Babam Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’nden bu yana milliyetçiydi ama mukaddesatçılık yanı ağır basardı. Cumhuriyet sürecinde kimliğimizin değerlerimizin aşağılandığını, Türklüğün içinin boşaltıldığını söylerdi. Hatta harf inkılabı ile geçmişle bağımız koparılmış, üstüne bir de öz Türkçecilik eklenerek fakirleşen dil yüzünden derdimizi anlatamaz hale gelmiştik. Gençler bırakın Yahya Kemal’i, Peyami Safa’yla Refik Halid Karay’ı bile anlayamaz hale gelmiş, etraf sadeleştirme adı altında karton kitaplarla dolmuştu. Babayla oğlun anlaşamaması kuşak farkının çok ötesinde dil farkıydı artık.
Büyük amcam hasbelkader Bediüzzaman Said Nursi ile tanışmış ve yaşam biçimini zahidâne bir yolda tamamen değiştirmişti. Bu durumun ailemizi ne kadar etkilediğini hatırlıyorum. Sonra amcamın büyük kızı ki biz ona hala diyorduk, neredeyse ezelden CHP’li bir aileye gelin gitti. Kuzenlerimizin hepsinin daha çocukken bile İsmet İnönü ile daha sonra Bülent Ecevit’le çekilmiş resimleri vardı.
Annem Alpaslan Türkeş’i ve Ecevit’i gençleri birbirine kırdırıyorlar fikriyle sevmez Demirel’e oy verirdi. Sonra babamla bütün eğilimleri birleştiriyor, piyasaya özgürlük getiriyor düşüncesiyle Turgut Özal’ın Anavatan Partisi’nde buluştular. Akrabalar bir araya geldiğinde hararetli siyaset tartışmaları olur hatta heyecandan bazen ayakta konuşulur, sonra hep birlikte yemek yenir çay içilirdi. Şakalaşmalar, iğnelemeler, Allah akıl fikir versin duaları arasında kucaklaşıp vedalaşmayla biterdi ziyaretler.
Bir gün Almanya’da mühendislik okuyan küçük amcam ihtida etmiş Alman dostlarıyla çıkageldi ve uzun bir ikna çabasından sonra dokuz yaşındaki ağabeyimi alıp gittiler Hamburg’a. Ailenin sekiz yaşındaki kızı Angelika ise bizde kaldı bir sene. İkisi de çocuk yaşta başka kültürleri tanıyıp dil öğrenecekti hesaba göre. Bir yıl boyunca aynı odayı paylaşıp birlikte yaşadığım bu albino derecesinde sarışın Alman kız “yabancı” fikrinden uzaklaştırdı beni. Annesini özleyince ağlayan, düşünce dizi kanayan çocukların birbirinden ne farkı olabilir ki? Sonrasında bir Türk akademisyenle evlenip gelmiş Viyanalı gelinle kapı komşuluk ettik on yıl. Birbirimizin kültürüne, inancına azami nezaket, incelik ve ihtimamla. Evlerinin anahtarı bizde dururdu, okuldan gelecek çocuklar için.
Üniversite yıllarına kadar Kürtlerin bir Türk boyu olduğundan kuşku duymadım. Hatta ülkücü hareket içinde nice Kürt gençleri vardı. Daha sonra 12 Eylül 1980 darbesinde cezaevine düşüp de sakin kafayla okuyan düşünen kimi ülkücü gençlerin 1990’da çıkardıkları Yeryüzü dergisinde neredeyse şimdiki zamanın bile ilerisinde başlıklarla ve yazılarla Kürtlük hakikati gözler önüne serildi. Derginin her sayısına DGM tarafından dava açılıyor ve toplatma kararları alınıyordu. Bilenler bilir, efsane bir dergi.
Üniversite ikinci sınıfta uzun bir hikâye sonrası birkaç arkadaş başımızı örtme kararı aldık, ancak o zaman gördüm can yakan yabancılaşmayı. Yaptığımız meğer ölümcül bir şeymiş. Yaşadıklarımız buraya sığacak cinsten değil. Sonunda 1990’da Ankara’yı terk ettim, doğup büyüdüğüm şehrimden İstanbul’a hicret ettim, bu kadar söyleyeyim. Kavaklıdere’deki eczanemde can güvenliğim yoktu tehdit ve baskılardan.
Darbeden sağ sol Kürt halkı herkes payına düşen yarayı almış ve insan hakları dibe vurmuştu. Mazlum-Der’in kuruluş tartışmalarının yaşandığı evimizde toplanan Müslümanlar, mazluma kimliğini sormayacak bir hak hukuk ahlakı geliştirmek istiyordu. Ayetlerden peygamberimizin yaşamından süzülen hakikatin ta kendisiydi bu.
1992’de Bosna savaşı patlak verdiğinde yaraların sarılması savaşın durması için seferber olan arkadaşlarımıza destek vermeye çalışıyorduk. Çeçenistan, Afganistan, Filistin kan revan içindeydi, hepsine ilgi gösteren müminler olarak içeride mesela Diyarbakır Cezaevi’nde olanlara tam manasıyla hakim değildik. 28 Şubata giden süreçte herkes bir kimliğin içine sıkıştırılıp birbirinden ayrılmış ve ötekini göremez duyamaz hale getirilmişti. Kürdüm demek ana dilinde şarkı söylemek bile cesaret isterken eş zamanlı olarak başörtülü kadınlar yolda yürümek dışında neredeyse her şeyden men ediliyor, en temel hakları fütursuzca çiğneniyordu.
11 Eylül 2001 Amerikalıların travması. Mütedeyyin insanlar, hatta buna Kürtler de dahil, 1991’de Leyla Zana’nın Meclis’ten çıkarılışını acıyla izlemiş fakat durumun vahametini kavrayamamışlardı. Türkiye’deki dindar insanların yakın tarihteki en büyük travması özdeşim kurabildikleri, kız çocuklara rol model olan Merve Kavakçı’nın Meclis’ten kovulma anı oldu. Ölüm sadece kanlı saldırılarla gerçekleşmiyor. Bu doğrudan Müslümanların varlığına kastetmekti. 18 yaş üstünün seyretmemesi gereken görüntülerden, yaşanan şiddetin pornografisinden küçük çocukları korumayı düşünemeyecek kadar ekrana kilitlenmiştik. Bir nesil onları, anne babalarını dışlayan aşağılayan mahkûm eden, hedef gösteren bu güçlü imgeyle büyüdü.
2001’de AK Parti’nin kuruluşunu elbette heyecanla karşıladık. Yasaklara, darbelere, eşitsizliklere, hak ihlallerine karşı siper olma vaatleri onu ilk seçimde (3 Kasım2002) tek başına iktidar yaptı. Her iki kişiden birinin AK Parti’ye oy verdiği 2011 seçimlerinden sonraki balkon konuşmasında Başbakan Erdoğan halkın karşısına vaatlerini önemli ölçüde gerçekleştirmiş bir lider olarak çıkmıştı.
Başörtüsü üzerindeki kara bulutlar zihniyet değişimiyle dağılmaya başlamış, Kürt halkının varlığına kimliğine diline yönelik inkâr ve asimilasyon büyük ölçüde aşınmıştı. Açılım politikalarında toplumun bütün kesimleriyle kucaklaşma esas alındı. Bu iyilik halinde benzemezler arasındaki insani ortaklaşma için seferber olan nice toplumsal inisiyatifin, sivil toplum örgütünün emeği var.
Aliya İzzetbegoviç’in en büyük güç dediği barışçıl, özgürlükçü adaletçi ahlaki güç Başbakan Erdoğan’ın balkon konuşmasına da yansımıştı:
“Kazanan Türkiye, demokrasi ve kardeşlik olmuştur. Bugün hesaplaşma değil helalleşme günüdür. Kampanya sürecinde istemeden kalbini kırdığımız, üzdüğümüz kardeşlerimiz varsa hepsinden başta şahsım, tüm kardeşlerim adına helallik diliyorum.” Bu cümlelere gelen coşkulu alkış unutulmaz.
Başbakanın Dersim halkına yönelik katliam için devlet adına özür dilemesi, Ermeni halkının tehcir sırasında başlarına gelenler için acılarını paylaşan torunlarına taziyelerini ileten olgun, özgüvenli mesajlar yayınlanması da Cumhuriyet tarihi boyunca görmediğimiz, yaşamadığımız şeyler.
Bütün bu açılım ve çözüm süreçleri engelleme çabalarıyla karşılaştı elbette. Siyasi faturalarından kapatma davalarından söz edilerek gözdağı verildi. Fakat sağlam ahlaki ilkeleri, bütün zamanların değişmez insani değerlerini takip edenler uzun vadede daima kazanırlar.
AK Parti şimdi de en yüksek oyu alarak ülkenin birinci partisi oldu ve sayısal olarak bakınca yaklaşan bir rakibi yok. Çözüm sürecinin hâlâ bir numaralı siyasi aktörü. İniş çıkış içinde kendi kendisiyle yarışıyor bir manada. Yerini dolduracak bir alternatif görünmüyor ama tek başına iktidarı kaybetmek hiç de azımsanacak bir kayıp değil.
Başlangıçtaki politikalar çocukluktan itibaren alışık olduğum, farklılıkların yan yana yaşama tecrübesiyle uyumluydu. Bu yara aldı çeşitli sebeplerle, öte yandan da AK Partililerde ideallerin gözden düştüğü, kişisel çıkarların öne çıktığı bir süreç ilerledi içten içe. Herkesi dinleyen katılımcı politikalar yerini kardeşçe eleştirileri bile “sağlam irade” sloganıyla bastırma politikasına terk etmeye başladı.
(haftaya devam)