Ana SayfaYazarlarAkrebin yolculuğu

Akrebin yolculuğu

 

Birkaç yıl önce bir grup sinema ve televizyoncu arkadaşımla Bolu’nun karlarla kaplı Göynük kasabasına gitmiştik. Kasabaya sapar sapmaz zamanın içinde kaybolduğumuzu hatırlıyorum. İki taraflı uzanan ormanların uğultusu, akan derelerin ilahi sesi karşısında bildiğimiz dünyadan kopmuştuk adeta. 

 

Akşemsettinoğlu Konağında gecelemek bir rüyanın içinde yürümek gibiydi. Odaları dolaşırken, Osmanlı üslubundaki ahşap yapının dantel perdelerini aralayıp karanlıkta pencereden dışarı bakarken bir hikaye süzülmeye başlamıştı bile. Angelika kitabımdaki  Sinemacı Kadınlar hikayesi o gecenin duygusu. Sonra burası bir film platosu, “rüya sineması”na yaraşır film çekmek isteyenlerin yana yakıla aradığı bir mekan olabilir diye düşünürken, aşağı kata inince büyük levhayla karşılaştığımı dün gibi hatırlıyorum; Akrebin Yolculuğu filminin (1997) afişi ve altında “Ömer Kavur filmini bu konakta çekmiştir” ibaresi.  

 

Kavur’un zihninde senaryo şekillenmiş ve mekan arayışına girmişti her yönetmen gibi, fakat  Göynük’teki detayların senaryoya yeni bir ruh verip gidişatını etkilemiş olabileceğini düşünmek yersiz olmaz. Ermeni ustalar tarafından inşa edilmiş olan konağın içinde geceledikten sonra restorasyondan önceki halini de zaman içinde geriye hareket ederek filmde izlemek ilham verici bir duygu. Zamanın doğrusal yapısının kırıldığı film için sürreal terimini kullanmak mümkün. Paris’te sinema eğitimi almış Sorbonne’da sinema tarihi üzerine yüksek lisans yapmış olan yönetmenin Fransız gerçeküstücülüğünden esinlenmemesi düşünülemez.

 

Saat tamircisi Kerem fötr şapkalı gizemli bir adamın onu bekleyen bir saat olduğunu söylemesiyle yola çıkar. Adresin yazılı olduğu notla birlikte bir anahtarını da vermiştir uzaklardaki saat kulesinin. Tamirci trenin penceresinden akıp giden renklerle birlikte yol alan hayatını, boşlukta savruluşunu düşünmeden edemez. Zaman bir zamanlar hayatında olan birçok şeyi alıp götürmüştür karşı konulmaz biçimde. Zamanın dışında olmayı lanetlenme olarak görür. Artık zamana dahil olmak için onu bekleyen kasaba, içinde durmuş saat bulunan kule yaşamın yeni manasıdır onun için.  

 

Film aslında levha gibi sahnelerin birbirine eklenmesiyle gelişiyor. Oldukça muğlak ve durağan akışına rağmen filmi seyredilir kılan mekanın ve yan karakterlerin yarattığı atmosfer.

 

Kerem adresteki kuleye ulaşıp devasa saati incelemeye koyulduğunda bir kadınla karşılaşır. Filmde gerçeklik eğilip bükülüyor ve aklınızdan geçenler de gerçekliğin bir parçasına dönüşüyor sanki. Tamircinin bilinçaltında kurduğu karşılaşma filmin akışını belirliyor gibi.  Kadın kasabanın en güçlü adamı olan Agâh beyin karısı Esra ki filmin sonuna kadar ruh hali çözülemeden kalmış. Bildiğimiz tek şey küçük yaşta ölen kızının mezarına olan bağlılığı yüzünden kasabadan ayrılmasının gayrı mümkün oluşu. Agâh bey kasabadaki birçok şeyin olduğu gibi kulenin de sahibi ve kuleye çocukluğundan beri tutkuyla bağlı olan karısına bunu armağan etmiş düğün hediyesi olarak. Filmdeki kule cumhuriyet döneminin ilk kaymakamı olan Hurşit bey tarafından yaptırılmış bir zafer anıtı aslında. Kurtuluş Savaşının anısını gelecek kuşaklara aktarmak için inşa edilmiş ve Göynük ilçesine o kadar yakışmış ki gören ezelden beri orada duruyor sanır. Mimaride doku uyumu ve mekana saygı böyle bir şey olsa gerek.

 

Sonra otelin kabul girişi. Bizim konağın en el değmemiş hali. Otelci bir müşteri tarafından terk edilen, unutulan ya da daha sonra alınmak üzere emanet edilen papağanla dostluk kurduktan sonra bir daha otelden çıkmamış fakat gelen renkli insanlar sayesinde bütün dünyaya açıldığına inanıyor. Papağan konuşmayan bir tür ama dinlemesini çok iyi biliyor. Adam da zaten konuşmasını değil dinlemesini istiyor, herkesin bir dinleyene ihtiyacını imlemek üzere. Neler anlatmıyor ki bu emsalsiz kuşa; Kasabayı çekirgelerin bastığı günü, güneşin bir günde iki kere tutuluşunu, kulağına isminin bağırıldığı emsalsiz anı. Zengin bir insan atlasının içinde yüzdüğünü anlatırken bahsi geçenler, gezginler, üçkağıtçılar, eli uzunlar hatta odalardan birinde sevgilisini öldüren bir kadın.

 

Ormanın içinden göle doğru giderken kayıp bir kadın imgesinin ya da Esra’nın peşine düşen Kerem iki el silah sesi duyar, kadın gözden kaybolmuştur ve göl kıyısında ormanda rastladığı kırmızı atkılı adamın ölüsü yüzmektedir. Kerem polise ölüden söz etse de kadını gördüğünü gizler. Aralarında adı konmamış bir çekim tuhaf bir alaka vardır kuleden beri.

 

Fransız sinemasından yola çıkarsak kadının kocasına ihanet etmemesi düşünülemez sanki, ilerleyen sahnelerde bunun mazereti konmaya çalışılmışsa da inandırıcı olmaktan uzak. Agâh bey aşırı kıskançlık gösterip karısına zaaf gösteren erkekleri gerçekte ya da kalbinde öldürmekle malüldür. Saat kulesine bir de çan yapmasını isteyen Esra’nın Kerem’e olan ilgisi yüzünden Agâh bey onu uzaklaştırmak isteyince, ava götürüp nelere muktedir olduğunu hissettirir. O yine de Esra’nın ısrarıyla yoldan geri döner ve çanı takmayı başarır. Çan daha önce başka birine de ısmarlanmış fakat adamcağız yerine takamadan esrarengiz biçimde ortadan kaybolmuştur.

 

Yönetmenin ne yapmaya çalıştığını, otelcinin takıldığı için papağanına sorduğu bir bilmece sorusunda bulmak mümkün, çölde görülen gündüz düşü nedir? Bir serabın peşinde sürüklenmekten ibarettir hayat. Belki de zaman diye bir şey yoktur ve zaman sandığımız şey bir kuruntudan ibaret.  

 

Seyirci bu olaylara bir anlam vermeye çalışırken hepsini gölgede bırakan bir sahne yazılmış. Gözü görmeyen bir müzisyen gurubunun yılda bir kez yapılan panayır için geldikleri kasabada otele yerleşmesi. Mekanın neredeyse baş rolü oynadığı filmde kasabayı bu kadar iyi tamamlayan ve filme yeni bir büyü katan başka bir sahne düşünülemezdi. Ahşap masa ve sandalyelerin yalın görüntüsü, ekmek su ve bir kap yemekten ibaret menüyü hazırlayan  temizlikçi ve aşçı kadının halesi, pencerelerin her birinden görülen yamaçlar, tahta evler ve kule. Birkaç gün sonra müzisyenler arasındaki biricik kadın akşam Kerem’in odasına gelir ve panayırın sona erdiğini haber verir. Avuç içindeki çizgilerine dokunarak bir körün derin ferasetiyle kaybolmuş beldeler ve unutulmuş şehirlerdeki seyyahlığının devam edeceğini bildirir. Kara gözlüğünü çıkardığında görmeyen yemyeşil gözlerle aydınlık bir yüze karşılaşmak sarsar saat tamircisini. Son gece oteldeki konserde duygunun en yükseldiği esnada ampulün patlamasıyla geceye nokta konulması tuhaf biçimde Sezai Karakoç’un Mona Rosa şiirinden bir mısrayı hatırlattı bana: “En güzel türküyü bir kurşun söyler.” 

 

Tamir bittikten sonra Kerem’in gitme vaktinin gelmesine duyduğu öfkeyle saati kırmaya çalışmak, onu göl kıyısında silahla vurup öldürmek sürrealist sahneler. Kuvveden fiile geçmese de geçme ihtimalinin de gerçeğe dahil olduğunu göstermek için içerde yükselen kaynayan duyguların gerçekleşmiş gibi görsel dile aktarımı. Gerçekte vurmasa da insanın bazen içinden öldürebileceğine gönderme. Bu sahnenin ardından Kerem trene binmiş gitmektedir onu bekleyen başka saatlere doğru.

 

Saat tamir edilmiş kasaba zamanına kavuşmuştur. Aslında çarklar ve dişliler arasındaki ahengi kurmak tamir dediği, biri eksilse saat yine duracak. Kerem yaşadığı ulaştığı her yeri ve duyguyu günlüğüne kaydeden bir vakanüvis aynı zamanda. Kendi yaşamının tarihçisi. Göle düşürdüğü defterini bulmuştur ama yazılar silinip gitmiştir suya girince. Tıpkı yaşadıklarımızın zaman içinde hiç yaşanmamış gibi olması misali. Hayatımızdaki kimi insanların hiç olmamış gibi uzaklaşması zaman içinde. Geçmişi silip atmıştır göl.

 

Daha neler olacak derken yıllar sonra papağanını almaya gelen takım elbiseli şık görünümlü cüce girer otele ve sahnede yerini alır. Hayat sahnelenmeye doymayan bir oyuna dönüşür. Adam biraz zayıflamış görünmekle birlikte iyi bakıldığını söyleyip teşekkür eder ve alıp gider papağanını. Otelcinin hiç kalkmadığı sandalyesinde oturur vaziyette ölü bulunması dinleyecek kişiyi kaybetmenin tabii sonucu. Dinleyecek kimsesi olmayan ölüdür bir bakıma. Yoğun bir imgeler semboller şöleni.

- Advertisment -