından fazlasını bizi suçlamaya ayırmıştır. Yandaşları, şakşakçıları gece yarısına kadar tv tv dolaşıp katledilenleri, bizi suçlamıştır. En azından acıda birleşebilmeyi çok isterdik. Ama biz katillerimizle acıda nasıl buluşalım? Faşizmle acıda nasıl buluşalım? Yoksa yüreğinde vicdanın, insani değerlerin kırıntısını taşıyanlar zaten birleşmiş durumda. Türkiye’nin bütün ezilenleri bu katliam karşısında tek yürek olmuş durumda. Bu devlet bizim, bu vatan ortak vatanımızdır diyeceğiz. Kimsenin tepeden gelerek haklarımıza el koymasına müsaade etmeyeceğiz. Ayağımızı yere vursak sarayın camları titrer diyeceğiz. İntikamla, kinle hareket etmeyeceğiz. Ama hesabını da soracağız. Bunun ilk adımı 1 Kasım…”

 

Neden daha karışık ve karmaşık? Çünkü Demirtaş net konuşamıyor, lâfı dolandırıyor, iki ayrı söylemsel stratejinin ögelerinden bir yanamlı bohça yaratıyor. Dolayısıyla aynı şeye, yani ilk söylediklerine hem benziyor, hem benzemiyor. Bir yandan, devleti katillikten çok “katliamı önleyememek”le suçluyormuş gibi duruyor, yani sanki 10 Ekim’e göre küçük de olsa bir fark getiriyor — ama bunu izleyen “katillerimiz… Faşizm… sarayın camları” gibi ifadelerle, atar gibi olduğu adımı derhal geri alıyor ve o yontulmamış kütük misali AKP düşmanlığının alışılmış klişelerine, sinyal veren anahtar sözcüklerine rücu ediyor.

 

Belki daha önemlisi, bir arada yaşama/yaşamama meselesine çaktırmadan, dolambaçlı yoldan geri dönüyor. Önce, başbakanın (baştan değil, “dün akşamdan bu yana”) kendilerini suçlamasından yakınıyor. Çok tuhaf; sanki cumhurbaşkanı ve başbakan saldırıyı çok net ve kesin biçimde kınarken o “katilsiniz… alçaklar… en büyük terör destekçisi… devletin halkımıza yaptığı saldırı” lâflarını eden kendisi değil; Demirtaş hükümete çiçek uzatmış da Davutoğlu bunu durup dururken geri çevirmiş. Ardından, inanılmaz bir şekilde, “En azından acıda birleşebilmeyi çok isterdik” cümlesini telâffuz ediyor. Hayret doğrusu; HDP lideri ilk gün bu kadar acının karşılığı olması gereken vekarı gösterebilmiş, en ufak bir paylaşma arzusu izhar etmiş mi ki; tersine, tam da hükümetin sunduğu acıda birleşme yaklaşımını tepip tekmelemiş, öfke ve nefret kusmanın ötesine geçememiş; nitekim AKP ve hükümet liderleri buna tepki gösteriyor. Ama yok, bu silâhı hemen onların elinden alması gerekiyor ve dolayısıyla hem suçlu hem güçlü, elçabukluğu marifet, hiç olmazsa acıda birleşmeyi biz istedik ama siz istemediniz diye, zeytinyağı gibi suyun üstüne çıkmaya çalışıyor. Kaldı ki burada da bir paylaşım veya birleşmeden aslında çok uzak; paylaşım dediği, ölüler bizim, katiller siz/in diye iki zıt kamp yaratmak anlamına geliyor. Üçüncüsü ve en şaşırtıcısı, “Bu devlet bizim, bu vatan ortak vatanımızdır” diyor. Ama hani, bir arada yaşama ve dayanışma diye bir şey kalmamıştı? Ona da çare bulmaya çalışıyor Demirtaş; anlaşılan bu “bizim” devlet ve “ortak” vatan hem yok hem var; olmayan ama olacak olan bir vizyon; bu tutarsızlık değil mi diye sorulacak olsa, Demirtaş’ın (mealen) “ben bugünden değil gelecekten, zaferimizin sonrasından ve ‘alçak’larla değil ‘halklar’la birlikten söz ettim” gibi, teorik bakımdan dört dörtlük (!) bir açıklamaya sığınabileceğini anlıyorum. Böylece 10 Ekim’deki en sivri, en aşırı lâflarını hem güya biraz geri almış, hem almamış oluyor.

 

Peki şimdi ne anlama geliyor bütün bu dolambaçlı lâf salataları? Reel bir tereddüt mü söz konusu; dün gece kendi kendine hop, biraz fazla ileri gittik mi dedi, ya da biri ona sufle mi etti bu aklı? Geçmiş ve gelecek, savaş ve barış, silâh ve demokrasi, adı konmamış devletleşme ve parlamenter reformlar arasında; özetle, PKK projesi ve HDP projesi arasında gerçekten tam nerede duruyor? PKK’ya geçmiş hizmetleri için teşekkür eder ama biz bundan böyle kendi demokrasi yolumuzda yürüyeceğiz derken samimi mi? Yoksa ilk fırsatta geri kaçma opsiyonunu açık tutmak, hem de sonsuza dek açık tutmak mı istiyor?

 

Bu noktada bir erkek metaforu geliyor aklıma. Birine âşık olur, birlikte bir hayat kurar; derken belki başka birine âşık olur, eşinizden ayrılır ve yeni bir hayat kurarsınız. Kadınlar için de, erkekler için de gayet olağan. Ama bazen (daha çok erkeklerde) şöyle bencil bir çok-eşlilik hayali de kendini gösteriyor: Ben hem evli kalayım, hem ayrı bir sevgilim olsun. Herkes onaylasın bunu; kimse keyfimi bozmasın; hiçbir fedakârlıkta bulunmayayım; iki kadın arasında tercihe zorlanmayayım; olabilecek bütün dünyaların en iyi unsurlarının (the best of all possible worlds) tadını çıkarayım.

 

Kelimenin tam anlamıyla bir Ahlâksız Teklif bu; bir Indecent Proposal. Pratikte, özel hayatlar düzeyinde olur mu olmaz mı bilemem, ama en azından siyasette zerrece olabilirliğini göremiyorum; eninde sonunda kayalara toslamaya mahkûm. Gitmez ikisi birden; orta ve uzun vâdede kimse size bu lüksü tanımaz. Oysa Selâhattin Demirtaş kendini tam böyle bir hayale; iki ayrı kadını, pardon iki ayrı dünyayı birden idare edebileceği illüzyonuna kaptırmış gözüküyor. Hayatının son yıllarında Mayakovsky hem üç kadın arasında (Lili Brik, Tatyana Yakovleva, Veronika Polonskaya), hem de Stalinist rejimin icapları ile kendi lirik-trajik şiirselliği arasında sıkışıp kalmıştı. Çok sürmedi; 1930’da intihar etti. Geride bıraktığı şiir, “aşkın teknesi günlük hayatın kayalarına tosladı” mısraını içeriyordu.

 

Şimdi de Selâhattin Demirtaş’ın ilelebet süreceğini sandığı iki yıllık ateşkesin ideal dünyası parçalanmakta. Ya sancak, ya iskele tarafındaki kayalara toslamaya çok yakın ve yatkın gözüküyor.  

 

 

 

 

 

 

- Advertisment -